SlideShare una empresa de Scribd logo
1 de 42
Descargar para leer sin conexión
İR İ İ İ İ
Einstein Yanılıyordu
Einstein tanrı zar atmaz. demişti. Yani Evranle ilgili herşey determine bir yapıda
düşünüyordu. Zaten quantum fiziği ile ilgili birçok tuhaflığı ve karşılaştığı görüşü kendi
içinde kabullenemiyordu. Ne ironiktir ki kuantum fiziğinin fikir babalarından birsidir
Einstein. Fakat bir türlü evrendeki bellirizliği(yani quantumsal alandaki parçaçacıkların)
ve bu düzeyin kurallarını ve yapısını, dahası tuhaflıklarını kanıksayamıyor idi. Ömrünün
sonuna kadar da bu bakışı değişmedi.
Fakat bu reddediş gerçeği değiştirmedi ve Quantum Fiziği ve ardından gelen yeni kuram
ve yaklaşımlar (String Teorisi, Kaos Fiziği, Süpersimetri) zamanın en önemli kuramları
haline geldiler.
Nobel ödüllü bu dahi kişinin reddettiği gerçek şu idi:
Bir Alman bilim adamı olan Werner Heinsberg(1927) in adı ile tarihe geçmiş olan
“Belirsizlik İlkesi” bize şunu söylüyordu. “Bir parçacığın konumunu ne kadar
büyük kesinlikte bilirsek, aynı anda parçacığın momentumunu o kadar düşük
kesinlikte bilebiliriz.”
Yani bir parçacığın aynı anda hem konumunu hem de hızını ölçemezsiniz. Ya
hızını belirlersiniz ya da konumunu. Ama ikisini asla!
İşte bu durumu Einstein kabullenemiyordu. Oysa Heinsberg haklıydı. “Tanrı zar
atıyordu.”
-Quantumsal Tuhaflıklar-
Quantum : “Quanta” sözcüğünden gelir ve “parçacık” demektir. Fakat en önemli
kavranılası olan ise bu sözcüğü kullandığımızda neden söz ettiğimizi bilmektir.
Quantum dediğimizde (10-33 cm) gibi bir küçüklükten bahsederiz. Bu değer (-
10.000.000.000.000.) yanında 30 tane sıfır gibi oloğanüstü sayıya tekabül eder. Böylesi
düzeyde kurallar farklıdır. Çılgınca bir titreşim ortamı vardır. Burada zaman ve mekân
yoktur. Lâmekân ve tersinmezlik vardır. (Bir bardağın yere düşüp parçalandıktan sonra
tekrar eski haline dönebilmesini sağlayan şartlar). Ayrıca bu düzeyde “locality” yoktur.
Non – locality(teklik) vardır.
Yukarıda bahsettiğimiz tuhaf durumlar bu ortamın yanlızca küçük bir tasviridir. Her
parçacığın sonsuz olasılıkta varyasyonları vardır. Bu durumun adı da
“superposition”dur. Birçok olasılığın üst üste bulunması halidir. Bunun yanı sıra (10-
11)boyutluluk vs.
Bütün bu saydıklarımız Quantum potansiyel alanın barındırdığı tuhaflıkların küçük bir
kısmıdır. Artık hayat ne tuhaf derken bir kere daha düşünün.
Erkan Bal
8
5
Kültürel Değişim Fobisi
(Kişisel Gelişim)
İnsanoğlu, tarihsel süreç içerisindeki her evrede bazı ahlaki ve kültürel
değişimlere uğramıştır. Bu değişim sancıları sonucunda davranış ve kavramlarda yeni
algı ve olgular oluşmuş ve etkileşimdeki madde ve mana âleminin içerisinde değer
farklılıkları meydana gelmiştir.
Kültür, Ralph Hilton’un söylemiyle öğrenilmiş davranışlar ve bu davranışların
sonuçlarından meydana gelen bir bütündür. Kültür, içerisinde barındırdığı toplulukların
yapı taşlarını oluşturan ve bağlı olduğu kolektifi bir arada tutan bir mekanizmadır. Bu
mekanizma, bütünleşitirici, etkleşimci ve şartlarına uygun yenilenme özelliğiyle insan
doğası açısından mühimdir. Toplumlararası mücadele ve rekabette maddi üstünlüğün
değil, kültürün üstünlüğü asıl zaferi ortaya koyar. Bu nedenle oluşan rekabet süreçleri,
ulusal kimliği tehdit altına alır. Çünkü kültür sisteminin içinde bulunan gruplar,
varlıklarını sürdürmelerinin kültüre bağlı olduğu inancındadır. İnancın özündeki en
temel maddeler ise insanın yapı taşlarını oluşturan dil, din, ırk, kültür, vb. yapıtaşları
insanlar arasındaki bağı oluşturduklarından dolayı varlığını sürdürebilme çabası kültürü
elde tutmanın fedakârlığı yolunda bulunur.
Kültürel değişim, bulunduğu dönemin şartlarına uyarlanma sürecinde oluşan bazı
senkronal olaylar bütünüdür. Kültürlerin değişmesi, toplumsal gereksinimlerin bir
ürünüdür. Her geçen zamanın ardında küresel boyuttaki etkileşim ve teknoloji daha hızlı
gelişim göstermeye başladı. Bununla beraber oluşan bu gereksinimlerim de artışı
hızlandı. Bu değişim fonksiyonunu, kültürün doğal bir formu olarak görmemiz gerekir.
Böylece kültürel değişimleri rasyonel bir ortamda inceleme eyleminde bulunuruz.
Çoğu zaman kültürel değişimleri, kültür yozlaşmasıyla karıştırmamız nedeniyle oluşan
her değişim süreci bir yozlaşma fobisi olarak yerini almış durumdadır. Kültürel
değişimler, Sokrat’ın ele aldığı bazı yazılarında (M.Ö.) genç kitlenin kültürel olarak
bozulduğunu tespit edip eleştirdiğine şahit oluyoruz. Demek ki, bu değişim her zaman
varlığını sürdürmüş ve sürdürmeye de devam edecektir. Kültür, döneminin oluşturduğu
kaba göre şeklini belirler ve bu belirleme süreci doğal bir şekilde kendiliğinden doğar.
6
Nasıl ki bir su ilk önce buharlaşır, yoğunlaşma ile beraber havaya yükselir, o yükseklikte
toplanır ve tekrar su olarak geri döner. Aynı su döngüsündeki gibi kültür, hava
şartlarında göre değişikliğe uğrar ve tekrar eski kavramına yeni hali ile geri döner.
Sistemdeki oluşumda optimum dengeyi yakaladığımızda kültürün varlığı daha sağlam
yapılar üzerinde oturtulacaktır. Mamafih bu değişim, kültürü ayakta tutan yapı
taşlarına zarar verirse kültür yozlaşması kendini hissettirir hale gelir. Bu yapı taşları dil,
vatan, millet, inanç, özgürlük, anane, örf ve adetler olarak sıraladığımızda toplumun
hassas ve elzem olguları olduğunu idrak edebiliriz. İşte bu ayrımı iyi bir şekilde ortaya
koyabilirsek ulusal olarak iktisadi ve sosyolojik gelişmeyi de sağlamış oluruz. Bir binanın
kolonları hasar görürse küçük şiddetli bir deperemde yıkılacağını tahmin edebiliriz. Bu
nedenlerle beraber kültürel değişimlerdeki şekliyetçilik kavramını çok önemsemek boş
bir çabalamadır. Yeter ki bizi biz yapan değerlere saygı duyup, yapılması gerekenleri
uygulayalım.
Ele aldığımız bu fikirleri toplarsak, kültürel değişimi bir fobi yaratmak suretiyle
yansıtmak, ulusal menfaatimiz ve kendi menfaatlerimizden ötürü büyük bir gerileme
eğilimine neden olur. Tabii ki değişimler, sonuçları açısından zararlı da olabilir. Bu gibi
olumsuzlukların yaşanmaması için, bilinçli bir etki-tepki ilişkisi oluşturup kontrollü,
sağlam, istikrarlı ve yumuşak bir değişim sürecini ortaya koymamız gerekir. Ve kültürel
değişimi diğer kavramlarla karıştırmadan rasyonel çerçevede optimize ederek
değerlendirmeliyiz.
Fatih Turap Kaynar
7
Uyanıs.
Uzun ve yorucu bir günün ardından düşünebildiğim tek şey gözlerimi sımsıkı
kapatıp bir an evvel uykuya dalmaktı. Sadece uyumak istiyordum, bir daha hiç
uyanmamak üzere… Uyumak istiyordum çünkü tüm zerrelerimi kaplayan ağır
kaybolmuşluk hissinden kurtulmanın en kestirme yolu uyumaktan geçiyordu benim için...
Derin bir arayış içindeydim ve en kötüsü neyi aradığımı bilmiyordum. Bir yanda
bilinmezlik bir yanda hiçlik duygusu bedenimi ve tüm varlığımı kasıp kavuruyordu.
Kendimi zamanın savrulduğu bir evrenin parçası gibi hissederken, mekâna sığamıyor
olmak, varlığımı tarifsiz bir yokluğa hapsediyordu!
Sabah toplamadan çıktığım yatağıma tekrar girmeden evvel, uzun zamandır hayatımın bir
parçası haline gelmiş olan küçük mavi ilaçlarımdan bir tanesini daha içip derin bir
uykuya dalabilecek olmanın verdiği rahatlıkla, kendimden geçercesine ışığa veda edip
karanlıkla buluşmak üzere harekete geçtim.
Günlük yaşamın sıradanlığından sıyrılıp, rüyalardan da kâbuslardan da bin bir renk
taşıdığı halde siyaha mahkûm olan ruhum için!
Ürkek ve bir o kadar emin adımlarla mutfağa yöneldim. Dolabın kapağını açıp küçük
mavi haplarımdan aldım ve aynı ivedilikle doldurduğum bardağı sımsıkı kavrayıp, ilacımı
birkaç yudum su ile içiverdim.
Uyanabilmek için, derin bir uyku; uyuyabilmek içinse masmavi bir kurtarıcıya ihtiyaç
duyuyor olmak var olan yorgunluğuma bir yenisini daha eklese de öz varlığım adına
bundan gayrı yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Acizlikle karışık ruhumun derinliklerinde
hissettiğim kaybolmuşluk duygusu eşliğinde yatağa yöneldim ve her zaman yaptığım gibi
bir mum yakıp gözlerimi sımsıkı kapattım.
Saatler geçmişti, gözlerimi açtığımda bedenim bir tüy kadar hafiflemiş, içim tarifsiz bir
huzurla dolmuştu. Karşıladığım gün ışığı ilk defa öncekilere benzemiyordu. Yorgun
başladığım bir geceyi ilk defa mutlu ve dingin bir sabahla karşılamıştım çünkü. Bunun
nedeni uzun zamandır yaşamadığım bir tecrübeyi yaşamış olmaktı.
Bir rüya…
Bu öyle bir rüyaydı ki, kalbim hala
etkisindeydi ve hızla çarpıyordu,
bedenimin tüm zerreleri de sonsuz bir
aşkla sarsılıyordu. Uzun zamandır içinde
kaybolduğum boşluğun anlamı, rüyama da
sirayet etmiş olan aşktı.
Sonsuz, sınırsız, katıksız bir aşk...
Bir var oluş mücadelesi!
Senelerce her gözde, her tende, her sözde
ve en çok da kendi öz varlığımda aradığım
aşk…
Aşkı arıyordum çünkü aşk, yaratılış sırrını
özünde barındırabilen tek kaynaktı. Kendi
kendime aşkın anlamını sorgulayıp
dururken, rüyamı anımsadım yeniden…
“ Rüyamda, her yanı siyah camlarla kaplı
çok katlı bir binanın önündeydim. İçimde
bir yerlere geç kalmış olmanın verdiği
telaş ve heyecan vardı. Binanın önünde
gerçek yaşamda tanımadığım halde rüya
âleminde yakın olduğum dostlarım vardı.
Yanlarına usulca yaklaştım. Rüya
yoldaşlarım, beni görür görmez, içeri
girme sırasının bende olduğunu ve içerden
beklendiğimi söylediler.
Bina, insanlar, bekleyiş…
Tüm bunların ne anlama geldiğini
bilmiyordum. Tek bildiğim varlığımın
derinliklerinde hissettiğim vuslat haliydi.
Rüyadaki dostlarım, içerde beni neyin
beklediğine dair kısa ama etkili birkaç
cümle kurdu. Binanın içindeki şey her
neyse, eğer başarılı bir şekilde
atlatabilirsem, tüm hayatımın değişeceğini
söylüyorlardı.
Bunları duymuş olmak heyecanımı daha
da arttırmıştı. Emin ama bir o kadar ürkek
adımlarla binaya girdim. İçeri bir morg
kadar soğuk ve renksizdi ve binanın içi
sadece grinin hâkim olduğu cam bir tavan,
camdan duvarlar ve gri bir morg
çekmecesinden ibaretti. Sonra derin ve
etkileyici bir ses eşlik etti tüm o griliğe…
O ses, çırılçıplak soyunmamı ve
çekmeceye uzanmamı istiyordu. Karşı
çıkmaya ya da oradan kaçıp uzaklaşmaya
gücümün yetmeyeceği de aşikârdı. O gür
sese teslim oldum ve soyunup çekmeceye
uzandım.
Kulakları sağır eden bir gürültüyle
çekmece kapandı. Bu olay binanın içinde
yer alan asıl bölüme geçişin giriş kapısıydı
bunu anlamış olmak merakımı bir kat daha
arttırmıştı. Bu nasıl bir odaydı ki normal
bir giriş kapısı bile yoktu. Girdiğim
odanın türlü hallerinin tuhaflığı bir yana,
bedenimin aldığı şekil çok daha
inanılmazdı. Rüya âlemiyle ilgili olsa
gerek haller arası geçiş tarifsiz bir hızla
gerçekleşiyordu.
Bembeyaz bir örtüyle kaplanmış ve yan
yana duran üç yataktan ilkinde
mumyalanmış bir biçimde sırtüstü
yatıyordum. Odanın dört bir yanı camdan
ince ekranlarla doluydu. Ekranların
üzerinde rakamlar, sayılar, şekiller ve
bilmediğim bir alfabeyle yazılmış
cümleler vardı. Bunlar sadece göz
hareketlerimle algılayabildiğim şeylerdi
çünkü gözlerim dışında vücudumun başka
hiçbir yerini hareket ettiremiyordum.
12
İçimde garip hisler belirmişti. Ben, nerede
ve nasıl bir yerde olduğumdan ziyade,
niçin orada olduğumla ilgili kafamda
dönüp duran sorularla meşgulken
öncekinden daha güçlü ve etkileyici bir
ses odayı doldurmuştu bile…
Odadaki ses, heybetli görünüşüne rağmen,
insanda şefkat ve güven uyandıran,
beyazlar içinde karşımda duran kişiye
aitti. Bana, güven içinde olduğumu,
buraya seçildiğim için getirildiğimi,
buradan çıktıktan sonra da hayatımın
tümüyle değişeceğini söylüyordu. Farklı
bir insan olduğumun bilincindeydim ama
bu farklılığın beni seçilmiş insanlardan
biri haline getirebileceğini hiç
düşünmemiştim.
Ses yeniden yükseldi ve bir sınava tabi
tutulacağımı söyledi. Bu öyle bir sınavdı
ki kazanmanın tek şartı kendime
duyduğum güven ve değişeceğime
yürekten inanmamdı...
Kendine güvenmek ve inanç…
Galiba hayatımın tüm sıradanlığı içinde
kaybolup duruşumda bu iki kelimenin özel
bir yeri vardı. Sonra sınavın
aşamalarından bahsedilmeye başlandı. İlk
aşamada uzanmakta olduğum yatağın
altında lavların ve korların oluşturduğu bir
ateş yakılacaktı ve etlerim o ateşte parça
parça dağılıp eriyecek ve ben yavaş yavaş
yok olacaktım.
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım
ve kendimi eritmekte olan sıcaklığın güçlü
etkisine bıraktım.
Gözlerimi yeniden açtığımda ikinci
yataktaydım. Ne ateş vardı ne de kül.
Yanıp yok olan bedenim değildi sanki…
O an aklımdan geçen ilk şey, sınavın ilk
aşamasını başarıyla tamamlamış
olduğumdu.
İçinde bulunduğum ortamın öyle bir
atmosferi vardı ki, insan bu ortamda
kendini önemli, güçlü ve farklı
hissediyordu. Beni yakmayan o ateşin
sırrını yine o güçlü ses açıklıyordu bana.
Bazı kalpler vardır yaratılıştan gelen tüm
güzellikleri içinde barındırabilen, işte o
kalplerdir dünyanın türlü ağırlıklarına
rağmen alıp verdiği her nefesin hakkını
vermeye devam eden. O kalplerde ne bir
günah barınır ne kin ne de nefret. Sonsuz
aşkın en masum taşıyıcısıdır çünkü o
kalpler. Kimi zaman yorgun düşseler de
hayatın birbirinden farklı telaşları içinde
ne karşılıksız sevmekten vazgeçerler ne de
içlerinde uğradıkları türlü haksızlıklara
rağmen vicdan barındırmaktan. Bu
sebeple sonsuz bir aşkla müjdelenir o
kalpler, o müjdenin kaynağında ise ateş
vardır çünkü asıl yanan, eriyip yok olan
beden değil, ruhtaki boşluklardır. Ateşe
koşulsuz razı oluşundur, o ateşin seni
yakmamasının asıl sebebi ve yanmaya rıza
göstermiş bir kalbi dünya
misafirhanesinde artık hiçbir ateş yakıp
küle çeviremez.
Ateşler içinde yanıp, kâbuslarla
sarsıldığım ve sonrasında da uykusuzluğa
mahkûm olduğum sayısız gece geçti
içimden. Demek ki ateşe teslim olmadan
arınamıyordu insan…
13
Sınavın ikinci aşamasına geçilmeden
evvel etrafı bir kez daha seyre daldım.
Gözlerimin görebildiği alanı bakışlarımla
taramaya başladım. Tam karşımdaki
duvarda yan yana sıralanmış çeşitli
rakamlar vardı. Fark ettiğim ilk sayı 7
olmuştu sonra 24 ve 36’yı gördüm…
Duvardaki rakam ve sayıların benim için
ifade ettiği anlamlar yansıyınca ömür
toprağıma tarifsiz bir duyguyla dolup
taştım o an. İrkilmiştim çünkü hayatımın
dönüm noktalarının anahtarlarıydı tüm o
sayılar.
7 yaşındayken mahallede arkadaşlarımla
oynarken bir dereye düşmüş ve
boğulmaktan son anda kurtulmuştum.
Yaşam beni daha küçücük yaşımda ölümle
sınamış ve ölümün o soğuk yüzüyle
tanıştırmıştı. İlerleyen yıllarda
rüyalarımda defalarca boğulduğumu
görmüş ve 7 yaşındayken yaşadığım o acı
tecrübeyi içimden bir türlü söküp
atamamıştım.
24 yaşında genç bir üniversite
öğrencisiyken ilk aşkımla karşılaşmış ve
ona bir türlü açılamamıştım. Bakışları,
kokusu ve sesiyle kalbimin derinliklerinde
iklimler yaratan o genç kızı, Mavi’yi, hala
her anımsadığımda yüreğimin
tenhalığında ince bir sızı duyardım.
Sonrasında mezun olmuş ve günlük
yaşamın telaşı içinde oradan oraya
savrulup durmuştum. Bir alt sınıfta
okuyan Mavi ise, öğrendiğime göre okulu
birincilikle bitirip yurt dışına yerleşmişti.
İlk aşkımın son durumuyla ilgili ise hiçbir
fikrim yoktu.
İlginç olansa, bu tuhaf rüya ortamında, bu
farklı atmosferde, belki de kaderimin
şifrelerini yansıtan bu ekranda, aşkla
tanıştığım tarihin yer alıyor olmasıydı.
Anlam veremediğim bir başka şeyse 7 ay
sonra 36 yaşına girecek oluşumdu.
Bununla ilgili mucizeyi henüz
bilmiyordum.
Gözlerimi cam ekrandaki sayılardan
harflere çevirdiğimde ise beynimde müthiş
bir uğuldama sesi duydum. Gözlerim
kararmaya cam ekrandaki harfler
bulanıklaşmaya başladı. Beynimde
uğuldayan sesler yükseldikçe yükseldi.
Kulaklarımı sağır edecek bir hal aldı.
Sonrasında belli belirsiz konuşmalar
işittim. Tartışmayı ve kararsızlığı andıran
konuşmalardan anlayabildiğim tek şey, o
harflerde kaderimin yazılı olduğu ve
onları okumama izin olmadığıydı. İnsanın
kendi kaderiyle bu kadar yüz yüze gelmesi
ve o kaderin ayrıntılarına ulaşamıyor
olması öyle garip bir çelişkiydi ki. Baştan
bilmesi mi değerliydi insanın kaderini
yoksa yaşayarak yön vermesi mi ona!
Evet, süre dolmuştu ve sınavın ikinci
kısmı başlıyordu işte. İkinci yatakta sırt
üstü uzanmıştım yine, iki yanımda iki ayrı
mumya ve ellerinde etlerimi liğme liğme
parçalayacak makaslar vardı.
Çırılçıplaktım ve bu yağmayı da koşulsuz
kabul etmekten başka bir seçeneğim yoktu
ve yağma başladı. Bir karganın bir leşi
parçalamasına benziyordu yaşadığım
durum. Canımdan can gidiyor ve ben bunu
da sükûnetle karşılıyordum.
14
Kendime olan inancım ve güvenim
arttıkça duyduğum acı hafifliyordu. Bu
durum neyin ifadesiydi bilmiyorum ama
sınavın ikinci aşamasını da başarıyla
geçmiştim.
Gözlerimi açtığımda boş duran üçüncü
yatakta değil, dizlerimin üstüne çökmüş
bir halde kaderimin yazılı olduğu cam
ekranın önündeydim. Ekranda yazılı olan
kaderim okumama fırsat verilmeden
silinivermişti. Kalbim hızla çarpıyor buna
rağmen ben nefes alıp vermekte
zorlanıyordum. Sonra ekranda harfler
yeniden belirmeye başladı, anlamlı birer
cümleye dönüştü ve ben o cümleleri
gözyaşları içinde fısıldamaya başladım.
Evren bir bütündür ve insan o bütünün en
değerli parçalarından birisidir. Bütünü
anlamlandırabilmek ve parçadaki sırrı
çözebilmek için, evrene ve insana farklı
bir gözle bakmak gerekir. İnsan kendi öz
varlığına farklı bir pencereden bakabildiği
ölçüde anlamlı bir neticeye varır. O netice
aşkın kendisidir. Nefes alıp verdiğimiz
sürece karşımıza çıkan her olay, iyi ya da
kötü bizden bir parça koparır, tıpkı senin
etlerinin liğme liğme edilmesi gibi.
Yağma ne kadar sürerse sürsün, insan bin
parçaya ne kadar bölünürse bölünsün
özünde bütünün sırrını, şifresini taşır ve
parçalandıkça aslında bütüne yaklaşır…
Ömür toprağında bir şeylerle başa
çıkabilmen için, başardıklarını hatırlaman
yeterli!
Okuduklarım karşısında donup kalmıştım.
Sonra bir el uzandı omzuma ve beni ayağa
kaldırdı. Sınavın ilk iki aşamasını
geçtiğimi üçüncü aşamayı ise ancak
yaşayarak ve tek başıma başarabileceğimi
söyledi.”
Rüyamın etkisi günlerce devam etti. Her
geçen gün bedenimin üstünden tonlarca
ağırlığın kalktığını hissediyor ve
rahatlıyordum. Günlerce rüyamın
hikmetini düşünüp durdum. Saat epey
ilerlemiş yemek vakti gelmişti. Ben
masamda oturmuş, aylardır bitirmek için
uğraştığım projeye son şeklini vermeye
çalışıyordum. Projeyi nasıl bitireceğime
dair hiçbir fikrim yoktu.
Çalışmamı bir kenara bırakıp, masadan
kalktım, pencereyi açıp derin bir nefes
aldım. Sonra istifa mektubumu yazmaya
başladım. İçimden bir ses “ Hadi Umut,
artık kendin olma vaktin geldi! “ diyordu.
İçimdeki sese kulak vermiş dergideki
işimden istifa etmiştim. Artık kendim
olacaktım. Ne yapmam gerektiğini, kim
olduğumu ve beni neyin mutlu edeceğini
artık biliyordum. Eve giderken ofis
malzemeleri satan bir dükkâna uğrayıp
kendime bir daktilo aldım.
Aradan 7 aymış geçmiş ve ben hayat
hikâyemi anlattığım romanımı
tamamlamıştım. Rüyamın hikmeti yavaş
yavaş çözülmeye başlamıştı 7 aydır küçük
mavi ilaçlara da ihtiyaç duymuyordum ve
seneler evvel tam 7 yaşında burun buruna
geldiğim ölüm çizgisi benim için 7 ayda
bir uyanışa dönüşmüştü. Romanımı
yayınevlerine yollamış ve heyecanla
yayınevlerinden gelecek haberi beklemeye
başlamıştım. Bir akşamüstü telefonum
çaldı, telefondaki ses yayınevinden
aradığını, romanımı çok beğendiklerini ve
basmaya karar verdiklerini, yayınevinin
sahibinin benimle en kısa sürede
görüşmek istediğini söylüyordu.
15
Telefonu kapattıktan sonra özenle
hazırlanıp evden çıktım. Kısa bir süre
sonra yayınevine varmıştım. Görevliye
kendimi tanıttıktan sonra bekleme odasına
geçtim. Yayınevi sahibinin benimle bizzat
görüşmek istediğini söylemişlerdi çünkü.
Kısa bir bekleme süresinden sonra kapı
açıldı ve içeriye uzun dalgalı saçlarıyla
genç bir kadın girdi. Yüzünü tam olarak
göremediğim bu genç kadını ancak odanın
ortasına geldikten sonra tam olarak
görebilmiştim. Kalbim hızla çarpmaya
başladı, dizlerimin bağı çözüldü,
gözlerime inanamadım, karşımda duran
genç kadın seneler evvel âşık olduğum ve
bir türlü açılamayıp, tarifsiz hasretini
içimde yıllarca taşıdığım ilk aşkım
Mavi’den başkası değildi. Seneler evvel
bir kıvılcımla başlayan aşk ateşi içimde
yeniden dev bir yangına dönüşüvermişti.
Mavi’yle birbirimize sımsıkı sarıldık.
Sonra uzun uzun konuştuk. Mavi, okul
bitince yurt dışına gitmiş ve bir süre orada
kalmıştı. Türkiye’ye dönünce de en büyük
hayali olan yayınevini kurmuş ve kurduğu
yayınevinin editörlüğünü de bizzat kendisi
yapmaya başlamıştı.
Romanım eline ulaştığında, vakit
kaybetmeden okumaya başlamış ve
okudukça da romandaki kahramanın ben
olduğumu anlamıştı. Romanımda Mavi de
vardı ve ona duyduğum derin aşk.
Yazdıklarımı gözyaşları içinde okumuş
çünkü ona duyduğum aşk aslında
karşılıksız değilmiş. İlk adımı benden
beklemiş, o adım gelmeyince de susmayı
tercih etmiş.
Hayatta bazı aşklar vardır yaşandığı için
değil yaşanmadığı için saflığını ve
kutsallığını korur.
Sohbetin sonunda Mavi’yi akşam
yemeğine davet ettim. Bu yemek benim
için çok özeldi. İlk aşkımı seneler sonra
bulmuş ve aşkımın karşılıksız olmadığını
öğrenmiştim. Akşam yemeği için özenle
hazırlandım. Mavi de göstermişti aynı
özeni. Yemekte üniversite yıllarımızdan
“Basın-Yayın” okumanın eğlenceli ve zor
yanlarından bahsettik.
Mavi’ye sıradan geçen yıllarımın sıkıcı
ayrıntılarından, dergideki işimin beni
mutlu etmeyişinden ve yazmaya karar
vermenin hayatımdaki dönüm noktası
oluşundan bahsettim uzun uzun.
Mavi yazdıklarımdan çok etkilenmiş ve
yazdıklarımla arayış içinde olan pek çok
insana umut olabileceğime inanmıştı.
Bir rüyayla hayatımın nasıl değiştiğini
düşündüm sessizce.
Evet, bu yemek benim için çok özeldi, ilk
aşkımla yediğim ilk yemekti ama benim
için apayrı bir anlamı daha vardı.
Yazmıştım, hayatım değişmişti, yazarak
hayatları değiştirebilecektim.
Rüyamın sırrı çözülmüş, sonsuz aşkın
insanları, doğayı ve tüm evreni karşılıksız
bir aşkla kucaklamak olduğunu bir kez
daha anlamıştım…
Dahası bugün benim doğum günümdü ve
ben 36 yaşına girmiştim.
Adile CAka
16
“Kitlelerle kütleler arasında bir yer ve zaman burası ve şimdi, yazmak lazım diyor içimdeki. Ait
olmadığın bir yerde, buraya ve şimdiye dâhil olmak, güzel, en başta. Bundan sonra, aynı yerden, yeni
olmamışlarla fakat çoğalmış olarak devam edeceğimi bilerek, hiç bu kadar yok olmadığımı yazmalıyım. Ve ilk
kez, öteni bu kadar görerek, umarsızım ötelenebileceğine, fakat öteni sensiz görmek istemeyerek belki… Her
şeyden öte, soru işaretleri yüzümüze dönük olunca, altı çizilecek bir aşk, kurtarılmayı bekliyor. Sanırım
kurtarırsak, göçmen kuşlar, adamıza göçeceklermiş...”(13 Mart 2014)
''ruhum için bir cami avlusu ortadalığı
kaderin kaçıncı filmiydisinden sorularla
ya edatının kaygılı birlikteliği
bir geniş halının üstünde yerlisi haki gömlek
ütü masasından düşmüşken
cebinde yanan pul.''
(16 Mart 2014)
…
Şimdi, seninle çevrimiçi konuşmak yerine sana seninle ihanet ediyorum. Benim
fonum, hep Firuze’dir, öyle bir çeşmeden damlar hissettiklerim. Uyuz olurum içimdeki
kelimelere ve bu, onları eşek sudan gidinceye kadar dövme şeklimdir affedersin... Hadi
sen de yaz Firuze fonunda. Yazmanın ihanetini yazmamanın şerefine tercih edebilir
misin, deyip öfkelen istiyorum. Hâlbuki yazacak ne çok şey var. Es geçtiğim gerçekler,
memleketin halleri, her şeyi çok bildiğini düşündüğümüz köşe yazarlarının saklısındaki
inciler, eski fotoğraflarda tanınan kendimiz, festivallere olan ilgimiz, bir yere gidince
herkesin yediğinden yemeler, ‘’Millet ne buluyor şunda?’’ dediklerimiz, yazmasam
daha iyiye bağladığımız anlar; fakat şeytan... Neyse işte gördüğün gibi seninle ciddi
şeyler konuşurken aslında Selvi Boylum Al Yazmalım oynuyor altyazıda. Üç noktalar
birikiyor bu plansız öyküde, biriktikçe ‘’Nilgün’’ aklıma geliyor. Üzülmekten başka
bir şey gelmiyor elimden. Bu, üçüncü Firuze. Sen isyanın kaçıncı istasyonusun?
Gerçekten, zor bir işin var burada. Bir istasyon serserisi imajla, öykümde en anlamlı
kahramansın. En sevdiği yemek et sote olmayan insan nasıl yakışmazsa fukara
sofrasına, senin anlamsızlığın da, burada olmamak…
Annesi öykü babası şiir olan biri var içimde, anadil sorunu yaşamakta, farklı bir
aksanla konuşuyor. Babasını küçük yaşta kaybetmiş, ona özlem duyuyor, annesinden de
şartlar gereği uzaklaşmış fakat seviyor annesini. Onu anlıyorum. Geçen, hayat müzesine
götürdüm onu, çok sıkıldı. Güvenlikçilerden daha kuvvetli, fakat utangaç. Sonra
müzenin kafesinde oturup tarhana çorbası içtik. Poşette... On altı TL verdik. O, ucuz
sanıyor bunu. Böyle, uçakla limana iniyor canı sıkılınca, konuşuyoruz içimde, sonra yine
ait olmadığı yere geri dönüyor. Şimdi sezen dinliyoruz... Slow değil. Bir kadına vermişti
bu şarkıyı, o da güzel söylüyor; o kadın, bu bizim arkadaşı tanıyordur belki büyüdüğü
mahalleden...
İnsanlara olan sevgimizi sadece yapıştırıcıyla benzeştirmemizden sonra, bize,
kimyamızda ülkeler prensler yaratan kahramanlar vardır, o ülkedeki çetrefillere benzer
bir akşam yaşanır buralarda... Oydu buydu, şuraydı buraydı derken yeni öyküler girdap
içinde sıralanır. Kiraz çiçekleri, parşömenler, şehnameler oturup beyaz bir kâğıda
nakşolurlar. Peyami'nin simerenyasında olmadıkları için hüzün yapışmıştır alınlarına. Ve
işte benim simerenyamda çağrışan yazının nakşısın sen.
Yirmi iki saat önce, bir roman kahramanının kahramanı olduk seninle…
“Ruhun boşluksuz. Tedavi edilmeyi bekleyen hastalık gibi oldunuz. Ben, böyle
hikâyelerin içinden seslenmek zorunda kaldım size. Biliyor musun sen benim kim
olduğumu unutsan da ben, benim sende ne olduğumu unutmadım. Şimdi ona konuşmak
isterdim, bak oğlum, daha fazla silme bizi yaz artık, demek isterdim ona, ama o bana
itibar edecek değil henüz. Aslında sen de itibar etmiyorsun, ben sadece sürecin gereğini
yetiriyorum. Hani hep yazı derdiniz ya, yazı, kendi kaderini ilk kez sizin öykünüzde
yazıyor. Onun caddesi İstiklal, sen Galata Köprüsü’ndeki balıkçıların misinasısın. Av
mevsimi geçecek ya da geçmeyecek. Sen, bir yerlerde olacaksın. Ben, kimi zaman, çizgi
filmlerdeki kuşlar gibi gözlerimi kısarak gülümseyeceğim size. Bu gülümsemelerdeki
anlamı siz belirleyeceksiniz. Neyse, önce ona maviyi sevdiğini anlatmalıyım, onun da
vişne çürüğü bir âlemi olduğunu anlatmalıyım sana. Onun kotunun arka cebine yapışmış
çimen lekelerinin asıl sebebini de anlamaya çalışmalısın. Onun umursamazlığına bir
yolculuktur bu. Ya da anlama sen bilirsin... İkimiz de çok acı çektik. Onun da genç
acıları olamaz mı? Onları, kanatmadan tedavi edebilmeliyiz. Bizler, birbirimize borçlu
varlıklarız. Biz nasıl sizin acılarınızı dindirdiysek, şimdi biz kurtulduk acılarımızdan,
bilirsin acılar paylaşıldıkça azalırdı, dindirmeye de devam edeceğim. Bu arada
Pollyanna'nın selamı var, söylemiş miydim? Arı Maya, çok özlemiş seni. Tom, seni
Twitter’den takip ediyormuş, ama bugünlerde gözükmüyormuşsun, hayırdır? Don Kişot
da, bir adamın gizemindeymiş, belki uğrarmış size. Neyse, bugünlük bu kadar yeter
herhalde. Sen de, bizden Orhan Pamuk'a, Elif Şafak'a, İskender'e selam söyler misin?
Mihmandar'la gurur duyuyoruz. Kendinize iyi bakın. Biz hep burada olacağız...” (J.W.)
Betül Taştekin
Bugün sahilde yürüdüm biraz.
Varlığından bile haberdar
olmadığım kum kokusunu ne çok
özlemişim meğer. Önce hasretini
çektiklerim aklıma gelmeye başladı
teker teker. Hiç yaşamadığım, belki
de hiç var olmayan ama özlediğim
şeyler dolandı zihnimde sonra da.
Mavi yosun kokusu gibi…
Özlediğim, unuttuğum birçok
şey vardı hayatımda
biliyordum.
Unutamadıklarımdan çok
daha acıklı değildi bu durum
elbette. Bir de hiç yasını
tutmadıklarım. Gidişini
özlemiyordum örneğin.
Günlerden pazardı. Seni kurtarmak için bütün aile seferber
olmuştuk. Ve Mayıstı seni son kez hastaneye götürdüğümüzde.
O inatçı tavrın, duyduğum son cümlelerde yine göstermişti
kendini. Dudağından dökülenleri hala duyar gibi oluyorum
arada.
Sonra öldün…
ç
Seni öldüren bu amansız hastalık değildi. Pek de
çabalamadın zaten. Hastalığına, o inatçı yüzünü
göstermediğinden anlıyordum bunu. Teslimiyet denilen
bayrağı en olmadık zamanda göndere çekmiştin. Benden
de saygı duruşuna katılmamı bekliyordun.
…ve ben nefes almaya başladım.
Hastalığın üçüncü evresinde uzaklaşmamızı istemiştin.
Bu çoktan senin kontrolünden çıkmıştı oysaki. Kaç kere
dediğimi hatırlamıyorum o insanlarla görüşmenin sana iyi
gelmediğini. Şu “bana bir şey olmaz” tavrın kendini
dağıtmanda büyük pay sahibi olmuştu doğrusu.
...bir bedene hapsolmak ne zormuş meğer. Şimdi
bakıyorum da sen gittikten sonra artık rahatım, sürekli
yine mi hastalanacağım derdi yok. Burada hastalık yok…
Dudağından dökülenleri hala duyar gibi oluyorum
arada: “Şu gördüğün mavi denizdeki pis kokan yeşil
yosunum ben! Sizin gibi değilim! Beni değiştirmeye
çalışmayın artık! Yeter!”
…kum kokusunu ne çok özlemişim meğer.
21
22
23
Ayrılık yok diye etmiştik yemin
Kavlimiz bir idi sarıldık gardaş
Sözlerine vefan bu mudur senin?
Unuttuk maziyi darıldık gardaş
Bir lokma ekmeğin katığı yavan
Baldan tatlı idi kuru bir soğan
Kimin gücü yeter derdin her zaman
Bir hiç uğruna mı kırıldık gardaş
Onca güzel günün hatrı kalmaz mı ?
Ara sıra insan selam salmaz mı ?
Mübarek bayramda çıkıp gelmez mi ?
Bu kadar mı kine karıldık gardaş
Mustafanın özü sevgiden yana
Nasıl da kıydılar bu iki cana
Toprağın kokusu bulaştı kana
Vurulup sineden serildik gardaş.
Çocuklarım oldu boylu boyunca
Gözlerim doluyor amcam deyince
Hele de sitemli sözler duyunca
Sanki can evinden vurulduk gardaş
Kul Hasan’ın sözü hasret çekene
Değişir mi insan gülü dikene
Kadir kıymet bilen gelsin yakına
Meyve veren bağdan sürüldük gardaş
Tek gömleği nasıl giydik sıralı
Ne günler yaşadık yoksul karalı
Böyle mi olurmuş dünya kuralı
Hani bükülmezdik yorulduk gardaş
Görenler hep bize gıpta ederdi
Böyle gardaş olan var mıdır derdi
Büyük küçük herkes bizi severdi
Bir deli poyrazdık durulduk gardaş
Kaderse neyleriz der şair ağa
Künyemiz yazılmış düşen yaprağa
Bize bağır açan kara toprağa
İkimiz yan yana verildik gardaş...
24
Hayat
Anne olmayı bekleyen bir kadın gibidir hayat. Ve hayat ne güzelliklere gebedir
her yeni gün. Keşfetmesini bilene. Bir süreç sabırla, mücadeleyle geçer ve sonunda
hak ettiğini alırsın. Çok da farklı olmasa gerek güçlü bir anneden, hayat… Yeter ki
sevmesini bileceksin. Yılmadan hayatın tüm aşamalarını geçip ders almasını bileceksin.
Gözlerin hep umutla parlayacak. Sen sen olmasan bile, sen daha çok sen olmuşsun
hayatın içinde. Gökkuşağı renginde sevdaların olacak sonra. Tüm renklerin güzelliğini
yaşayacaksın içinde. Sen kendini sevdikçe tüm dünya da seni sevecek. Hatta farklı
dünyalar bile sevecek seni. Hiç anlaşamam dediğin insanlarla bir ömür geçer mi diye
düşünürken , bir ömrün geçtiğini göreceksin sonra, inan. Sabırla işlenmiş her anın
mükafatı gibi , farklı dünyadan iki insanın anlaşması… İşte hayatın… Başrollerde sen
varsın. Hayatını en iyi oynayacak kişi sensin. Yılın en iyi oskar ödülünü sana kim verir
bilmem ama sen kendini hiç pişman hissetmemelisin. Öyle güzel hissetmelisin ki ,
sevdiğini belli etmeli ve öylece yaşamalısın. Yaşam senin ona baktığın gibi şekillenir.
Kimisi karşılıksız bir aşk , kimisi ise mecburi bir birliktelik gibidir yaşam. Seçim size ait.
Mutlu olmak için insan elinden geleni yapmalı, tüm engellere rağmen. Sevmek
hayatın amacı. Sevdiğinden mahrum kalmak, onu görememek en büyük ceza. Tıpkı
çocuğunu hiç kucağına alamayan bir anne gibi. Ya onu kaybetmiş veya hiç görememiş
bir anne. Sevgisini yüreğine gömmüş bir anne. Sevgilerin en gerçeği bir annenin
çocuğuna duyduğu sevgidir. Hayata da böyle bağlanmak gerekir. Annenin çocuğuna
bağlanması gibi. Hayatın tüm zorluklarına rağmen hiç şikayet etmeden , mücadeleye
devam eden kazanır her zaman. Sevdasını tüm renkleriyle kabul eden kazanır,
hayallerinin peşinden pes etmeden giden kazanır. Hep umutla , sevgiyle bakanlar
hayata, hayattaki diğer başrol kahramanlarının da kendisine öyle baktığını görür. İşte
mutlu bir hayat bu olsa gerek. Sevgiyle.
Emine Keçeci
(ebreza)25
Resmi bir devlet dairesinde türbe olduğunu hiç duymuş muydunuz, zaten başka bir
emsalinin dünyadaki varlığı duyulmadı!
Esasında bu emsalsizlik bir Osmanlı eseri kendisi gibi, bir ibreti alem vesilesi olarak
Sultanahmet meydanında bulunan tapu ve kadastro İstanbul bölge müdürlü binası
içerisinde ihlas ile Fatiha okumanızı bekleyen, mezar taşında 'ser virüb sır vermeyen
server dede ruhuna ihlas ile el-Fatiha' yazan bir Osmanlı devlet adamı defter-i hakanı
server dede.
1748 de Anadolu’da iki kasaba arasında meydana gelen bir mera paylaşımı taştırması
çözülememiş taraflar arasında
Mesele büyümüş ve devrin padişahı birinci Mahmud problemli beldenin tapu kayıtlarını
istediğini ferman buyurmuş, fakat cevaben: sultanımız af buyursunlar gece (mesai saatleri
dışında) tapu kayıtların daire dışına çıkamayacağı haberi gelmiş
hiddetlenen padişah server dedenin infazına karar verip boynunu vurduruyor,
mesele irdelendiğinde esasında server dedenin fatih sultan Mehmet hanın koyduğu kanun
olan tapu evrakının gece dışarı çıkarılmaması maddesi gereğince hareket ettiği ortaya
çıkınca, görev yaptığı binanın içine göreve kanunlara olan sadakatini hayatının önüne
koyan bir görev şehidi olarak defnedilmesini aynı padişah ferman buyuruyor.
Esnaf localarından Ahi Evran
tekkelerinden kayıtlardan,
kulaklardan kulaklara geçmiş
dükkânların her gün besmele ile
açılışı ile beraber o mesleğin üstadına
gönderilen hürmetli selamlar vardır.
Yani her mesleğin bir evliyası vardır,
memuriyetin evliyasında server dede!
Server dede sonrası memuriyet
hayatına başlayan Osmanlı erkânının
besmele ardında adını andığı
ziyaretine gittiği bilinir.
SER VERİP SIR VERMEYEN
27
Osmanlı arşiv belgecinde, bu olayın görevi kötüye kullananlara hitaben yansımalarından
biri, devrin padişahı 18.yüzyılın sonralarında memurlara hitaben yazdığı emir şöyle
bazı defterhane memurlarından önemli miktarda geliri olduğu halde iş sahiplerine 'sır
vermek olur, sırrı açığa vurmak olmaz' diye
ölümü göze alan ve bürolarının yanında gömülü bulunan server dedenin koyduğu kurallar
aksine rüşvet aldıkları öğrenilmiştir.
Dedelerinin görev sadakatinden utanmaları gereken bu Memurlar, yakalandıkları takdirde
cezalandırılacaklardır, diyor.
Bir sonraki sayıda aynı her bir kum tanesinin bir birinden farklı olduğu
bütünlüğünde kuma dönüştüğü gibi,
Medeniyetimizin zerreleri ile bütünleşmek üzere Allah'a emanet olun.
28
Technology in the 21 st century
Nowadays we are dependent on
technology. In the 21st century
technolgy is both improving and
damaging our lives. Old and new
inventions make our lives easier. We
can't even imagine a life without them.
We think they are vital. We don't care
about a lot of inventions but technology
started with the use of fire. Fire is
everything today like water.
Imagine the time when people
used piegons to send messages to one an
other. What if the piegon died and the
news couldn't reach the adress. Now we
find it quite funny but that was the truth
in the past or people travelled months
and months without cars,planes. You
see how difficult it is.
If we come today look at the
things we have at home. Television,
computer, washing machine,
disswasher, iron, fridge, hair drier etc.
Nearly forget! Mobile phones of
course.Even the poorest family and the
youngest child have mobile phones and
they are all very expensive. They have
cameras and every detail. How did it
become so popular and common? A
research says that in Turkey an average
family has four mobile phones. This is
shocking news. People say life is very
expensive and difficult but they still go
on buying mobiles.
Do you know the advantages and
disadvantages of them?
advantages of mobile phones:
- the biggest and the most important
advantage is that you can carry it whereever
you want without cables and electricity.
- ın emercency cases for instance if an
accident or something bad happens you can
definitely use it.
- you can use the internet whenever you
want.
- you can takes photos or videos easily .
- with the help of internet you can buy
something even while you are sitting on
your bed.
- you can play games with your mobile.
- the best songs can be listened.
As you see the list is endless.
disadvantages of mobile phones:
-radiation from mobile phones is really
dangerous for your health especially for the
old and children.
- a high tech mobşle is really expensive.
Also great amount of bill can smile you.
-in the use of driving it damages the system
of of your car.
-it decreases the social life between people.
- students are getting lazier and lazier.
-big loves finish in short time because of
massages.
I hear your saying enough. OK then. no
problem. Take care but this is not the end.
BELKIS POSUL29
Üfürümler
Bu yorumlarda farklılıkların en önemli belirleyicisini farklı kültürler oluşturur. Tüm
bu soyut tanımlarının yanı sıra peyzaj somut bir alan üstüne kurulur. Hazırlanan
projelere tarihsel geçmiş araştırılıp çalışma mekanizmaları anlanarak başlanır; son
olarak da nasıl ilerleyebileceği belirlenerek tamamlanır. Tüm bunları yaparken
çeşitli bilim dallarını da kullanır.
Meryem Tanrıkulu
Çeviri: Ayşe Yıldız
Peyzaj deneyimdir.
Peyzaj, 30 yıllık kısa bir
geçmişiyle asırlardır süre gelen
diğer alanlara göre gelişme
sürecinde diyebileceğimiz genç bir
disiplindir. Geleneksel olarak
estetik bir imajı olan bu disiplin ilk
tablolarda ortaya çıkmış sanatla iç
içe bir temelden gelmektedir. Zaten
peyzaj kelimesi de İtalyanca da
paesaggio «yurttan gördüğün»
anlamına gelen kelimeden
gelmektedir. Peyzajın öznel de bir
duruşu vardır. Günümüz dünyasının
dayattığı sadece görme duyusu
üzerine kurulu bir düzen bu
disipline çok uzaktır. Bakan kişinin
tüm duyularıyla algılaması, onu
ifade etmesi çok önemlidir.
Müzik ve İnsan Doğası
İnsanın yeryüzündeki varoluş sahnesinde yerini almasından bile eski bir hikâyesi
vardır müziğin. Galaksilerin, bulutsuların, gezegenlerin kısacası her şeyin bir müziği
vardır. İnsanın vücudundaki kan dolaşımı esnasında kanın akış sesi “si”, dünyanınkisi
“fa”dır. Güneşinki ise kalp atışımızla aynıdır. Ve her ses titreşiminin frekansı, her
notanın titreşim değeri vardır.
Düşünürsek bir ney sesi yada ney dinletisi esnasında ya da farklı bir enstrümanı
dinlerken, ortamda ya da kişide bir motivasyon oluşur. Kalabalık bir topluluktaki tüm
dinleyenler tek bir noktaya odaklanır. İçsellik!
Çünkü o an müzik -nota- kulaktan zihne ulaşır ve beyinde olağanüstü bir hormonal yani
duygusal devinim başlar. Ve müziğin skalası ve kullanılan nota dizgeleri dinleyenin ya
da dinleyicilerin o anki halet-i ruhiyyetini dizayn eder. Çünkü ses (sonic) bir radyasyon
türüdür. O nedenle çok güçlü bir etkiye sahiptir.
İnsan biyolojik ve fizyolojik olarak sıvılardan ve hormonlardan oluşan bir yapıdadır. Ve
bu anlamda sonic manipilasyona herkes açıktır. Dedik ya! İnsandan önce de doğada
müzik vardı. İnsandan sonra da müüzik olacaktır. Müzik enerjinin değişik bir formudur.
Bu nedenle, sayısız müzik tarzı ve formu insanlığın gelişimi ile birlikte paralize bir
şekilde oluşmuştur. Dikkat edin, yaşamın hızı ile müzikteki “bpm”(hız-devir-metronom)
da değişmiştir. Artık daha dijitalize ev electronic bir sounda evriliş söz konusudur.
Mistik yapıdaki müzikler vardır. Fakat daha çok dini ve spiritüel alanlarda icra ve
tatbiki söz konusudur.
“Müzik, ruhun gıdasıdır.” Diye bir söz vardır. Ne ile beslendiğinize dikkat edin!
Zina müzik: İçinizde bastırılmış profilinizi açığa çıkaran en önemli katalizörlerden
sadece birisidir.
Erkan Bal
33
Menkibe
Evliyanın büyüklerinden, tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından
olup Seyyid-üt Taife denmekle meşhurdur. Künyesi, Ebû’l –
Kâsımdır. Cüneyd Bin Muhammed hicri 207(M. 822) yılında
Nehâvend’de doğdu. Bağdat’ta büyüdü. Ve 298(M.S. 911)’de 91
yaşında orada vefat etti. Kabr-i Şerifi hocası ve dayısı Sırrî-yi
Sekatî’nin kabri yanındadır. Süfyan-ı Sevri hazretlerinin derslerinde
yetişti. Tasavvufu dayısı Sırrî-yi Sekatî’den öğrendi. Asrının kutbu
idi. Binlerce vali yetiştirdi. Otuz defa yaya olarak haca gitti.
Kerametleri, nasihatleri, hikmetli sözleri ve ihlâslı amelleri ile
meşhur oldu. Zahiri ilimleri İmam-ı Şafiinin talebelerinden Ebû
Serv’den öğrendi. Cüneyd-i Bağdadi Hz. Otuz sene cemaatle
namazda kıldığı namazlarda ilk tekbiri kaçırmadı. Namazda kalbine
dünyevi bir düşünce gelse o namazı tekrar kılardı. Daima Allahu
Tealayı hatırlardı. Her gün 400 rekât namaz kılardı. Otuz yıl yatsı
namazından sonra hiç uyumadan ibadet ile meşgul oldu. Cüneyd-i
Bağdadi Hz. Henüz yedi yaşında iken, hocası (aynı zamanda dayısı
olan) Sırrî-yi Sekatî (r.a.) tarafından hacca götürüldü. Mescid-i
Haramda dörtyüz kadar büyük zat, şükür hakkında konuşuyorlardı.
Her zar şükrü tarifi ve izah ettiler. Neticede dörtyüz ayrı izah
meydana geldi ise de, hepsi bu tarif ve izahları yetersiz buldular.
Hz. Sırrî-yi Sekatî (r.a.), orada bulunan Cüneyd’e: “ Mademki
buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle” dedi. Hz. Cüneyd “
Şükür, Allahu Tealanın ihsân ettiği nimeti sermaye olarak
kulanmamaktır. “ buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevaba pesk
sevinip “Tebrik ederiz, maksadı en güzel şekilde ifade ettin. Bu,
ancak bu şekilde tarif edilebilirdi.” Dediler. Birisi Cüneyd-i
Bağdadi’ye “Gözümü yabancı kadınlara bakmaktan nasıl
korunabilirim?” diye sordu. Cüneyd(r.a.) buyurdu ki “ Yabancı
kadını gördüğün zaman Allahu Tealanın seni, senin o kadını
görmenden daha iyi gördüğünü hatırla.” Buyurdu.
34
Cüneyd-i Bağdadi Hz.lerinin bir talebesi vardı. Bütün iyilik ve
faziletler onda mevcuttu. Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdadi
Hz. Onu pek ziyade seviyor, diğer talebeler ise bu hali çekemiyorlardı.
Talebelerinin bu hali Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine ma’lum oldu.
Talebelerinin eline birer tane kuş verdi ve buyurdu ki: “Her biriniz bu
kuşları kimse görmedik bir yerde boğazlayıp getirsin.” Hepsi de
kendilerine verilen kuşları aldılar. Varıp ıssız bir mahallede boğazlayıp
getirdiler. Yalnız o talebesi boğazlamadan getirdi. Cüneyd-i Bağdadi Hz.
“Niçin boğazlamadın?” buyurdu.
.”Hocam! siz kuşları görmedik bir yere boğazlayın demiştiniz. Ben ise bir
ıssız yer bulamadım. Her yeri Allah-û Teala görüyor” deyince Cüneyd-i
Bağdadi Hz. Buyurdu ki: “Arkadaşınızın firasetini gördünüz mü?”
Talebelerinin hepsi de tövbe ettiler ve boyunlarını büküp Cüneyd-i
Bağdadi Hazretlerine afedilmelerini dilediler.
Salihlerden bir zat rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i
gördü. Hz. Cüneyd de yanlarında duruyordu. Bu sırada biri gelip
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e bir sual sordu. Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) “Bunun cevabını Cüneydden iste, o cevap
versin.” Buyurdular. Cüneyd (r.a) “Ya Resulullah! Sizin mübarek
huzurunuzda ben nasıl konuşabilirim?” deyince Peygamber
Efendimiz “Diğer peygamberlerden her biri ümmetlerinin tamamı
için ne düşünüyorlarsa, ben de, Cüneyd ile o kadar öğünürüm.”
Buyurdular. Cüneyd-i Bağdadi’ye (r.a) “Tevazu nedir?” diye
sordular. Cevabında buyurdu ki: “Şefkat ve merhamet kanatlarını
(ona kuşun yavrularını koruyabilmek için üzerlerine kanatlarını
germesi misali) mahlûklar üzerine germen ve herkese karşı
yumuşak davranmandır.”
Erol ŞSengür
Dipnot
Tabakat- us Sûfiyye sh 155, Tabakat-ül Kübra cild2 sh 98, Vefayat-ül Ayan cild1 sh 98,
Tarihi Bağdat, Saadeti Ebediyye, Hilyet-ül Evliya cild 10 sh 23
Siraç Dergi | Sayı 1

Más contenido relacionado

La actualidad más candente

AşKıN Vav Haliii
AşKıN Vav HaliiiAşKıN Vav Haliii
AşKıN Vav Haliiialternatif68
 
81750495 dunden-bugune-i̇nsan
81750495 dunden-bugune-i̇nsan81750495 dunden-bugune-i̇nsan
81750495 dunden-bugune-i̇nsankomsu65
 
Bedri Ruhselman - Ruhlar Arasında - horozz.net
Bedri Ruhselman - Ruhlar Arasında - horozz.netBedri Ruhselman - Ruhlar Arasında - horozz.net
Bedri Ruhselman - Ruhlar Arasında - horozz.netAdnan Dan
 
Mantik ve ri sal ei nur
Mantik ve ri sal ei nurMantik ve ri sal ei nur
Mantik ve ri sal ei nurAhmet Türkan
 

La actualidad más candente (6)

Mevlana'da Sembol Şahsi̇yet "İnsan"
Mevlana'da Sembol Şahsi̇yet  "İnsan"Mevlana'da Sembol Şahsi̇yet  "İnsan"
Mevlana'da Sembol Şahsi̇yet "İnsan"
 
AşKıN Vav Haliii
AşKıN Vav HaliiiAşKıN Vav Haliii
AşKıN Vav Haliii
 
81750495 dunden-bugune-i̇nsan
81750495 dunden-bugune-i̇nsan81750495 dunden-bugune-i̇nsan
81750495 dunden-bugune-i̇nsan
 
Bedri Ruhselman - Ruhlar Arasında - horozz.net
Bedri Ruhselman - Ruhlar Arasında - horozz.netBedri Ruhselman - Ruhlar Arasında - horozz.net
Bedri Ruhselman - Ruhlar Arasında - horozz.net
 
Mantik ve ri sal ei nur
Mantik ve ri sal ei nurMantik ve ri sal ei nur
Mantik ve ri sal ei nur
 
Amaki hayal[1]
Amaki hayal[1]Amaki hayal[1]
Amaki hayal[1]
 

Similar a Siraç Dergi | Sayı 1

EVRİM FELSEFESİ
EVRİM FELSEFESİEVRİM FELSEFESİ
EVRİM FELSEFESİVural Yigit
 
Rollo May - Yaratma Cesareti - horozz.net
Rollo May - Yaratma Cesareti - horozz.netRollo May - Yaratma Cesareti - horozz.net
Rollo May - Yaratma Cesareti - horozz.netAdnan Dan
 
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdfSULEYMANATILLA1
 
bilim-özetler-s
bilim-özetler-sbilim-özetler-s
bilim-özetler-stoprakcan
 
Tanri Yanilgisi / Richard Dawkins
Tanri  Yanilgisi / Richard  DawkinsTanri  Yanilgisi / Richard  Dawkins
Tanri Yanilgisi / Richard DawkinsATA FE COB
 
CHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİ
CHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİCHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİ
CHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİHear O World
 
A special album of davetname
A special album of davetnameA special album of davetname
A special album of davetnamebeyazarifakbas
 
Marshall sahlins
Marshall sahlinsMarshall sahlins
Marshall sahlinsBilal Emrah
 
Alevi aydınlanması
Alevi aydınlanmasıAlevi aydınlanması
Alevi aydınlanmasıMemet Çamur
 

Similar a Siraç Dergi | Sayı 1 (20)

6.-hafta.pptx
6.-hafta.pptx6.-hafta.pptx
6.-hafta.pptx
 
Rıza şehri
Rıza şehriRıza şehri
Rıza şehri
 
EVRİM FELSEFESİ
EVRİM FELSEFESİEVRİM FELSEFESİ
EVRİM FELSEFESİ
 
Insan Tanrı
Insan TanrıInsan Tanrı
Insan Tanrı
 
Rollo May - Yaratma Cesareti - horozz.net
Rollo May - Yaratma Cesareti - horozz.netRollo May - Yaratma Cesareti - horozz.net
Rollo May - Yaratma Cesareti - horozz.net
 
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
 
Zül fi kâr
Zül fi kârZül fi kâr
Zül fi kâr
 
Hikmet damlalari
Hikmet damlalariHikmet damlalari
Hikmet damlalari
 
RIDVAN UYSAL
RIDVAN UYSALRIDVAN UYSAL
RIDVAN UYSAL
 
Tevhid
TevhidTevhid
Tevhid
 
Peyami Safa - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsanPeyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa - Millet ve İnsan
 
bilim-özetler-s
bilim-özetler-sbilim-özetler-s
bilim-özetler-s
 
Tanri Yanilgisi / Richard Dawkins
Tanri  Yanilgisi / Richard  DawkinsTanri  Yanilgisi / Richard  Dawkins
Tanri Yanilgisi / Richard Dawkins
 
Darwinizm
DarwinizmDarwinizm
Darwinizm
 
CHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİ
CHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİCHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİ
CHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİ
 
Once insan
Once insanOnce insan
Once insan
 
A special album of davetname
A special album of davetnameA special album of davetname
A special album of davetname
 
Marshall sahlins
Marshall sahlinsMarshall sahlins
Marshall sahlins
 
Agarta
AgartaAgarta
Agarta
 
Alevi aydınlanması
Alevi aydınlanmasıAlevi aydınlanması
Alevi aydınlanması
 

Siraç Dergi | Sayı 1

  • 1.
  • 2.
  • 3.
  • 4.
  • 5.
  • 6. İR İ İ İ İ
  • 7.
  • 8.
  • 9.
  • 10.
  • 11.
  • 12.
  • 13.
  • 14. Einstein Yanılıyordu Einstein tanrı zar atmaz. demişti. Yani Evranle ilgili herşey determine bir yapıda düşünüyordu. Zaten quantum fiziği ile ilgili birçok tuhaflığı ve karşılaştığı görüşü kendi içinde kabullenemiyordu. Ne ironiktir ki kuantum fiziğinin fikir babalarından birsidir Einstein. Fakat bir türlü evrendeki bellirizliği(yani quantumsal alandaki parçaçacıkların) ve bu düzeyin kurallarını ve yapısını, dahası tuhaflıklarını kanıksayamıyor idi. Ömrünün sonuna kadar da bu bakışı değişmedi. Fakat bu reddediş gerçeği değiştirmedi ve Quantum Fiziği ve ardından gelen yeni kuram ve yaklaşımlar (String Teorisi, Kaos Fiziği, Süpersimetri) zamanın en önemli kuramları haline geldiler. Nobel ödüllü bu dahi kişinin reddettiği gerçek şu idi: Bir Alman bilim adamı olan Werner Heinsberg(1927) in adı ile tarihe geçmiş olan “Belirsizlik İlkesi” bize şunu söylüyordu. “Bir parçacığın konumunu ne kadar büyük kesinlikte bilirsek, aynı anda parçacığın momentumunu o kadar düşük kesinlikte bilebiliriz.” Yani bir parçacığın aynı anda hem konumunu hem de hızını ölçemezsiniz. Ya hızını belirlersiniz ya da konumunu. Ama ikisini asla! İşte bu durumu Einstein kabullenemiyordu. Oysa Heinsberg haklıydı. “Tanrı zar atıyordu.”
  • 15. -Quantumsal Tuhaflıklar- Quantum : “Quanta” sözcüğünden gelir ve “parçacık” demektir. Fakat en önemli kavranılası olan ise bu sözcüğü kullandığımızda neden söz ettiğimizi bilmektir. Quantum dediğimizde (10-33 cm) gibi bir küçüklükten bahsederiz. Bu değer (- 10.000.000.000.000.) yanında 30 tane sıfır gibi oloğanüstü sayıya tekabül eder. Böylesi düzeyde kurallar farklıdır. Çılgınca bir titreşim ortamı vardır. Burada zaman ve mekân yoktur. Lâmekân ve tersinmezlik vardır. (Bir bardağın yere düşüp parçalandıktan sonra tekrar eski haline dönebilmesini sağlayan şartlar). Ayrıca bu düzeyde “locality” yoktur. Non – locality(teklik) vardır. Yukarıda bahsettiğimiz tuhaf durumlar bu ortamın yanlızca küçük bir tasviridir. Her parçacığın sonsuz olasılıkta varyasyonları vardır. Bu durumun adı da “superposition”dur. Birçok olasılığın üst üste bulunması halidir. Bunun yanı sıra (10- 11)boyutluluk vs. Bütün bu saydıklarımız Quantum potansiyel alanın barındırdığı tuhaflıkların küçük bir kısmıdır. Artık hayat ne tuhaf derken bir kere daha düşünün. Erkan Bal 8
  • 16. 5 Kültürel Değişim Fobisi (Kişisel Gelişim) İnsanoğlu, tarihsel süreç içerisindeki her evrede bazı ahlaki ve kültürel değişimlere uğramıştır. Bu değişim sancıları sonucunda davranış ve kavramlarda yeni algı ve olgular oluşmuş ve etkileşimdeki madde ve mana âleminin içerisinde değer farklılıkları meydana gelmiştir. Kültür, Ralph Hilton’un söylemiyle öğrenilmiş davranışlar ve bu davranışların sonuçlarından meydana gelen bir bütündür. Kültür, içerisinde barındırdığı toplulukların yapı taşlarını oluşturan ve bağlı olduğu kolektifi bir arada tutan bir mekanizmadır. Bu mekanizma, bütünleşitirici, etkleşimci ve şartlarına uygun yenilenme özelliğiyle insan doğası açısından mühimdir. Toplumlararası mücadele ve rekabette maddi üstünlüğün değil, kültürün üstünlüğü asıl zaferi ortaya koyar. Bu nedenle oluşan rekabet süreçleri, ulusal kimliği tehdit altına alır. Çünkü kültür sisteminin içinde bulunan gruplar, varlıklarını sürdürmelerinin kültüre bağlı olduğu inancındadır. İnancın özündeki en temel maddeler ise insanın yapı taşlarını oluşturan dil, din, ırk, kültür, vb. yapıtaşları insanlar arasındaki bağı oluşturduklarından dolayı varlığını sürdürebilme çabası kültürü elde tutmanın fedakârlığı yolunda bulunur. Kültürel değişim, bulunduğu dönemin şartlarına uyarlanma sürecinde oluşan bazı senkronal olaylar bütünüdür. Kültürlerin değişmesi, toplumsal gereksinimlerin bir ürünüdür. Her geçen zamanın ardında küresel boyuttaki etkileşim ve teknoloji daha hızlı gelişim göstermeye başladı. Bununla beraber oluşan bu gereksinimlerim de artışı hızlandı. Bu değişim fonksiyonunu, kültürün doğal bir formu olarak görmemiz gerekir. Böylece kültürel değişimleri rasyonel bir ortamda inceleme eyleminde bulunuruz. Çoğu zaman kültürel değişimleri, kültür yozlaşmasıyla karıştırmamız nedeniyle oluşan her değişim süreci bir yozlaşma fobisi olarak yerini almış durumdadır. Kültürel değişimler, Sokrat’ın ele aldığı bazı yazılarında (M.Ö.) genç kitlenin kültürel olarak bozulduğunu tespit edip eleştirdiğine şahit oluyoruz. Demek ki, bu değişim her zaman varlığını sürdürmüş ve sürdürmeye de devam edecektir. Kültür, döneminin oluşturduğu kaba göre şeklini belirler ve bu belirleme süreci doğal bir şekilde kendiliğinden doğar.
  • 17. 6 Nasıl ki bir su ilk önce buharlaşır, yoğunlaşma ile beraber havaya yükselir, o yükseklikte toplanır ve tekrar su olarak geri döner. Aynı su döngüsündeki gibi kültür, hava şartlarında göre değişikliğe uğrar ve tekrar eski kavramına yeni hali ile geri döner. Sistemdeki oluşumda optimum dengeyi yakaladığımızda kültürün varlığı daha sağlam yapılar üzerinde oturtulacaktır. Mamafih bu değişim, kültürü ayakta tutan yapı taşlarına zarar verirse kültür yozlaşması kendini hissettirir hale gelir. Bu yapı taşları dil, vatan, millet, inanç, özgürlük, anane, örf ve adetler olarak sıraladığımızda toplumun hassas ve elzem olguları olduğunu idrak edebiliriz. İşte bu ayrımı iyi bir şekilde ortaya koyabilirsek ulusal olarak iktisadi ve sosyolojik gelişmeyi de sağlamış oluruz. Bir binanın kolonları hasar görürse küçük şiddetli bir deperemde yıkılacağını tahmin edebiliriz. Bu nedenlerle beraber kültürel değişimlerdeki şekliyetçilik kavramını çok önemsemek boş bir çabalamadır. Yeter ki bizi biz yapan değerlere saygı duyup, yapılması gerekenleri uygulayalım. Ele aldığımız bu fikirleri toplarsak, kültürel değişimi bir fobi yaratmak suretiyle yansıtmak, ulusal menfaatimiz ve kendi menfaatlerimizden ötürü büyük bir gerileme eğilimine neden olur. Tabii ki değişimler, sonuçları açısından zararlı da olabilir. Bu gibi olumsuzlukların yaşanmaması için, bilinçli bir etki-tepki ilişkisi oluşturup kontrollü, sağlam, istikrarlı ve yumuşak bir değişim sürecini ortaya koymamız gerekir. Ve kültürel değişimi diğer kavramlarla karıştırmadan rasyonel çerçevede optimize ederek değerlendirmeliyiz. Fatih Turap Kaynar
  • 18. 7 Uyanıs. Uzun ve yorucu bir günün ardından düşünebildiğim tek şey gözlerimi sımsıkı kapatıp bir an evvel uykuya dalmaktı. Sadece uyumak istiyordum, bir daha hiç uyanmamak üzere… Uyumak istiyordum çünkü tüm zerrelerimi kaplayan ağır kaybolmuşluk hissinden kurtulmanın en kestirme yolu uyumaktan geçiyordu benim için... Derin bir arayış içindeydim ve en kötüsü neyi aradığımı bilmiyordum. Bir yanda bilinmezlik bir yanda hiçlik duygusu bedenimi ve tüm varlığımı kasıp kavuruyordu. Kendimi zamanın savrulduğu bir evrenin parçası gibi hissederken, mekâna sığamıyor olmak, varlığımı tarifsiz bir yokluğa hapsediyordu! Sabah toplamadan çıktığım yatağıma tekrar girmeden evvel, uzun zamandır hayatımın bir parçası haline gelmiş olan küçük mavi ilaçlarımdan bir tanesini daha içip derin bir uykuya dalabilecek olmanın verdiği rahatlıkla, kendimden geçercesine ışığa veda edip karanlıkla buluşmak üzere harekete geçtim. Günlük yaşamın sıradanlığından sıyrılıp, rüyalardan da kâbuslardan da bin bir renk taşıdığı halde siyaha mahkûm olan ruhum için! Ürkek ve bir o kadar emin adımlarla mutfağa yöneldim. Dolabın kapağını açıp küçük mavi haplarımdan aldım ve aynı ivedilikle doldurduğum bardağı sımsıkı kavrayıp, ilacımı birkaç yudum su ile içiverdim. Uyanabilmek için, derin bir uyku; uyuyabilmek içinse masmavi bir kurtarıcıya ihtiyaç duyuyor olmak var olan yorgunluğuma bir yenisini daha eklese de öz varlığım adına bundan gayrı yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Acizlikle karışık ruhumun derinliklerinde hissettiğim kaybolmuşluk duygusu eşliğinde yatağa yöneldim ve her zaman yaptığım gibi bir mum yakıp gözlerimi sımsıkı kapattım. Saatler geçmişti, gözlerimi açtığımda bedenim bir tüy kadar hafiflemiş, içim tarifsiz bir huzurla dolmuştu. Karşıladığım gün ışığı ilk defa öncekilere benzemiyordu. Yorgun başladığım bir geceyi ilk defa mutlu ve dingin bir sabahla karşılamıştım çünkü. Bunun nedeni uzun zamandır yaşamadığım bir tecrübeyi yaşamış olmaktı.
  • 19. Bir rüya… Bu öyle bir rüyaydı ki, kalbim hala etkisindeydi ve hızla çarpıyordu, bedenimin tüm zerreleri de sonsuz bir aşkla sarsılıyordu. Uzun zamandır içinde kaybolduğum boşluğun anlamı, rüyama da sirayet etmiş olan aşktı. Sonsuz, sınırsız, katıksız bir aşk... Bir var oluş mücadelesi! Senelerce her gözde, her tende, her sözde ve en çok da kendi öz varlığımda aradığım aşk… Aşkı arıyordum çünkü aşk, yaratılış sırrını özünde barındırabilen tek kaynaktı. Kendi kendime aşkın anlamını sorgulayıp dururken, rüyamı anımsadım yeniden… “ Rüyamda, her yanı siyah camlarla kaplı çok katlı bir binanın önündeydim. İçimde bir yerlere geç kalmış olmanın verdiği telaş ve heyecan vardı. Binanın önünde gerçek yaşamda tanımadığım halde rüya âleminde yakın olduğum dostlarım vardı. Yanlarına usulca yaklaştım. Rüya yoldaşlarım, beni görür görmez, içeri girme sırasının bende olduğunu ve içerden beklendiğimi söylediler. Bina, insanlar, bekleyiş… Tüm bunların ne anlama geldiğini bilmiyordum. Tek bildiğim varlığımın derinliklerinde hissettiğim vuslat haliydi. Rüyadaki dostlarım, içerde beni neyin beklediğine dair kısa ama etkili birkaç cümle kurdu. Binanın içindeki şey her neyse, eğer başarılı bir şekilde atlatabilirsem, tüm hayatımın değişeceğini söylüyorlardı. Bunları duymuş olmak heyecanımı daha da arttırmıştı. Emin ama bir o kadar ürkek adımlarla binaya girdim. İçeri bir morg kadar soğuk ve renksizdi ve binanın içi sadece grinin hâkim olduğu cam bir tavan, camdan duvarlar ve gri bir morg çekmecesinden ibaretti. Sonra derin ve etkileyici bir ses eşlik etti tüm o griliğe… O ses, çırılçıplak soyunmamı ve çekmeceye uzanmamı istiyordu. Karşı çıkmaya ya da oradan kaçıp uzaklaşmaya gücümün yetmeyeceği de aşikârdı. O gür sese teslim oldum ve soyunup çekmeceye uzandım. Kulakları sağır eden bir gürültüyle çekmece kapandı. Bu olay binanın içinde yer alan asıl bölüme geçişin giriş kapısıydı bunu anlamış olmak merakımı bir kat daha arttırmıştı. Bu nasıl bir odaydı ki normal bir giriş kapısı bile yoktu. Girdiğim odanın türlü hallerinin tuhaflığı bir yana, bedenimin aldığı şekil çok daha inanılmazdı. Rüya âlemiyle ilgili olsa gerek haller arası geçiş tarifsiz bir hızla gerçekleşiyordu. Bembeyaz bir örtüyle kaplanmış ve yan yana duran üç yataktan ilkinde mumyalanmış bir biçimde sırtüstü yatıyordum. Odanın dört bir yanı camdan ince ekranlarla doluydu. Ekranların üzerinde rakamlar, sayılar, şekiller ve bilmediğim bir alfabeyle yazılmış cümleler vardı. Bunlar sadece göz hareketlerimle algılayabildiğim şeylerdi çünkü gözlerim dışında vücudumun başka hiçbir yerini hareket ettiremiyordum. 12
  • 20. İçimde garip hisler belirmişti. Ben, nerede ve nasıl bir yerde olduğumdan ziyade, niçin orada olduğumla ilgili kafamda dönüp duran sorularla meşgulken öncekinden daha güçlü ve etkileyici bir ses odayı doldurmuştu bile… Odadaki ses, heybetli görünüşüne rağmen, insanda şefkat ve güven uyandıran, beyazlar içinde karşımda duran kişiye aitti. Bana, güven içinde olduğumu, buraya seçildiğim için getirildiğimi, buradan çıktıktan sonra da hayatımın tümüyle değişeceğini söylüyordu. Farklı bir insan olduğumun bilincindeydim ama bu farklılığın beni seçilmiş insanlardan biri haline getirebileceğini hiç düşünmemiştim. Ses yeniden yükseldi ve bir sınava tabi tutulacağımı söyledi. Bu öyle bir sınavdı ki kazanmanın tek şartı kendime duyduğum güven ve değişeceğime yürekten inanmamdı... Kendine güvenmek ve inanç… Galiba hayatımın tüm sıradanlığı içinde kaybolup duruşumda bu iki kelimenin özel bir yeri vardı. Sonra sınavın aşamalarından bahsedilmeye başlandı. İlk aşamada uzanmakta olduğum yatağın altında lavların ve korların oluşturduğu bir ateş yakılacaktı ve etlerim o ateşte parça parça dağılıp eriyecek ve ben yavaş yavaş yok olacaktım. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ve kendimi eritmekte olan sıcaklığın güçlü etkisine bıraktım. Gözlerimi yeniden açtığımda ikinci yataktaydım. Ne ateş vardı ne de kül. Yanıp yok olan bedenim değildi sanki… O an aklımdan geçen ilk şey, sınavın ilk aşamasını başarıyla tamamlamış olduğumdu. İçinde bulunduğum ortamın öyle bir atmosferi vardı ki, insan bu ortamda kendini önemli, güçlü ve farklı hissediyordu. Beni yakmayan o ateşin sırrını yine o güçlü ses açıklıyordu bana. Bazı kalpler vardır yaratılıştan gelen tüm güzellikleri içinde barındırabilen, işte o kalplerdir dünyanın türlü ağırlıklarına rağmen alıp verdiği her nefesin hakkını vermeye devam eden. O kalplerde ne bir günah barınır ne kin ne de nefret. Sonsuz aşkın en masum taşıyıcısıdır çünkü o kalpler. Kimi zaman yorgun düşseler de hayatın birbirinden farklı telaşları içinde ne karşılıksız sevmekten vazgeçerler ne de içlerinde uğradıkları türlü haksızlıklara rağmen vicdan barındırmaktan. Bu sebeple sonsuz bir aşkla müjdelenir o kalpler, o müjdenin kaynağında ise ateş vardır çünkü asıl yanan, eriyip yok olan beden değil, ruhtaki boşluklardır. Ateşe koşulsuz razı oluşundur, o ateşin seni yakmamasının asıl sebebi ve yanmaya rıza göstermiş bir kalbi dünya misafirhanesinde artık hiçbir ateş yakıp küle çeviremez. Ateşler içinde yanıp, kâbuslarla sarsıldığım ve sonrasında da uykusuzluğa mahkûm olduğum sayısız gece geçti içimden. Demek ki ateşe teslim olmadan arınamıyordu insan… 13
  • 21. Sınavın ikinci aşamasına geçilmeden evvel etrafı bir kez daha seyre daldım. Gözlerimin görebildiği alanı bakışlarımla taramaya başladım. Tam karşımdaki duvarda yan yana sıralanmış çeşitli rakamlar vardı. Fark ettiğim ilk sayı 7 olmuştu sonra 24 ve 36’yı gördüm… Duvardaki rakam ve sayıların benim için ifade ettiği anlamlar yansıyınca ömür toprağıma tarifsiz bir duyguyla dolup taştım o an. İrkilmiştim çünkü hayatımın dönüm noktalarının anahtarlarıydı tüm o sayılar. 7 yaşındayken mahallede arkadaşlarımla oynarken bir dereye düşmüş ve boğulmaktan son anda kurtulmuştum. Yaşam beni daha küçücük yaşımda ölümle sınamış ve ölümün o soğuk yüzüyle tanıştırmıştı. İlerleyen yıllarda rüyalarımda defalarca boğulduğumu görmüş ve 7 yaşındayken yaşadığım o acı tecrübeyi içimden bir türlü söküp atamamıştım. 24 yaşında genç bir üniversite öğrencisiyken ilk aşkımla karşılaşmış ve ona bir türlü açılamamıştım. Bakışları, kokusu ve sesiyle kalbimin derinliklerinde iklimler yaratan o genç kızı, Mavi’yi, hala her anımsadığımda yüreğimin tenhalığında ince bir sızı duyardım. Sonrasında mezun olmuş ve günlük yaşamın telaşı içinde oradan oraya savrulup durmuştum. Bir alt sınıfta okuyan Mavi ise, öğrendiğime göre okulu birincilikle bitirip yurt dışına yerleşmişti. İlk aşkımın son durumuyla ilgili ise hiçbir fikrim yoktu. İlginç olansa, bu tuhaf rüya ortamında, bu farklı atmosferde, belki de kaderimin şifrelerini yansıtan bu ekranda, aşkla tanıştığım tarihin yer alıyor olmasıydı. Anlam veremediğim bir başka şeyse 7 ay sonra 36 yaşına girecek oluşumdu. Bununla ilgili mucizeyi henüz bilmiyordum. Gözlerimi cam ekrandaki sayılardan harflere çevirdiğimde ise beynimde müthiş bir uğuldama sesi duydum. Gözlerim kararmaya cam ekrandaki harfler bulanıklaşmaya başladı. Beynimde uğuldayan sesler yükseldikçe yükseldi. Kulaklarımı sağır edecek bir hal aldı. Sonrasında belli belirsiz konuşmalar işittim. Tartışmayı ve kararsızlığı andıran konuşmalardan anlayabildiğim tek şey, o harflerde kaderimin yazılı olduğu ve onları okumama izin olmadığıydı. İnsanın kendi kaderiyle bu kadar yüz yüze gelmesi ve o kaderin ayrıntılarına ulaşamıyor olması öyle garip bir çelişkiydi ki. Baştan bilmesi mi değerliydi insanın kaderini yoksa yaşayarak yön vermesi mi ona! Evet, süre dolmuştu ve sınavın ikinci kısmı başlıyordu işte. İkinci yatakta sırt üstü uzanmıştım yine, iki yanımda iki ayrı mumya ve ellerinde etlerimi liğme liğme parçalayacak makaslar vardı. Çırılçıplaktım ve bu yağmayı da koşulsuz kabul etmekten başka bir seçeneğim yoktu ve yağma başladı. Bir karganın bir leşi parçalamasına benziyordu yaşadığım durum. Canımdan can gidiyor ve ben bunu da sükûnetle karşılıyordum. 14
  • 22. Kendime olan inancım ve güvenim arttıkça duyduğum acı hafifliyordu. Bu durum neyin ifadesiydi bilmiyorum ama sınavın ikinci aşamasını da başarıyla geçmiştim. Gözlerimi açtığımda boş duran üçüncü yatakta değil, dizlerimin üstüne çökmüş bir halde kaderimin yazılı olduğu cam ekranın önündeydim. Ekranda yazılı olan kaderim okumama fırsat verilmeden silinivermişti. Kalbim hızla çarpıyor buna rağmen ben nefes alıp vermekte zorlanıyordum. Sonra ekranda harfler yeniden belirmeye başladı, anlamlı birer cümleye dönüştü ve ben o cümleleri gözyaşları içinde fısıldamaya başladım. Evren bir bütündür ve insan o bütünün en değerli parçalarından birisidir. Bütünü anlamlandırabilmek ve parçadaki sırrı çözebilmek için, evrene ve insana farklı bir gözle bakmak gerekir. İnsan kendi öz varlığına farklı bir pencereden bakabildiği ölçüde anlamlı bir neticeye varır. O netice aşkın kendisidir. Nefes alıp verdiğimiz sürece karşımıza çıkan her olay, iyi ya da kötü bizden bir parça koparır, tıpkı senin etlerinin liğme liğme edilmesi gibi. Yağma ne kadar sürerse sürsün, insan bin parçaya ne kadar bölünürse bölünsün özünde bütünün sırrını, şifresini taşır ve parçalandıkça aslında bütüne yaklaşır… Ömür toprağında bir şeylerle başa çıkabilmen için, başardıklarını hatırlaman yeterli! Okuduklarım karşısında donup kalmıştım. Sonra bir el uzandı omzuma ve beni ayağa kaldırdı. Sınavın ilk iki aşamasını geçtiğimi üçüncü aşamayı ise ancak yaşayarak ve tek başıma başarabileceğimi söyledi.” Rüyamın etkisi günlerce devam etti. Her geçen gün bedenimin üstünden tonlarca ağırlığın kalktığını hissediyor ve rahatlıyordum. Günlerce rüyamın hikmetini düşünüp durdum. Saat epey ilerlemiş yemek vakti gelmişti. Ben masamda oturmuş, aylardır bitirmek için uğraştığım projeye son şeklini vermeye çalışıyordum. Projeyi nasıl bitireceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Çalışmamı bir kenara bırakıp, masadan kalktım, pencereyi açıp derin bir nefes aldım. Sonra istifa mektubumu yazmaya başladım. İçimden bir ses “ Hadi Umut, artık kendin olma vaktin geldi! “ diyordu. İçimdeki sese kulak vermiş dergideki işimden istifa etmiştim. Artık kendim olacaktım. Ne yapmam gerektiğini, kim olduğumu ve beni neyin mutlu edeceğini artık biliyordum. Eve giderken ofis malzemeleri satan bir dükkâna uğrayıp kendime bir daktilo aldım. Aradan 7 aymış geçmiş ve ben hayat hikâyemi anlattığım romanımı tamamlamıştım. Rüyamın hikmeti yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı 7 aydır küçük mavi ilaçlara da ihtiyaç duymuyordum ve seneler evvel tam 7 yaşında burun buruna geldiğim ölüm çizgisi benim için 7 ayda bir uyanışa dönüşmüştü. Romanımı yayınevlerine yollamış ve heyecanla yayınevlerinden gelecek haberi beklemeye başlamıştım. Bir akşamüstü telefonum çaldı, telefondaki ses yayınevinden aradığını, romanımı çok beğendiklerini ve basmaya karar verdiklerini, yayınevinin sahibinin benimle en kısa sürede görüşmek istediğini söylüyordu. 15
  • 23. Telefonu kapattıktan sonra özenle hazırlanıp evden çıktım. Kısa bir süre sonra yayınevine varmıştım. Görevliye kendimi tanıttıktan sonra bekleme odasına geçtim. Yayınevi sahibinin benimle bizzat görüşmek istediğini söylemişlerdi çünkü. Kısa bir bekleme süresinden sonra kapı açıldı ve içeriye uzun dalgalı saçlarıyla genç bir kadın girdi. Yüzünü tam olarak göremediğim bu genç kadını ancak odanın ortasına geldikten sonra tam olarak görebilmiştim. Kalbim hızla çarpmaya başladı, dizlerimin bağı çözüldü, gözlerime inanamadım, karşımda duran genç kadın seneler evvel âşık olduğum ve bir türlü açılamayıp, tarifsiz hasretini içimde yıllarca taşıdığım ilk aşkım Mavi’den başkası değildi. Seneler evvel bir kıvılcımla başlayan aşk ateşi içimde yeniden dev bir yangına dönüşüvermişti. Mavi’yle birbirimize sımsıkı sarıldık. Sonra uzun uzun konuştuk. Mavi, okul bitince yurt dışına gitmiş ve bir süre orada kalmıştı. Türkiye’ye dönünce de en büyük hayali olan yayınevini kurmuş ve kurduğu yayınevinin editörlüğünü de bizzat kendisi yapmaya başlamıştı. Romanım eline ulaştığında, vakit kaybetmeden okumaya başlamış ve okudukça da romandaki kahramanın ben olduğumu anlamıştı. Romanımda Mavi de vardı ve ona duyduğum derin aşk. Yazdıklarımı gözyaşları içinde okumuş çünkü ona duyduğum aşk aslında karşılıksız değilmiş. İlk adımı benden beklemiş, o adım gelmeyince de susmayı tercih etmiş. Hayatta bazı aşklar vardır yaşandığı için değil yaşanmadığı için saflığını ve kutsallığını korur. Sohbetin sonunda Mavi’yi akşam yemeğine davet ettim. Bu yemek benim için çok özeldi. İlk aşkımı seneler sonra bulmuş ve aşkımın karşılıksız olmadığını öğrenmiştim. Akşam yemeği için özenle hazırlandım. Mavi de göstermişti aynı özeni. Yemekte üniversite yıllarımızdan “Basın-Yayın” okumanın eğlenceli ve zor yanlarından bahsettik. Mavi’ye sıradan geçen yıllarımın sıkıcı ayrıntılarından, dergideki işimin beni mutlu etmeyişinden ve yazmaya karar vermenin hayatımdaki dönüm noktası oluşundan bahsettim uzun uzun. Mavi yazdıklarımdan çok etkilenmiş ve yazdıklarımla arayış içinde olan pek çok insana umut olabileceğime inanmıştı. Bir rüyayla hayatımın nasıl değiştiğini düşündüm sessizce. Evet, bu yemek benim için çok özeldi, ilk aşkımla yediğim ilk yemekti ama benim için apayrı bir anlamı daha vardı. Yazmıştım, hayatım değişmişti, yazarak hayatları değiştirebilecektim. Rüyamın sırrı çözülmüş, sonsuz aşkın insanları, doğayı ve tüm evreni karşılıksız bir aşkla kucaklamak olduğunu bir kez daha anlamıştım… Dahası bugün benim doğum günümdü ve ben 36 yaşına girmiştim. Adile CAka 16
  • 24. “Kitlelerle kütleler arasında bir yer ve zaman burası ve şimdi, yazmak lazım diyor içimdeki. Ait olmadığın bir yerde, buraya ve şimdiye dâhil olmak, güzel, en başta. Bundan sonra, aynı yerden, yeni olmamışlarla fakat çoğalmış olarak devam edeceğimi bilerek, hiç bu kadar yok olmadığımı yazmalıyım. Ve ilk kez, öteni bu kadar görerek, umarsızım ötelenebileceğine, fakat öteni sensiz görmek istemeyerek belki… Her şeyden öte, soru işaretleri yüzümüze dönük olunca, altı çizilecek bir aşk, kurtarılmayı bekliyor. Sanırım kurtarırsak, göçmen kuşlar, adamıza göçeceklermiş...”(13 Mart 2014) ''ruhum için bir cami avlusu ortadalığı kaderin kaçıncı filmiydisinden sorularla ya edatının kaygılı birlikteliği bir geniş halının üstünde yerlisi haki gömlek ütü masasından düşmüşken cebinde yanan pul.'' (16 Mart 2014) … Şimdi, seninle çevrimiçi konuşmak yerine sana seninle ihanet ediyorum. Benim fonum, hep Firuze’dir, öyle bir çeşmeden damlar hissettiklerim. Uyuz olurum içimdeki kelimelere ve bu, onları eşek sudan gidinceye kadar dövme şeklimdir affedersin... Hadi sen de yaz Firuze fonunda. Yazmanın ihanetini yazmamanın şerefine tercih edebilir misin, deyip öfkelen istiyorum. Hâlbuki yazacak ne çok şey var. Es geçtiğim gerçekler, memleketin halleri, her şeyi çok bildiğini düşündüğümüz köşe yazarlarının saklısındaki inciler, eski fotoğraflarda tanınan kendimiz, festivallere olan ilgimiz, bir yere gidince herkesin yediğinden yemeler, ‘’Millet ne buluyor şunda?’’ dediklerimiz, yazmasam daha iyiye bağladığımız anlar; fakat şeytan... Neyse işte gördüğün gibi seninle ciddi şeyler konuşurken aslında Selvi Boylum Al Yazmalım oynuyor altyazıda. Üç noktalar birikiyor bu plansız öyküde, biriktikçe ‘’Nilgün’’ aklıma geliyor. Üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Bu, üçüncü Firuze. Sen isyanın kaçıncı istasyonusun? Gerçekten, zor bir işin var burada. Bir istasyon serserisi imajla, öykümde en anlamlı kahramansın. En sevdiği yemek et sote olmayan insan nasıl yakışmazsa fukara sofrasına, senin anlamsızlığın da, burada olmamak…
  • 25. Annesi öykü babası şiir olan biri var içimde, anadil sorunu yaşamakta, farklı bir aksanla konuşuyor. Babasını küçük yaşta kaybetmiş, ona özlem duyuyor, annesinden de şartlar gereği uzaklaşmış fakat seviyor annesini. Onu anlıyorum. Geçen, hayat müzesine götürdüm onu, çok sıkıldı. Güvenlikçilerden daha kuvvetli, fakat utangaç. Sonra müzenin kafesinde oturup tarhana çorbası içtik. Poşette... On altı TL verdik. O, ucuz sanıyor bunu. Böyle, uçakla limana iniyor canı sıkılınca, konuşuyoruz içimde, sonra yine ait olmadığı yere geri dönüyor. Şimdi sezen dinliyoruz... Slow değil. Bir kadına vermişti bu şarkıyı, o da güzel söylüyor; o kadın, bu bizim arkadaşı tanıyordur belki büyüdüğü mahalleden... İnsanlara olan sevgimizi sadece yapıştırıcıyla benzeştirmemizden sonra, bize, kimyamızda ülkeler prensler yaratan kahramanlar vardır, o ülkedeki çetrefillere benzer bir akşam yaşanır buralarda... Oydu buydu, şuraydı buraydı derken yeni öyküler girdap içinde sıralanır. Kiraz çiçekleri, parşömenler, şehnameler oturup beyaz bir kâğıda nakşolurlar. Peyami'nin simerenyasında olmadıkları için hüzün yapışmıştır alınlarına. Ve işte benim simerenyamda çağrışan yazının nakşısın sen. Yirmi iki saat önce, bir roman kahramanının kahramanı olduk seninle… “Ruhun boşluksuz. Tedavi edilmeyi bekleyen hastalık gibi oldunuz. Ben, böyle hikâyelerin içinden seslenmek zorunda kaldım size. Biliyor musun sen benim kim olduğumu unutsan da ben, benim sende ne olduğumu unutmadım. Şimdi ona konuşmak isterdim, bak oğlum, daha fazla silme bizi yaz artık, demek isterdim ona, ama o bana itibar edecek değil henüz. Aslında sen de itibar etmiyorsun, ben sadece sürecin gereğini yetiriyorum. Hani hep yazı derdiniz ya, yazı, kendi kaderini ilk kez sizin öykünüzde yazıyor. Onun caddesi İstiklal, sen Galata Köprüsü’ndeki balıkçıların misinasısın. Av mevsimi geçecek ya da geçmeyecek. Sen, bir yerlerde olacaksın. Ben, kimi zaman, çizgi filmlerdeki kuşlar gibi gözlerimi kısarak gülümseyeceğim size. Bu gülümsemelerdeki anlamı siz belirleyeceksiniz. Neyse, önce ona maviyi sevdiğini anlatmalıyım, onun da vişne çürüğü bir âlemi olduğunu anlatmalıyım sana. Onun kotunun arka cebine yapışmış çimen lekelerinin asıl sebebini de anlamaya çalışmalısın. Onun umursamazlığına bir yolculuktur bu. Ya da anlama sen bilirsin... İkimiz de çok acı çektik. Onun da genç acıları olamaz mı? Onları, kanatmadan tedavi edebilmeliyiz. Bizler, birbirimize borçlu varlıklarız. Biz nasıl sizin acılarınızı dindirdiysek, şimdi biz kurtulduk acılarımızdan, bilirsin acılar paylaşıldıkça azalırdı, dindirmeye de devam edeceğim. Bu arada Pollyanna'nın selamı var, söylemiş miydim? Arı Maya, çok özlemiş seni. Tom, seni Twitter’den takip ediyormuş, ama bugünlerde gözükmüyormuşsun, hayırdır? Don Kişot da, bir adamın gizemindeymiş, belki uğrarmış size. Neyse, bugünlük bu kadar yeter herhalde. Sen de, bizden Orhan Pamuk'a, Elif Şafak'a, İskender'e selam söyler misin? Mihmandar'la gurur duyuyoruz. Kendinize iyi bakın. Biz hep burada olacağız...” (J.W.) Betül Taştekin
  • 26. Bugün sahilde yürüdüm biraz. Varlığından bile haberdar olmadığım kum kokusunu ne çok özlemişim meğer. Önce hasretini çektiklerim aklıma gelmeye başladı teker teker. Hiç yaşamadığım, belki de hiç var olmayan ama özlediğim şeyler dolandı zihnimde sonra da. Mavi yosun kokusu gibi… Özlediğim, unuttuğum birçok şey vardı hayatımda biliyordum. Unutamadıklarımdan çok daha acıklı değildi bu durum elbette. Bir de hiç yasını tutmadıklarım. Gidişini özlemiyordum örneğin. Günlerden pazardı. Seni kurtarmak için bütün aile seferber olmuştuk. Ve Mayıstı seni son kez hastaneye götürdüğümüzde. O inatçı tavrın, duyduğum son cümlelerde yine göstermişti kendini. Dudağından dökülenleri hala duyar gibi oluyorum arada. Sonra öldün…
  • 27. ç Seni öldüren bu amansız hastalık değildi. Pek de çabalamadın zaten. Hastalığına, o inatçı yüzünü göstermediğinden anlıyordum bunu. Teslimiyet denilen bayrağı en olmadık zamanda göndere çekmiştin. Benden de saygı duruşuna katılmamı bekliyordun. …ve ben nefes almaya başladım. Hastalığın üçüncü evresinde uzaklaşmamızı istemiştin. Bu çoktan senin kontrolünden çıkmıştı oysaki. Kaç kere dediğimi hatırlamıyorum o insanlarla görüşmenin sana iyi gelmediğini. Şu “bana bir şey olmaz” tavrın kendini dağıtmanda büyük pay sahibi olmuştu doğrusu. ...bir bedene hapsolmak ne zormuş meğer. Şimdi bakıyorum da sen gittikten sonra artık rahatım, sürekli yine mi hastalanacağım derdi yok. Burada hastalık yok… Dudağından dökülenleri hala duyar gibi oluyorum arada: “Şu gördüğün mavi denizdeki pis kokan yeşil yosunum ben! Sizin gibi değilim! Beni değiştirmeye çalışmayın artık! Yeter!” …kum kokusunu ne çok özlemişim meğer.
  • 28. 21
  • 29. 22
  • 30. 23
  • 31. Ayrılık yok diye etmiştik yemin Kavlimiz bir idi sarıldık gardaş Sözlerine vefan bu mudur senin? Unuttuk maziyi darıldık gardaş Bir lokma ekmeğin katığı yavan Baldan tatlı idi kuru bir soğan Kimin gücü yeter derdin her zaman Bir hiç uğruna mı kırıldık gardaş Onca güzel günün hatrı kalmaz mı ? Ara sıra insan selam salmaz mı ? Mübarek bayramda çıkıp gelmez mi ? Bu kadar mı kine karıldık gardaş Mustafanın özü sevgiden yana Nasıl da kıydılar bu iki cana Toprağın kokusu bulaştı kana Vurulup sineden serildik gardaş. Çocuklarım oldu boylu boyunca Gözlerim doluyor amcam deyince Hele de sitemli sözler duyunca Sanki can evinden vurulduk gardaş Kul Hasan’ın sözü hasret çekene Değişir mi insan gülü dikene Kadir kıymet bilen gelsin yakına Meyve veren bağdan sürüldük gardaş Tek gömleği nasıl giydik sıralı Ne günler yaşadık yoksul karalı Böyle mi olurmuş dünya kuralı Hani bükülmezdik yorulduk gardaş Görenler hep bize gıpta ederdi Böyle gardaş olan var mıdır derdi Büyük küçük herkes bizi severdi Bir deli poyrazdık durulduk gardaş Kaderse neyleriz der şair ağa Künyemiz yazılmış düşen yaprağa Bize bağır açan kara toprağa İkimiz yan yana verildik gardaş... 24
  • 32. Hayat Anne olmayı bekleyen bir kadın gibidir hayat. Ve hayat ne güzelliklere gebedir her yeni gün. Keşfetmesini bilene. Bir süreç sabırla, mücadeleyle geçer ve sonunda hak ettiğini alırsın. Çok da farklı olmasa gerek güçlü bir anneden, hayat… Yeter ki sevmesini bileceksin. Yılmadan hayatın tüm aşamalarını geçip ders almasını bileceksin. Gözlerin hep umutla parlayacak. Sen sen olmasan bile, sen daha çok sen olmuşsun hayatın içinde. Gökkuşağı renginde sevdaların olacak sonra. Tüm renklerin güzelliğini yaşayacaksın içinde. Sen kendini sevdikçe tüm dünya da seni sevecek. Hatta farklı dünyalar bile sevecek seni. Hiç anlaşamam dediğin insanlarla bir ömür geçer mi diye düşünürken , bir ömrün geçtiğini göreceksin sonra, inan. Sabırla işlenmiş her anın mükafatı gibi , farklı dünyadan iki insanın anlaşması… İşte hayatın… Başrollerde sen varsın. Hayatını en iyi oynayacak kişi sensin. Yılın en iyi oskar ödülünü sana kim verir bilmem ama sen kendini hiç pişman hissetmemelisin. Öyle güzel hissetmelisin ki , sevdiğini belli etmeli ve öylece yaşamalısın. Yaşam senin ona baktığın gibi şekillenir. Kimisi karşılıksız bir aşk , kimisi ise mecburi bir birliktelik gibidir yaşam. Seçim size ait. Mutlu olmak için insan elinden geleni yapmalı, tüm engellere rağmen. Sevmek hayatın amacı. Sevdiğinden mahrum kalmak, onu görememek en büyük ceza. Tıpkı çocuğunu hiç kucağına alamayan bir anne gibi. Ya onu kaybetmiş veya hiç görememiş bir anne. Sevgisini yüreğine gömmüş bir anne. Sevgilerin en gerçeği bir annenin çocuğuna duyduğu sevgidir. Hayata da böyle bağlanmak gerekir. Annenin çocuğuna bağlanması gibi. Hayatın tüm zorluklarına rağmen hiç şikayet etmeden , mücadeleye devam eden kazanır her zaman. Sevdasını tüm renkleriyle kabul eden kazanır, hayallerinin peşinden pes etmeden giden kazanır. Hep umutla , sevgiyle bakanlar hayata, hayattaki diğer başrol kahramanlarının da kendisine öyle baktığını görür. İşte mutlu bir hayat bu olsa gerek. Sevgiyle. Emine Keçeci (ebreza)25
  • 33.
  • 34. Resmi bir devlet dairesinde türbe olduğunu hiç duymuş muydunuz, zaten başka bir emsalinin dünyadaki varlığı duyulmadı! Esasında bu emsalsizlik bir Osmanlı eseri kendisi gibi, bir ibreti alem vesilesi olarak Sultanahmet meydanında bulunan tapu ve kadastro İstanbul bölge müdürlü binası içerisinde ihlas ile Fatiha okumanızı bekleyen, mezar taşında 'ser virüb sır vermeyen server dede ruhuna ihlas ile el-Fatiha' yazan bir Osmanlı devlet adamı defter-i hakanı server dede. 1748 de Anadolu’da iki kasaba arasında meydana gelen bir mera paylaşımı taştırması çözülememiş taraflar arasında Mesele büyümüş ve devrin padişahı birinci Mahmud problemli beldenin tapu kayıtlarını istediğini ferman buyurmuş, fakat cevaben: sultanımız af buyursunlar gece (mesai saatleri dışında) tapu kayıtların daire dışına çıkamayacağı haberi gelmiş hiddetlenen padişah server dedenin infazına karar verip boynunu vurduruyor, mesele irdelendiğinde esasında server dedenin fatih sultan Mehmet hanın koyduğu kanun olan tapu evrakının gece dışarı çıkarılmaması maddesi gereğince hareket ettiği ortaya çıkınca, görev yaptığı binanın içine göreve kanunlara olan sadakatini hayatının önüne koyan bir görev şehidi olarak defnedilmesini aynı padişah ferman buyuruyor. Esnaf localarından Ahi Evran tekkelerinden kayıtlardan, kulaklardan kulaklara geçmiş dükkânların her gün besmele ile açılışı ile beraber o mesleğin üstadına gönderilen hürmetli selamlar vardır. Yani her mesleğin bir evliyası vardır, memuriyetin evliyasında server dede! Server dede sonrası memuriyet hayatına başlayan Osmanlı erkânının besmele ardında adını andığı ziyaretine gittiği bilinir. SER VERİP SIR VERMEYEN 27
  • 35. Osmanlı arşiv belgecinde, bu olayın görevi kötüye kullananlara hitaben yansımalarından biri, devrin padişahı 18.yüzyılın sonralarında memurlara hitaben yazdığı emir şöyle bazı defterhane memurlarından önemli miktarda geliri olduğu halde iş sahiplerine 'sır vermek olur, sırrı açığa vurmak olmaz' diye ölümü göze alan ve bürolarının yanında gömülü bulunan server dedenin koyduğu kurallar aksine rüşvet aldıkları öğrenilmiştir. Dedelerinin görev sadakatinden utanmaları gereken bu Memurlar, yakalandıkları takdirde cezalandırılacaklardır, diyor. Bir sonraki sayıda aynı her bir kum tanesinin bir birinden farklı olduğu bütünlüğünde kuma dönüştüğü gibi, Medeniyetimizin zerreleri ile bütünleşmek üzere Allah'a emanet olun. 28
  • 36. Technology in the 21 st century Nowadays we are dependent on technology. In the 21st century technolgy is both improving and damaging our lives. Old and new inventions make our lives easier. We can't even imagine a life without them. We think they are vital. We don't care about a lot of inventions but technology started with the use of fire. Fire is everything today like water. Imagine the time when people used piegons to send messages to one an other. What if the piegon died and the news couldn't reach the adress. Now we find it quite funny but that was the truth in the past or people travelled months and months without cars,planes. You see how difficult it is. If we come today look at the things we have at home. Television, computer, washing machine, disswasher, iron, fridge, hair drier etc. Nearly forget! Mobile phones of course.Even the poorest family and the youngest child have mobile phones and they are all very expensive. They have cameras and every detail. How did it become so popular and common? A research says that in Turkey an average family has four mobile phones. This is shocking news. People say life is very expensive and difficult but they still go on buying mobiles. Do you know the advantages and disadvantages of them? advantages of mobile phones: - the biggest and the most important advantage is that you can carry it whereever you want without cables and electricity. - ın emercency cases for instance if an accident or something bad happens you can definitely use it. - you can use the internet whenever you want. - you can takes photos or videos easily . - with the help of internet you can buy something even while you are sitting on your bed. - you can play games with your mobile. - the best songs can be listened. As you see the list is endless. disadvantages of mobile phones: -radiation from mobile phones is really dangerous for your health especially for the old and children. - a high tech mobşle is really expensive. Also great amount of bill can smile you. -in the use of driving it damages the system of of your car. -it decreases the social life between people. - students are getting lazier and lazier. -big loves finish in short time because of massages. I hear your saying enough. OK then. no problem. Take care but this is not the end. BELKIS POSUL29
  • 37. Üfürümler Bu yorumlarda farklılıkların en önemli belirleyicisini farklı kültürler oluşturur. Tüm bu soyut tanımlarının yanı sıra peyzaj somut bir alan üstüne kurulur. Hazırlanan projelere tarihsel geçmiş araştırılıp çalışma mekanizmaları anlanarak başlanır; son olarak da nasıl ilerleyebileceği belirlenerek tamamlanır. Tüm bunları yaparken çeşitli bilim dallarını da kullanır. Meryem Tanrıkulu Çeviri: Ayşe Yıldız Peyzaj deneyimdir. Peyzaj, 30 yıllık kısa bir geçmişiyle asırlardır süre gelen diğer alanlara göre gelişme sürecinde diyebileceğimiz genç bir disiplindir. Geleneksel olarak estetik bir imajı olan bu disiplin ilk tablolarda ortaya çıkmış sanatla iç içe bir temelden gelmektedir. Zaten peyzaj kelimesi de İtalyanca da paesaggio «yurttan gördüğün» anlamına gelen kelimeden gelmektedir. Peyzajın öznel de bir duruşu vardır. Günümüz dünyasının dayattığı sadece görme duyusu üzerine kurulu bir düzen bu disipline çok uzaktır. Bakan kişinin tüm duyularıyla algılaması, onu ifade etmesi çok önemlidir.
  • 38. Müzik ve İnsan Doğası İnsanın yeryüzündeki varoluş sahnesinde yerini almasından bile eski bir hikâyesi vardır müziğin. Galaksilerin, bulutsuların, gezegenlerin kısacası her şeyin bir müziği vardır. İnsanın vücudundaki kan dolaşımı esnasında kanın akış sesi “si”, dünyanınkisi “fa”dır. Güneşinki ise kalp atışımızla aynıdır. Ve her ses titreşiminin frekansı, her notanın titreşim değeri vardır. Düşünürsek bir ney sesi yada ney dinletisi esnasında ya da farklı bir enstrümanı dinlerken, ortamda ya da kişide bir motivasyon oluşur. Kalabalık bir topluluktaki tüm dinleyenler tek bir noktaya odaklanır. İçsellik! Çünkü o an müzik -nota- kulaktan zihne ulaşır ve beyinde olağanüstü bir hormonal yani duygusal devinim başlar. Ve müziğin skalası ve kullanılan nota dizgeleri dinleyenin ya da dinleyicilerin o anki halet-i ruhiyyetini dizayn eder. Çünkü ses (sonic) bir radyasyon türüdür. O nedenle çok güçlü bir etkiye sahiptir. İnsan biyolojik ve fizyolojik olarak sıvılardan ve hormonlardan oluşan bir yapıdadır. Ve bu anlamda sonic manipilasyona herkes açıktır. Dedik ya! İnsandan önce de doğada müzik vardı. İnsandan sonra da müüzik olacaktır. Müzik enerjinin değişik bir formudur.
  • 39. Bu nedenle, sayısız müzik tarzı ve formu insanlığın gelişimi ile birlikte paralize bir şekilde oluşmuştur. Dikkat edin, yaşamın hızı ile müzikteki “bpm”(hız-devir-metronom) da değişmiştir. Artık daha dijitalize ev electronic bir sounda evriliş söz konusudur. Mistik yapıdaki müzikler vardır. Fakat daha çok dini ve spiritüel alanlarda icra ve tatbiki söz konusudur. “Müzik, ruhun gıdasıdır.” Diye bir söz vardır. Ne ile beslendiğinize dikkat edin! Zina müzik: İçinizde bastırılmış profilinizi açığa çıkaran en önemli katalizörlerden sadece birisidir. Erkan Bal 33
  • 40. Menkibe Evliyanın büyüklerinden, tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olup Seyyid-üt Taife denmekle meşhurdur. Künyesi, Ebû’l – Kâsımdır. Cüneyd Bin Muhammed hicri 207(M. 822) yılında Nehâvend’de doğdu. Bağdat’ta büyüdü. Ve 298(M.S. 911)’de 91 yaşında orada vefat etti. Kabr-i Şerifi hocası ve dayısı Sırrî-yi Sekatî’nin kabri yanındadır. Süfyan-ı Sevri hazretlerinin derslerinde yetişti. Tasavvufu dayısı Sırrî-yi Sekatî’den öğrendi. Asrının kutbu idi. Binlerce vali yetiştirdi. Otuz defa yaya olarak haca gitti. Kerametleri, nasihatleri, hikmetli sözleri ve ihlâslı amelleri ile meşhur oldu. Zahiri ilimleri İmam-ı Şafiinin talebelerinden Ebû Serv’den öğrendi. Cüneyd-i Bağdadi Hz. Otuz sene cemaatle namazda kıldığı namazlarda ilk tekbiri kaçırmadı. Namazda kalbine dünyevi bir düşünce gelse o namazı tekrar kılardı. Daima Allahu Tealayı hatırlardı. Her gün 400 rekât namaz kılardı. Otuz yıl yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibadet ile meşgul oldu. Cüneyd-i Bağdadi Hz. Henüz yedi yaşında iken, hocası (aynı zamanda dayısı olan) Sırrî-yi Sekatî (r.a.) tarafından hacca götürüldü. Mescid-i Haramda dörtyüz kadar büyük zat, şükür hakkında konuşuyorlardı. Her zar şükrü tarifi ve izah ettiler. Neticede dörtyüz ayrı izah meydana geldi ise de, hepsi bu tarif ve izahları yetersiz buldular. Hz. Sırrî-yi Sekatî (r.a.), orada bulunan Cüneyd’e: “ Mademki buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle” dedi. Hz. Cüneyd “ Şükür, Allahu Tealanın ihsân ettiği nimeti sermaye olarak kulanmamaktır. “ buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevaba pesk sevinip “Tebrik ederiz, maksadı en güzel şekilde ifade ettin. Bu, ancak bu şekilde tarif edilebilirdi.” Dediler. Birisi Cüneyd-i Bağdadi’ye “Gözümü yabancı kadınlara bakmaktan nasıl korunabilirim?” diye sordu. Cüneyd(r.a.) buyurdu ki “ Yabancı kadını gördüğün zaman Allahu Tealanın seni, senin o kadını görmenden daha iyi gördüğünü hatırla.” Buyurdu. 34
  • 41. Cüneyd-i Bağdadi Hz.lerinin bir talebesi vardı. Bütün iyilik ve faziletler onda mevcuttu. Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdadi Hz. Onu pek ziyade seviyor, diğer talebeler ise bu hali çekemiyorlardı. Talebelerinin bu hali Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine ma’lum oldu. Talebelerinin eline birer tane kuş verdi ve buyurdu ki: “Her biriniz bu kuşları kimse görmedik bir yerde boğazlayıp getirsin.” Hepsi de kendilerine verilen kuşları aldılar. Varıp ıssız bir mahallede boğazlayıp getirdiler. Yalnız o talebesi boğazlamadan getirdi. Cüneyd-i Bağdadi Hz. “Niçin boğazlamadın?” buyurdu. .”Hocam! siz kuşları görmedik bir yere boğazlayın demiştiniz. Ben ise bir ıssız yer bulamadım. Her yeri Allah-û Teala görüyor” deyince Cüneyd-i Bağdadi Hz. Buyurdu ki: “Arkadaşınızın firasetini gördünüz mü?” Talebelerinin hepsi de tövbe ettiler ve boyunlarını büküp Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine afedilmelerini dilediler. Salihlerden bir zat rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i gördü. Hz. Cüneyd de yanlarında duruyordu. Bu sırada biri gelip Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e bir sual sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Bunun cevabını Cüneydden iste, o cevap versin.” Buyurdular. Cüneyd (r.a) “Ya Resulullah! Sizin mübarek huzurunuzda ben nasıl konuşabilirim?” deyince Peygamber Efendimiz “Diğer peygamberlerden her biri ümmetlerinin tamamı için ne düşünüyorlarsa, ben de, Cüneyd ile o kadar öğünürüm.” Buyurdular. Cüneyd-i Bağdadi’ye (r.a) “Tevazu nedir?” diye sordular. Cevabında buyurdu ki: “Şefkat ve merhamet kanatlarını (ona kuşun yavrularını koruyabilmek için üzerlerine kanatlarını germesi misali) mahlûklar üzerine germen ve herkese karşı yumuşak davranmandır.” Erol ŞSengür Dipnot Tabakat- us Sûfiyye sh 155, Tabakat-ül Kübra cild2 sh 98, Vefayat-ül Ayan cild1 sh 98, Tarihi Bağdat, Saadeti Ebediyye, Hilyet-ül Evliya cild 10 sh 23