SlideShare una empresa de Scribd logo
1 de 100
Descargar para leer sin conexión
Vertigo

edebiyatkültürsanat dergisi - aralık 2013
Katılımcılar

İmtiyaz Sahibi

Mihrap Aydın

Ata Sözütok

Ozan Can Türkmen

Berkay Havuk

Kahraman Çayırlı
Merdan Çaba Geçer
Aysun Sözütok

Kreatif Direktör
Deniz Yurtseven

Gizem Eren Sütçüoğlu
Heinrich Böll
Ercan Dalkılıç
Eda Emirdağ
Hüseyin Peker
Ata Sözütok

Röportajlar

Hüseyin Kıran

Deniz Cuylan

Cihat Duman

Mahir Ünsal Eriş

Emel Koşar

Süha Sertabiboğlu

İrem Gerkuş
Feridun Demir
Tan Doğan

Deniz Tarsus
Gaye Su Akyol
Ethem Onur Bilgiç

Efe Tancı
Berkay Havuk
Nazlıcan Can
Maksut Kesici

www.alg-mag.com
vertigodergi@yandex.com

Andy Warhol
Burak Ceylan

Vertigo edebiyatkültürsanat Dergisi - dört
RÖPORTAJ:

Deniz Cuylan

Mahir Ünsal Eriş

Süha Sertabiboğlu

Ethem Onur Bilgiç

Deniz Tarsus

Gaye Su Akyol
İÇİNDEKİLER:

Hüseyin Kıran

Emel Koşar

Kahraman Çayırlı

Hüseyin Peker

Cihat Duman

Andy Warhol
güneşli bir yuvarlak herkesin içi
Mihrap Aydın

buraya bakarlar aç açılıyorum
içimden arap şükrüler sana doğru
başka kimin dekoru içindekini bu kadar saydamlaştırır
bana uğradın mı 2 kere ben senin karaköy’ ün
ben senin ayy vallahi baş ağrımı unutuyorum
sayılmış yıldızları darbuka izi olarak
masalar da diyorum, masalarda
adap olarak başı hafifçe sallamak ‘ma
olur anlamında değil, el eşlik edecek
fasıl, bir makamın
sokağında uğranılacak mekandır
üst üste kanunları elledik diye nikahımız geçersizzzdir
aşağıda kiralık bir mahalle daha
dünya darbuka dünya darbuka dünya
bir özür dileme servisi olarak karaköy
beni buramdan asacaklar gerdanımdan
güvercinler hırlayarak öksürür fakat
şarkım bitmedi, buyur vur burasından
senin bir şarkın var ahh ne güzel
bunu isteyelim, sonra bana sıra gelecek
al kırmızı elbisem astarı var b aba ba
düşünk sesler ihvalı ağlıyor arap bakışlarım
aşağılar düşkünler ve saçmalama
ben pahalı biriyim
ayy vallahi diyorum ruganlarımla koşamıyorum ıslak zeminde
gel buramdan terleyelim
hamam sıcakları ülkemizi kavuruyorken,
merdivenler merdivenler yemin ederim merdivenler
ahh bak allah diyorum gözlerimden
sen kadınlar orospu diyemez sandın
ayy kadınlar adını da söyleyemez
vicdanını kadınlar, danteller ve diker
egeden karadenize karadenizden akdenize ve
denizi bilinmeyen kara parçalarına ve
denizi eksik kalmış başkentlere filan
yayılır bir overlok makinasıyla
ayy vallahi çok kallavi amaçlar bize bi’ şeyler
‘ma işte,
dünyanın desibelini kaldıramayan
kornaya basıyor.
Röportaj: Ata Sözütok

DENİZ CUYLAN

Sıkı hayranlığım dolayısıyla Portecho’yla başlamak istiyorum. 2012 yılında Babajim Records etiketi
ile yayınlanan ''Motherboy'' da sizden alışık olduğumuz indie - elektronika tarzlarının farklı bir
yüzünü dinleyicilerinizin beğenisine sunmuştunuz. İlgi ile karşılanan bu albümün ardından dünyaca ünlü DJ'ler ve prodüktörler tarafından Motherboy albümünden tanıdığımız şarkıların remix'lerinin
yapılıp yepyeni versiyonlarının yer aldığı "Motherboy Remixes" ile yeniden karşımıza çıktınız.
Motherboy Remixes’i hala dinlememiş olanlar için bu albümün oluşum sürecini anlatır mısınız?
2. Albümümüz Undertone'un üzerinden yaklaşık 4 yıl geçmişti ve Tan da, ben de artık yeni Portecho albümü hakkında heyecanlanmaya başlamıştık. Bir süre nasıl birşeyler yapmak istediğimizi
düşündük. Sonra da ben İstanbul'a geldiğimde beraber 4-5 tane parça yaptık, sonra da Tan
New York'a geldi ve burada yeni parçalar ortaya çıktı, kayıtlar tamamlandı. Mix'leri Gaipten
Sesler stüdyosunda bitirdik ve toplamda bir yılı bulan bu sürecin sonunda da Motherboy albümü Babajim'dan yayınlandı. Biz de tekrar konserler vermeye koyulduk.
Portecho için grup üyelerinin iki ayrı şehirde yaşıyor olması üretim sürecini hatta sound’u nasıl
etkiliyor?
Bir grupta ne kadar çok çeşitlilik varsa 'sound'
da o kadar zenginleşiyor diye düşünüyorum.
Üyelerin farklı geçmişleri, müzikal tecrübe ve
yaklaşımlarının çatışmasından daha da ilginç
şeyler ortaya çıkabiliyor. New York'ta dünyanın farklı yerlerinden gelen seslere maruz kalıyorsun ve çok daha renkli ve yelpazeyi geniş tutarak düşünmeye çalışıyorsun. Tan'ın İstanbul
da olması, ve benim hayatımının çok büyük bir
bölümünün İstanbul'da geçmesi yüzünden
Portecho'daki İstanbul'a özgü melankolik hava
hiç değişmiyor ama ona New York'un çeşitliliği
ve kendinin son derece farkında olan ironik
yaklaşımı ekleniyor. İlerisi için de sadece New
York veya Amerika değil, mümkün olduğu kadar farklı yerlerde bulunup, farklı müzisyenlerle de çalışıp, müzikteki homojenlikten uzak durmak kulağa güzel bir amaç gibi geliyor.
Dans müzikleri yapan bir grup olarak tanımlıyorsunuz Portecho’yu. Son zamanlardaki sadece dans etmek
için gidilen kulüplerde bile dans etmeyip kenarda dudak bükerek oturmanın “cool” görülmeye başlanması
için neler düşünüyorsunuz.
Bulunduğun yerde sıkılmanın "cool" olarak görülebilmesi için ancak lisede olmak gerekiyor sanırım. Liseden sonra artık kendi hayatının üzerinde daha fazla kontrolün olduğu için, eğer sıkıldığın bir şeyler yapıyorsan, cool değil de, biraz gerzek olman lazım. Dünyada gidilecek o kadar yer, tanışılacak o kadar ilginç
insan varken dudak bükerek oturmak zaman kaybı gibi. Hele hele herkesin tek vücut halinde hareket edip
, dans etmesi gibi bir deneyimi yaşamak yerine, kenarda kaskatı kesilmek iyi fikir değil bence.
Şarkılarınız tek bir tondan basit bir melodiden başlayarak kat kat zenginleşen atmosferler yaratıyor. Şarkılarınızı yazarken de bu şekilde mi ilerliyorsunuz?
Evet. Yaptığım parçalar çok farklı tarzlarda olsalar da hiç değişmeyen, hepsini birbirine bağlayan birkaç
ortak nokta var galiba. Bu söylediğin de onlardan birisi. Ben her parçaya tek bir fikir olarak bakıyorum. S
adece o fikrin, takıntılı bir şekilde her açıdan ele alınması gerekiyor, bütün o açılar da parçadaki farklı
enstrümanların, farklı bölümlerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Sanki bir arkadaş grubu oturup, bir konu seçip
o konuyu tartışıyormuş gibi düşünüyorum. Her kafadan ayrı bir ses çıksa da, konu dağılmıyor hep tartışmanın çerçevesine ve temel fikre sadık kalınıyor. Bu yüzden benden çıkan müziklerde, nerelere gideceği
belli olmayan romantik maceralar yerine daha sade, açık ve net bir tavır ortaya çıkıyor.
Norrda, Maya ve Portecho’dan sonra en son geçtiğimiz yıl New York'ta Cem Mısırlıoğlu(Davul), Brian
Bender (Bass) ile beraber kurduğunuz New York merkezli grubunuz Manner…“Side Launch” albümüyle
yeni grubunuz Manner bize ne vaat ediyor?
Manner kendi adıma, New York'a ilk taşındığım
andan itibaren, şehre verdiğim bir cevap gibi.
Kendine güvenen, metodik, çalışkan, ve bol bol
konuşan hatta geveze bir müzik. 3 kişinin de
enstrümanını zorlayarak ortaya koyduğu arızalı
tekrarlar, toplamda New York gibi şehirlere özgü bir ritüel yaratıyor. Metafizik'e veya spiritüel'e hiç yer bırakmayan, teknik gerginlik ve yoğunluğun tetiklediği bir ritüel. Manner benim
açımdan daha çok bir etüd gibi. Bu yönden ilk
grubum Maya'ya çok benzetiyorum. Ayrıca Maya'da olduğu gibi Manner'da da yetenekli davulcu ve yakışıklı basçı formülünü uyguluyoruz.
Netame alışılagelmedik bir formata sahip tekinsiz bir kitap. Hatta kitap-cd daha doğru. Çizgilerin, notaların, kelimelerin bir yerde buluşması, böyle bir tarza karar verilmesi, kendini bulması ve hayata geçirilmesi aşamaları nasıl ilerledi?
Netame tamamen Sadi Güran'la, beraber çalışma ve üretme isteğimizden ortaya çıktı. İkimiz beraber
opera da yazmaya girişebilirdik, buz pateni yarışmalarına da katılabilirdik veya çok iddialı bir yemek de
hazırlayabilirdik. En sonunda en iyi yaptığımız şeyi yapmaya karar verdik. Sadi çizmeye, ben de müzik
yapmaya başladım. Çok ana hatlarıyla hikayeler kurup, gotik karakterlerden veya tekinsiz mekanlardan
yola çıkıyorduk. 10 parça/hikaye toplanınca, bu kitabın yazıya ihtiyacı olduğunu düşündük. İşte bu noktada Senem Akçay devreye girdi ve naif hikayelerimizi bizim bile başlangıçta hiç hayal edemeyeceğimiz
gariplikte ve karanlıkta yerlere götürdü. Senem'in yazılarından sonra bu işin isminin Netame olmasına
kesin karar verdik. Biz kitabı bitirdikten sonra basacak bir yer bulmak çok zamanımızı aldı. Cd ile beraber basılma ve dağıtılma fikri nedense yayınevlerini çok zorladı. Ama sonunda cesur Alef Yayınevi çıktı
ve bu projeye inandı ve kitap basılmış halde elimize geçti. Ara ara Netame 2'yi yapsak mı diye konuşmuyor da değiliz.
Yönetmen Emre Akay’la birlikte senaryosu üzerine çalıştığınız filminiz ne durumda? Filmin 1950’lerin
sonunda Trabzon’daki bir Amerikan üssüyle ilgili bir hikaye üzerine ilerlediğini belirtmiştiniz. Ne zaman
izleriz?
Emre Akay ile yaklaşık 2 yıldır araştırıyoruz, yazıyoruz ve sonra silip tekrar yazıyoruz. Sonunda hikaye ve
karakterler içimize sinerek toparlanmaya başladı. Senaryo'nun "bitmiş" halini birkaç aya tamamlamış olacağız. Bu sırada da projemiz New York'taki IFP konferansına seçildi ve burada yapım şirketleriyle de toplantılar başladı. Bir filmin ortaya çıkarılabilmesi zannettiğimden de deli işiymiş. Çok uzun bir süreç. Şimdiden 2 yıl harcadık daha da çekimlere başlamak için bir 2 yıl daha geçecek gibi geliyor. Şu ana kadar giriştiğim en sabır isteyen proje. Ama bir yandan da en tatmin edeceklerden bir tanesi olacak. Eğer gerçekleşebilirse tabi.
Bant Dergisi’nin Ocak 2007 tarihli 28. Sayısında yayımlanan “Capturing The Friedmans” belgeseli hak
kındaki inceleme yazınız ile yazar olarak tanıdım ilk olarak sizi. Daha sonra derginin hemen başındaki
“Muhteviyat” ta da müzisyen sıfatıyla tanıtılmış olduğunuzu görünce büyük bir merakla adınızı googlelamaya koştuğumu hatırlıyorum. Benim için ilk intibaınızın yazarlık olmasının da verdiği özel duyguyla
soruyorum bu soruyu. Bant dergisi kapandı, değişime girdi yenilendi, matbu’dan internet mecralarına
taşındı, Bant Mag. oldu ama her döneminde (hala daha) içerisinde sizin yazılarınıza rastlamak mümkün
oluyor. Babylon Dergi içinde aynı şekilde. Yazı kısmının hayatınızda müziğin arasında; heves, bir parmak
da şuradan çalıyım şeklinde olmadığı bu yönüyle açık. İlerde yazın dünyasına Deniz Cuylan’dan nasıl bir
katkı bekleyebiliriz?
Ben bir yazıyı önceden düşünmeyi, tasarlamayı ve sonunda da yazmış olmayı çok seviyorum ama malesef
yazarken çok zorlanıyorum. O yüzden kendi başıma daha uzun bir şeyler yazmaya girişir miyim bilemiyorum. Mesela bu film senaryosunu Emre'yle yazıyor olmasaydım bu ağır işe girişemezdim herhalde. Ama
aynı koşmak veya egzersiz yapmak gibi, bütün o işkencenin sonunda çok sağlam bir huzur kaplıyor insanı.
O his bile bir insanı yazıya itmeye yeter aslında. Bakalım. Bir de son birkaç yıldır Bant'ta ve Babylon Dergi
de belgesel ve gezi yazı yazıları yazmaktan çok keyif alıyorum. Çünkü böylelikle bir filme giderken aynı zamanda yazı da yazacağım için dikkatimi daha iyi toplayabiliyorum, veya yeni yerleri gezip görmek için kendime bahane yaratmış oluyorum. "Tabi ki Peru'ya bilet almam lazım, yoksa nasıl yazarım Peru yazısını"
şeklinde, çocuk kandırır gibi kendimi kandırıyorum.
Ayrı ayrı gruplarda müzik üretmek, film senaryosu yazmak, müzik şirketi yönetmek, editörlük ve dergilere sanat yazıları yazmak… Bu kadar şeyi aynı anda götürebilme motivasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz.
Günlük çalışma düzeninizi nasıl oluşuyor?
Her sabah kalktığımda sıfırdan başlıyormuş gibi hissediyorum. Sadece kariyer, iş falan da değil, tüm
sevgi ve saygı ilişkileri tekrardan oluştuluyor sanki. Biraz yorucu ve yıkıcı olsa da, bununla ilgili değiştirebileceğim birşey yok malesef. İnsan uyandığında nasıl hissedeceğini de kontrol edemez. Bu yüzden günün
en sevdiğim saati akşamüstü. Akşamüstüne kadar tekrar uğraşıp, didinip olabildiği kadar herşeyi yerli yerine koymaya çalışıyorum. Eğer iyi iş de çıkarmışsam geri kalan zamanın keyfini hak ettim gibi hissediyorum. Motivasyonum büyük ihtimalle bu hak etme duygusundan geliyor. Çok şanslıyım, çünkü tam olarak
sevdiğim işleri yapıyorum. Bunun karşılığını çok çalışarak geri ödemem lazım.
TEFRİKA
Ata Sözütok

Sekiz
“Ağlama yeter yapmadım bir şey konuşmadım kimseyle.”
“Neden sildin bilgisayardan geçmişi madem.”
“Ben silmedim ya kendi silinmiş. Ara ara temizliyor sanırım böyle.
“Yalan yalan konuşup durma bilişim sistemleri mühendisliği okuyorum ben. Yirmi beş dolara
bilgisayar yapar bir tarafına sokabilirim istersem senin.”
“Çirkinleşme”
“Sensin çirkin. İki gün gittim ya evden. İki gün ya. Ne boklar yedin de sildin o geçmişi acaba.”
“Porno izledim anasını satıyım. Porno izledim. İlla söyletiyosun adama. Rahatladın mı şimdi.”
“Rahatlamadım.” Ağlamaya yalan devam eder. –şımardı- “Ben sana yetmiyor muyum kör olasıca.
Nasıl bakabildin elin kadınlarına.” -Ağzını yamulta yamulta konuşuyor- “Beyim benden gizli gizli porno
izliyor Allah’ım bu acıya nasıl dayanılır.“

Ondört
“Aşkıım kızımız olursa adını Çakıl koyalım. Çok güzel isim değil mi?”
“Kızımız olursa mı?”
“Evet.”
Ayla istifini bozmaz. Başını hafifçe yana çevirir ve gözünü Asım’ın gözünün elifine dikip omzunun
üzerinden alçak bir ses, kesin bir ifadeyle:
“Olacak!”
Altı
“Çok hastayım. Ateşim 39 derece. Hiç ilgilenme benimle. Sakın. Bademciklerim özerkliklerini ilan etti.
Karnım da çok ağrıyor. Polisi ara. Çabuk. ÖLÜYORUM ANLASANA. Kızın olursa adını Ayla Çakıl koy.
Öptüm. Elveda.”
“Yalınayak yere basar durursan böyle olur işte. Ben sana ne diyorum hep?
“Terlik giy diyon.”
“Sen napıyosun?”
“Bazen giyyom bazen giymiyom.”
“Ağlarsın sonra işte böyle karnım ağrıyor götüm ağrıyor.”
“Tamam demedim bir şey. Hasta hasta bir de azar yiyorum.” Deyip atar kendini yatağa Ayla.
–Üzüldü- Zaten hasta

Karnı aç galiba. Bir şeye mi bozuldu ki? Surata bak. Surata bak. Ateş saçıyor etrafına. –suyuna gitmeli
şimdi- Kaşlarını çatışa bak. Sert erkeğim benim. Salak.

Hasta hasta yattığı yerden kalktı geldi kız. -İçi rahat etmedi“Karnın aç mı çikolata süreyim mi ekmeğe.”
“İstemem.”
“Portakal soyayım mı?”
“Uyusana sen artık!”
Ayla yatağına girdi. İyi geceler dedi. Yorganı başına çekti.

Asım kıpırdamadan oturdu bir süre. Yataktan kalkıp bu gece koltukta uyumayı kafasından geçirdi.
Kızın üzerinden battaniyeyi çekip yorgan kızın üzerinde kalmıştı yine apaçık bırakmamıştı kızı. Kız
zaten hasta -Bünyesi zayıf- koltukta bir süre bekledi kızın kalkıp gelmesini –bir hareket etmesini–
hala yatıyor. -Gamsız- Siniri iyice arttı. Uyur şimdi bir de. –Yüzsüz– yatağın üstünde kalan telefonunu
alma bahanesiyle kalkıp yatağa seğirtti. Telefonunu arandı. –gibi yaptı– hala hareket yok, telefonunu
bulamayıp -bulmuştu- yorganı kaldırdı.

Ayla başını yastığa gömmüş, büzülmüş, küsme pozisyonunu almış. Gözleri kapalı. Kirpikleri ıslak. Eliyle
yastığa dokundu. Yastık ıslak. Sarıldı kendine çevirdi Ayla’yı.
Ayla’nın önce suratı ekşidi. –bunu biliyor– Sonra dudağı büzüldü. –ağlayacak- Hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı.
Pişman oldu Asım. “Karnım aç Ayla. Canım da sıkkın. Küsme yavrum ya.”
Küsmemişti ki Ayla. Kırılmıştı.
“Neyin var diyorum anlatmıyorsun. Ekmeğe çikolata süreyim mi de dedim. Zaten hastayım.” diye bir
yandan bağırıp aynı andan ağlaya ağlaya söylendi.
Kıyamazdı ona Asım. Bunun farkındaydı. Ayla’nın dünyanın mümkün olan en şımarık insanı olmasının
nedenleri arasında tabi ki bu da vardı.
Kıyamadı Asım sarıldı yattı hanımının yanına. “Ateşin düşmüş iyi” dedi. Ayakları buz gibiydi. –E yere
basıyor sürekli- Terlik giymek bu kadar zor mu ya.
“Nereye?”
“Pekmez alıp gelcem mutfaktan. Söktürsün soğuğu.”
“Hiç boşuna getirme pekmez içmem ben”
“Kulaklarını sallaya sallaya içeceksin.”
“O ne ya?” –hoşuna gitti Ayla’nın“Bilmem babam söylerdi hep annem de içmem deyince böyle.”

Sabah olunca erkenden kız kalkıp gitti.
Asım kırk bir gün ekmeğe çikolata sürüp yedi.

Ellidokuz
Yıllar sonra bir gün karşılaştılar. Yıllar sonra hep karşılaşılır. Asım Ayla’ya oturup bir kahve içmeyi
kabul ettirdi.
Oturmanın ilk beş dakikası hiç konuşmadılar. Asım sonra masanın üstündeki çaya atılan hap
şeklindeki yapay tatlandırıcılardan bir tane çıkarıp zorla Ayla’nın ağzına soktu.
“Ağzımız tatlansın.” Dedi. Ayla güldü. Gülünce Asım uzanıp öpmeyi düşündü. Öpmedi.

Asım artık gidip kızı gamzelerinden öpemiyor. Kızın sevgilisi var, iki kaşının arasından vuramıyor.
Herhangi bir kıştı. Asım o kış çok üşüdü.
Eda Emirdağ
Fotoğraf

Eda Emirdağ 1986 İstanbul doğumlu,müzik dinleyerek şiirlerle büyümüş- yıldızlara ve
hayallere inanan doğum yaşından küçük gösteren ruh yaşıyla tanınan bir kızmış.
Sevmediğini bilmediği bölümlerde okumak gibi yanlışlarından yapmış, ama o okul
için -30 derece soğuğu görebileceği - hem bize çok yakınken hem çok uzak olan - bakkala
gittiği yolu düşlemek için hala bazen gözlerini kapamasına sebep olan hayallerini
biriktirmek için Sofya Bulgaristan'a gitmiş.Aslında gazetecilik kazanmış sonra
Uluslararası İlişkiler düşünmüş 3 sene sonra okulla ilgisinin bittiğini görünce dönmüş
Istanbul'da para kazanmam lazım diye Dış Ticaret okumuş işe girmiş çalışmış etmiş ama
hiç birini hiç sevmemiş.
Eda böyle sevimsiz gözüken ama arka fonda deli gibi gençliğini yaşarken 2003 yılında bi
çocuğu çok sevmiş.Severken ayrılmak zorunda kalmış ,çok ağlamış ağlamış.Annesi de
artık ağlamasın diye ona fotoğraf makinesi almış.Fotoğrafı çok sevmiş çocuğu da
unutamamış.Gidip çocuğun fotoğraflarını çekince bi barışmışlar sonra hiiiç
ayrılmamışlar.
Eda şimdi sadece fotoğraf çeker,aynı çocuğa sürekli aşık olur,gezertozar, kararsızlığı
daimdir.Terazi burcudur.
Eğitim Geçmişi

*2005 St. Kliment Ohridski / Uluslararası İlişkiler
*2009 Istanbul Arel Üniversitesi / Dış Ticaret
*2013 Bahçeşehir Üniversitesi / Fotoğraf ve Video %100 burs
Sergi ÖzgeçmişiÖzgeçmi

*2012 Contemporary Istanbul (Buryos Fine Arts) / Turkiye
*2012 Visual Art Beat Magazine / Avusturya
*2013 Izmir Alaçati Art Days / Turkiye
*2013 Mamut Art Project / Turkiye
*2013 Mixer Gallery / Turkiye
*2013 The Kickplate Project - Black Sea / Birleşik Krallik - Galler
Ayrıca ilerleyen günlerde ön elemeyi geçip Ege Sanat Günlerinde çalışmalarını sergileme
imkanı bulmuştur.
Yer aldığı basılı digital medya
Tübitak Bilim Teknik
Psikeart
Lomography Turkiye
Mata Hari
Visual Art Beat
Le cool Magazine
Fine Art Tv
Social Magazine
Brok
what time do you have
* Sen konuştun yollardan,sırlardan,
baharlardan Bende ise kırık bi kozalak,
yaşını tahmin edemediğim ağaçlarla konuşuyorum.
Yol kenarına bırakılmış şiirleri topluyorum.
Şehirlerarası Yolculuk Filmleri Festivalime
hoş geldin İçime damlayan,
7 satırlık rüyalardan hiç bahsetmeyeceğim.
Parasomnia
Two

Gizemli bir şey duymak istedin değil mi,
Ama korkmaktı tüm meziyeti.
Kelimelerden kaçanların ezildiği taşlar bunlar.
Şimdi o çocuğun dizlerindeki yaraları öpmeyi düşündün gene,
En güzel anılarını bilmek istedin.
Güzelliğinden çalınmış tüm çocukluk fotoğraflarını toplamayı diledin.
En güzel hikayesini sordun annesine
Buldun sonunda ;Cennette tüm o unuttuğunu sandığın rüyalarını tekrar gördükten sonra
Hiç hatırlamadığın çocukluk anılarını da alıp hepsini odandaki çiçeğe gömdün.
Çok mutlusun.
KOYAANİSQATSİ: İNSANLIĞA TUTULAN AYNA
Merdan Çaba Geçer

Herhangi bir öykü, olay örgüsü, diyalog ya da anlatıcı barındırmadan; sadece müziğin ve arka arkaya dizilen görüntülerin kullanıldığı bir film konseptinden bahsetsek, akla gelen ilk örnek Ron Fricke’in 24 farklı ülkede çektiği “Baraka” olur
muhtemelen. Seyirciyle 1992’de buluşan bu belgeselden çok önce çekilmiş, Fricke’in
görüntü yönetmenliğini yaptığı, az bilinen ama konseptin fikir babası sayılan bir yapım daha vardır halbuki: Godfrey Reggio’nun Qatsi üçlemesinin ilk filmi, 1982 yapımı “Koyaanisqatsi”. İsmi, bir Kızıldereli halkı olan Hopiler’in dilinde “çılgın yaşam,
fırtınalı yaşam, dengesini yitirmiş ve değiştirilmesi gereken yaşam” anlamına gelen
Koyaanisqatsi; yıktığı sinema kuralları ve teknik başarısıyla, çekildiği zamanının
ötesinde bir deneysellik taşımakta…
Efsane yönetmen Francis Ford Coppola, sahibi olduğu Zoetrope Stüdyoları’nda bir yapımın ön
gösterime katılır. Tarih Mayıs 1981’dir ve film bitip ışıklar yandığı anda “insanlar bunu görmeli”
diyerek projenin haklarını alelacele satın alır. Film ertesi sene George Lucas’ın övgüleriyle vizyona
girer, Berlin’de Altın Ayı’ya aday olur ve Los Angeles Times gazetesinde “ses ve görüntünün senfonisi”
olarak tanımlanır. Lakin arada çatlak seslere de maruz kalır: daha önce benzeri görülmemiş bu sıfır
diyaloglu iş, seyircisini ve eleştirmen camiasını ikiye böler. Bu reaksiyonu bekliyor olacak ki, yönetmen
Reggio gazetelere “Film yoruma sonuna kadar açık, herkes kendine göre bir anlam çıkarabilir.
Bazı insanlar bunun çevreci bir film olduğunu, bazıları bir teknoloji destanı olduğunu düşünüyor;
saçma sapan bir film olduğunu da düşünebilirsiniz, derinlemesine etkilenebilirsiniz de…” ekseninde
demeçler verir. O da fark etmiştir ki, aşırı deneysel ve minimalist bir yapıma insanların nasıl bir tepki
vereceği -hele 80’lerin başındaysanız- tam bir muammadır.
Vizyona girdiği zaman bu kadar gürültü koparılması boşuna değil açıkçası; tam olarak belgesel bile
sayılmayan, hiçbir türe sokamayacağımız bir yapım Koyaanisqatsi. Planların her sahneyi bağlayarak
değil, aralarında mantıksal bütünlülük oluşturarak sıralanması gibi ayrıksı bir noktası var. Ayrıksılığına
yakışır şekilde, bir mağara resmi ve ardından uzaya gönderilen bir mekiğin görüntüleriyle açılıyor.
Arkada tok bir ses, aynı kelimeyi defalarca tekrarlıyor. Bu zıt iki plandan sonra el değmemiş doğa
görüntüleriyle karşılaşıyoruz; insanın, hayvanın, hatta bitkinin bile olmadığı… Sanki gezegen yeni
oluşmuş ya da bir felaketten yeni çıkmışçasına, bomboş arazileri en saf haliyle gösteriyor kamera.
Doğa ana yavaş yavaş canlanmaya başlıyor sonra: sırayla rüzgarın uçuşturduğu kumları, heybetli
gölgeleri, hızlı çekimde bulutları, ağır çekimde suları, etrafa yayılmış bitkileri ve -bir yarasa sürüsü
aracılığı ile- hayvanları görüyoruz.. Tam sıra eksik kalan son parçaya, yani insana geldi derken müziğin
tonu birden bire değişiyor ve yönetmen bizi hiç beklemediğimiz o objeyle karşı karşıya bırakıyor:
bir makine. Kirli, parçalanmış gövdesiyle etrafına kara dumanlar yayan bu nesne, fondaki gerilim
müziğiyle sunulunca; basit bir iş makinesi, doğayı ele geçiren şeytani bir varlıkmışçasına etki bırakıyor
seyirci üstünde.
Biz filmin ani ton değişikliğine alışamadan Reggio fabrikalar, santraller, barajlar, borular, antenlerle
işgal edilmiş toprakları gösteriyor tek tek. Ve onların arasında insan denen mâhlukat beliriyor; bir
demiri işlerken çıkardığı alevler, etrafını cehenneme çevirdiğini anlatan kanlı canlı bir imge haline
dönüşüyor adeta. Yaşadığı dünyayı yavaş yavaş yok eden, topraklarını patlatan, suyunu harcayan,
petrolünü emen ve dört bir yanını demir parçalarıyla dolduran bu varlıkta hiçbir masumiyet, hiçbir
güzellik belirtisi göstermiyor Reggio. Onun başı sonu belli olmayan gökdelenler, uçaklar, yollar, sıra
sıra arabalar, tanklar, savaş gemileri ve uçakları, füzeler, uzay mekikleri, roketler, uydular, atom
bombaları, apartmanlarla doldurduğu heybetli ama korkunç dünyayı gösterirken; medeniyet uğruna
ne kadar anlamsızca davrandığını gözümüze sokuyor adeta. Doğanın parçası insanın “daha fazlası”
için doğal dengeyi bozmasına hem kızıyor, hem acıyoruz. Terk edilmiş mahalleler; etrafı çöplerle,
molozlarla, odunlarla çevrili penceresi kırık binalar ve onların içindeki insansız boş daireler… Tüketim
çılgınlığı adına daha güzeli, daha büyüğü ve daha lüksünü yapmak için bir bir yok edilmeleri...
Acımadan yıkılan tersaneler, köprüler, gökdelenler... Gelir gelmez tükenen gazetelerle, fast-food
restoranlarının bir dolup bir boşalan masalarıyla, açılıp kapanan para kasalarıyla ve dönüp duran para
sayma makineleriyle nasıl anlamsız bir çılgınlığın içinde olduğumuzu tokat gibi suratımıza çarpıyor.
Hız kavramına nasıl saplantılı olduğumuzu gösteriyor; neden yaşadığımızın farkında bile olmadığımız
anlamsız bir telaş içinde olduğumuzu… Beslenme, eğlenme, üretme, alışveriş hatta dinlenmeyi
bile hız üzerine kurduğumuz modern yaşamda; üretim bantları ve fabrika çalışanları aracılığıyla
sektörlerdeki hız yarışı gösterilirken, teknolojinin de hız üzerine kurulu olduğuna şaşıramıyoruz tabii
ki. Bu çılgınlığın içinde kendi benliğini kaybeden, sürekli tüketmek isteyen, ekranlı odalarda hayatı
geçen insanı; bir anda kamerayla göz göze getiriyor. Suratlarındaki anlamsız, amaçsız ve şaşkın
bakışları gördükçe; kendi farklı olmayan yaşamımıza da acı duymamıza neden oluyor film.
Koyaanisqatsi bilmediğimiz hiçbir şey anlatmıyor, hiçbir şey göstermiyor bize aslında. Zaten
gözümüzün önünde olan, bildiğimiz ama görmezden geldiğimiz şeyleri görüntü ve müzikle tokat gibi
suratımıza çarpıyor sadece. İnsanlıktan ve onun bir parçası benliğinizden korkutuyor; zihnimizde
büyük bir yorgunluk ve kendi makineleşmiş hayatımızla yüzleşmenin getirdiği tiksintiyle kaldırıyor
filmin başından. ABD Ulusal Film Arşivi’ne girmiş, dokuz yılda tamamlanan Koyaanisqatsi’nin izlemeye
değer olduğunu su götürmez bir gerçek. Her karenin anlamını sorgulattığı, düşünmeye teşvik eden
böyle belgeseller her zaman karşımıza çıkmıyor gerçekten.
NOT: Yapımın en önemli unsurlarından biri olan müzik için de ayrı bir parantez açmak lazım. Filmi
izledikten sonra müziklerini yapmaya karar veren minimalist müziğin büyük ismi Philip Glass, rahatsız
edici ama organik bir uyum yakalamış. Belirli bir tema sürekli tekrar edilirken, hipnotik etkinin en
büyük sebeplerinden birine dönüşmüş.
BURASI TİBTEN!
Heinrich Böll

Ruhsuz insanlar benim saygınlığımın çok altında gördükleri işim için neden bu kadar zahmet
gösterdiğimi ve kibir kırdığımı anlayamazlar. Bu iş elbette ne benim eğitim seviyemi karşılıyor
ne de vaftizimde vaftiz anam tarafından bahşedilmiş bir şey; lakin işimden fazlasıyla zevk
alıyorum ve bu iş bana bir yaşam sağlayabiliyor.Benim işim sadece insanlara nerede olduklarını
söylemekten ibaret. Geceleri bir başlarına garda kendilerini belki uzak diyarlara götürecek olan
trenlere binenlere ve gecenin ortasında garda uyananlara, çevresine bakınan, şaşırmış, o karanlığın
içinde gidecekleri yeri geçip geçmediklerini ya da henüz varmadıklarını hatta muhtemelen varmak
istedikleri yerin burası olduğunu (çünkü bizim kasaba çeşitli turistçekici yerlerle doludur
ve bu birçok ziyaretçiyi cezbeder.) yani bütün bu insanlara nerede olduklarını söylüyorum ben.
Tren, gara vardığında ve lokomotifin tekerleri durur pozisyona geçer geçmez hoparlörümü açarım
ve çekingen bir tonla gecenin karanlığına doğru şunları söylerim:: "Burası Tibten- şu an Tibten'desiniz!
Tiburtius'un mezarını görmek isteyen yolcular burada inmelidirler." ve sesin yankısı platforma
çarpıp tekrar bana, kulubüme doğru geri döner. Karanlıktan fırlayan o kasvetli ses şüphe verici
bir şey gibiymişcesine rahatsız edici gelebilir insanlara lakin gerçeğin ta kendisidir.
Birkaç yolcu -son durakları Tibten olduğu için- ellerindeki çantalarıyla çabucak loş ışıklı platforma
adımlarını atarlar bense onların merdivenden inişlerini, tekrar Platform 1'de belirişlerini ve biletlerini
kontrol noktasındaki uykulu gişe memuruna gösterişlerini seyrederim.Geceleri çok az kişi gelir onlar da
Tibten kurşun madenlerindeki şirketlerinin ihtiyaçlarını gidermek niyetinde olan işadamlarıdır.
Ama genelde ziyaretçiler, 1800 yıl önce bir Tibtenli güzel uğruna intihar eden Tiburtius adındaki
Romalı bir gencin mezarına ilgi gösteren turistlerden ibarettir.
Mezartaşına "Gel gör ki nasıl bir delikanlı idi; oysa ki aşk onun felaketiydi!" cümlesi kazılmıştır
ve yerel müzemizde bu mezartaşının ilgi topluyor olması fazlasıyla muhtemeldir.
Tiburtius Romadan ordu tedarikçisi olan babası için kurşun (Pb) almak için buraya gelmiştir.
Şüphesiz ki, her gece karanlığa doğru: "Burası Tibten! Şu an Tibten'desiniz."
diyebilmek için beş üniversite bitirip üstüne üstlük iki de doktora eğitimi almama gerek yoktu lakin
işim beni fazlasıyla tatmin ediyor. Her zamanki klasik satırlarımı yumuşak bir tonda söylerim ki
uyuyanlar uykularından uyanmasın hem böylece ayakta olanlar da sesimi duymaya muktedir olsunlar
ve sesimi, içi geçmiş ama kendine de gelebilecek durumda olanlar ve gitmek niyetinde oldukları yerin
Tibten olup olmadığını merak edenler için yeteri kadar davetkar kılıyorum.Sabahın ilerleyen saatlerinde
uyanıp pencereden dışarı baktığımda, sesimin büyüsüne boğun eğerek yollarını küçük kasabamıza çeviren ve elleri dünyanın her yerinde bol bol dağıtımı yapılan seyahat ofisimizin broşürleriyle donatılmış
yolcuları görebiliyorum. Kahvaltıda Latin Tiburtinum kentinin eski ve yıpranmış yüzyıllardan, şimdiki
hali Tibten'a dönüşümünü çoktan okumuş olurlar ve herkesin hayran olduğu o 1800 yıl önce bizim
Romalı Werther adına dikilmiş olan mezartaşının bulunduğu yerel müzeye doğru hareket ederler.
Bir oğlan profili kızıl bir kumtaşı üzerine çizilmiş ve elleri ise çaresizce bir kıza doğru uzanmaktadır.
"Gel gör ki nasıl bir delikanlı idi; oysa ki aşk onun felaketiydi."
Mezarında bulunan: fildişi rengindeki küçük objeler; iki fil, bir at ve bir tibet köpeği -Brusler'in
"Tiburtius Mezarının Teorisi" adlı teori dizininde söylediğine göre; bunlar bir çeşit satranç
oyununda kullanılmıştır- onun daha körpecik bir genç oluşunu tasdikler niteliktedir. Ama ben bu teoriye
hep şüpheyle yaklaşmışımdır. Eminim ki; bu objeler basit birkaç oyuncak dışında başka bir şey değildir.
O küçük fildişinden yapılmış objeler aynı bizim yarım kalıp margarin satın aldığımızda yanında verilen
hediyeliklerdendi ve bence tek bir amaca hizmet ediyorlardı: Çocukların onlarla oynabilmesine sadece...
Tabiki burada yerel yazarımız Volker von Volkersen tarafından kaleme alınmış
"Kasabamızda Hayat Bulan Bir Romalının Kaderi" adlı romanı değinmem icap edecektir.
Brusler'in oyuncakların amacı hakkındaki teorisini desteklediğini için Volker'in kitabını
yanıltıcı bulmuşumdur.
Ah en sonunda bu konuda bir şey itiraf etmeliyim ki Tiburtius'un mezarındaki figürlerin orjinalleri bende.
Figürleri müzeden arakladım ve onları yarım kalıp margarin satın aldıktan sonra verilen
hediyeliklerle değiştirdim. Yani iki fil, bir at ve bir tibet köpeği Tiburtius'un hayvanları kadar
beyaz, aynı boyutlarda, aynı ağırlıkta ve -bana göre en önemlisi- aynı amaca hizmet ediyorlar.
Ve işte böylece, Tiburtius'un mezarına ve oyuncak figürlerine hayran kalmak adına dünyanın
dört bir yanından turistler geliyor. Anglosakson aleminin bekleme salonlarına asılmış posterlerde
şunlar yazıyor: "Tibten'e gelin" ve gece olduğunda da ben o has satırlarımı sıralarım: "Burası Tibten!
Şu an Tibten'desiniz! Tiburtius'un mezarını görmek isteyen yolcular burada inmelidirler."
Posterlerimizin büyüsüne karşı koyamayan kendi istasyonlarında bekleyen insanları kendime doğru
çekerim. Şüphesiz ki, otantikliği sorgulanamaz olan kumtaşı levhaya bakarlar.
Aşkı felaketi olan ve kendini su basmış maden kuyusunda boğan Romalı gencin dokunaklı
özgeçmişine göz gezdirirler. Ve hepsinden sonra ziyaretçilerin gözü küçük oyuncaklara kayar:
iki fil, bir at ve bir tibet köpeği ve işte tam da dünyanın hikmetine nail olabilecekleri yerdir
burası ama maalesef. Bizim memleketten ya da diğer ülkelerden gelen hanımlar bu genç adamın
mezarını güllerle doldururlar. Şiirler yazılmış; at ve tibet köpeğim bile (onlara sahip olmak için yalnızca
iki kalıp margarin harcamak zorunda kalmıştım ha-ha!) çoktan o liriksel çabanın malzemesi olmuşlardı.
"Biz oynuyorken / sen çoktan oynamıştın at ve tibet köpeği ilen..."
diye bir dize nakşedilir her kıtaya anonim bir şair tarafından.
İşte öylece, içine kırmızı kadife serilmiş ağır bir fanusda "Klüsshenn Margarin Şirketi" den olan
hediyelikler yerel müzemizde yatar ve onlar benim margarin tüketimimin kanıtlarıdır.
Genelde, öğlenleri nöbeti almadan önce bir dakikalığına da olsa müzeye uğrarım
ve onları her gün gözlemlerim. Orjinal, hafif sararmış ve tam anlamıyla çekmecemde duranlardan farksız
dururlar orjinalleriyle yer değiştirdiğimden beri ve tekrar tekrar onları birbirinden
beyhudece ayırt etmeye çalışırım.
Ardından derin düşüncelere dalarak işime koyulurum, kasketimi askılığa asar, ceketimi çıkartır,
sandviçimi çekmeceme koyar, sigara çarşarıfımı, tütünümü ve gazetemi ayarlarım ve yine ardından
tren gara girdiğinde söylemek vazifesinde olduğum satırları dilime dizelerim.
"Burası Tibten! Şu an Tibten'desiniz. Tiburtius'un mezarını görmek isteyen yolcular burada inmelidir"
bu satırları yumuşak bir tonda söylerim ki uyuyanlar uykularından uyanmasın hem böylece ayakta
olanlar da sesimi duymaya muktedir olsunlar ve sesimi, içi geçmiş ama kendine de gelebilecek durumda
olanlar ve gitmek niyetinde oldukları yerin Tibten olup olmadığını merak edenler için yeteri
kadar davetkar kılarım.
Hepsinden öte, insanların bu işin benim düzeyime göre olmadığını addetmelerini de asla anlayamam...

Almanca Aslından Çeviren
Burak Ceylan
Joan Miró İstanbul’da...
I
20 KASIM 2013 / 19 OCAK 2014
MSGSÜ TOPHANE- İ AMİRE KSM

2012 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde düzenlenen ve
büyük ilgi görenSalvador Dali Sergisi’nden sonra yine Kült işbirliğiyle 20. yüzyılın en
ilham verici isimlerinden Joan Miró, dünyaca tanınmış Mourlot ve Maeght
koleksiyonlarinda yer alan 60 eseriyle 20 Kasim 2013 / 19 Ocak 2014 tarihleri arasında
MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde olacak.

1924 yılında Sürrealist Manifesto’yu yayınlayan Andre Breton’un “içimizdeki en
Sürrealist” diye tanımladigiJoan Miró canlı renklerin, biomorfik yaratıkların,
arabesklerin, kadınların, kuşların, güneşin ve yıldızların göksel bir mekana
serpiştirildiği çocuksu ve nükteli resimleriyle izleyiciye fantastik bir dünya sunacak.

Büyük çağdaş ustalar arasında Joan Miró eserlerine hakim olan hayat dolu şiirsel, ince
zeka ürünü ve doğaçlama atmosferle ön plana çıkar.

İlk dönemlerinde Fovizm ve Kübizm etkisinde yaptığı Katalan manzaraları 1920’lerin
başlarında sürrealizm etkisiyle “rüya resimlere” doğru yönelir. 1930’larda ise
İspanya’daki iç savaşa dönüşen siyaset nedeniyle Miró’nun Katalan kimliği ve yaşadığı
çelişkiler bu dönemde ürettiği eserlerde baskın hale gelir. Şiddetin ve ruhsal ıstırabın
baskın oldugu bu yıllarda eski düşsel ortamın yerini vahşet, eğilip bükülmüş, biçimi
bozulmuş figürler ve siyah renkler alır.

Bu ruh hali yine de Miró’nun sanatındaki en büyük özelliklerinden biri olan
materyallerin alışılmadık kombinasyonlari üzerinde deneme yapma ve birbiriyle
bağlantısı olmayan imajlari şaşirtici biçimde yan yana getirme arzusuna engel olmaz. Bu
keşifler sonucu da Miró ’nun sanata yaptığı en büyük katkılardan biri olan yeni bir işaret
dili vücut bulur. “Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri çöküş içerisindedir”
diyen Miró , işaret ve sembollerden oluşan evrenini hep ilkel bir ressamın doğallığıyla
oluşturur ve ulaşmaya çalıştigı bu “saflik” onu çağdaşlarından ayıran en belirgin özelligi
olur.

Tanıtım ve iletişim bilgileri:

Web sitesi: www.mirosergisi.com
GRAM KÜLLERİ
Berkay Havuk

(Kralım)
Ne olursan ol bay tatlısuyun altında ayşenur canlı skor
indirgeyici kulluk kanosu - su mu alıyor
yeni taşındığın sesler ve şirin ter, sembol istanbul koşuyor oyunu
n
white anadolu sınav soruları emesen emer...
kolejli kabul defa defa aşığım mole
kafa babası makaleyi yön adlı mektupla doğrarken
şıkıdım salyangoz nümizmatikli yağmur makinesi grevinde yavaşladı
defileyi daha dün üç bin sebep limonatası affetmiş miss
medikal de biliyor şeyevin fileleri öyle tutma gözlerim madencilik madalyasıy benim
ah webb ulan acaba yerde dağıtım sabahı edası kaldı mı
4.katta kavga etti kardeş vs. atmosfer
tutunacağım rus oyuncakların yerine aç
açık pembe bir direktif mi bu yanağımın üçüncü sayfasın
dünyanın neresinde cevap ateşini yasa varman -zaferle korunmuş- 1881 niyet kulübü
kız sözlerinin ahdiyle bellerdim sana uzzak savaşın annesizlik hayranı
zool baraj çalgısı, bir yastığı ayak koymak, yassı kadayıf
çok isterdim çok, yaşadığım şehri gir
düştün, yer sofrası kuruldu ha kuruldu
borçlunun city gibi dakikaları bana tarafsız bir gemiyi, konuş!
hatırlasana boğulduk canım ol çalışmak sicilinde
hayvan terli orman konulu manken sayesi
defol olmalı bacağında, higgs ligi tarihine kalabalık
oturarak söylenilme marşındayım et zamzam yeraltı eczanesiyle
gazetelere mastik taşınıyorum uçarı hüseyin arıyorsun vakti
vah vah kaçağını sabahat maçı olabilir, kesici
bizi böyle mi ördün çok yazlık dövüşüyorum diye
ev yok'un kokusu önüyor ve ah şeytan bende eşofmanlı varıcım
bölge yetiştirici ayaklar ihtisasından
kilisenin "dayı uyuyorum of" üslubunu çekti ki canım
cennet cennet poligon yoktu sürpriz tatbikatı
nadir türleri de oynatarak yüzdürdüm kalbinize kralım
ve dondurmayı bir dakikada yiyen çocuklar montrösü
Japon yaşında işe balta denilen bir ayak
kekeleyen meşaleler taşıyan gözlerin
yasaksınız
aleminizin içinde tırnak ağacı yetişen şubesidir dört dudaklı bir ağız
affetsin /
çıplak haberler kralım
(Sen iyiki geldin bazı haberlere)
Beyaz çikolataya doyarken saray ışıkları
senin salonundaki yerimi düşündüm.
düş acziyle aczi
kılık koleksiyonumu dinlenir gibi
günü sana bakmak resmen etmektedir
senin o çıkmadığı camlar güvenlikti
(Good Morn’)
Parlaklığı birdenbire artarak başka bir yıldızmış gibi görünen bir yıldızsın sen. Aslında
yanlış bir terimsin. Bugün yalnızsın. Bir yıldızın evrimi sırasında aniden meydana geldin.
Yıldızın anlamını aşağı yukarı 12 dilek birimi arttıran bir olay için kullanıldın. Yaklaşık
olarak 100.000 ile çarpılan bir anlam gücüyüm. Böyle yıldızlar diş gökadalarda da
gözlemlenebilirdi. Gökadamızın tümünde bir yıl içinde bin kadar gece meydana geldi.
Fakat aşkı 9'a kadar yükselen insanların sayısı 20'dir. Eski durumlarına döndüğün
görülmüş. Coronae Boralis, Kuzey Tacı yıldızı, 1946 şubatında üçüncü defa nova olarak
gözlemlenmişsin. Sen, evriminin kararsız bir anında nova haline gelebilen yildizlarin
bulundugunu gösteriyorsun. Olay sirasinda senin tayf örneğin çok az değiştigi için, her
şeyden önce yarıçapının büyüdüğü sonucuna varmıştık. Anlam gücümüzün artmasi
genellikle bir iki gün kadar sürerdi. Fakat ilk anlam gücümüze dönebilmemiz için 15-20
yil geçmesi gerekirdi. Günümüzde geçerli bir görüş değilim. Sen, yıldızın yüzeyindeki bir
enerji boşalmasından meydana gelmiştin. Fakat bu boşalma, yıldızdaki bütün nükleer
enerji imkanlarının harekete geçtiği anlamını taşımaz. Bu bakımından, ayrılığı üstayrılıktan ayırt etmelisin. Gerçekten de, üst-ayrılık olayı, dünyanın bütün iç enerji
imkanlarını kullanarak aniden patlamasıyla ortaya çıkan çok daha şiddetli bir olaydı.
Deniz Tarsus
Röportaj: Aysun Sözütok

Deniz Tarsus 1987 yılında Bodrum'da doğdu. Lise öğrenimini Bodrum Anadolu Lisesi'nde aldı. 2005
yılında sinema eğitimi almaya karar verdi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-Tv Bölümü’nü bitirdi. Dergi ve internet sitelerinde yazıları yayımlanan Deniz Tarsus'un beraberinde kısa
filmleri bulunmakta. Antalya Altın Portakal Film Festivali başta olmak üzere birçok festivalde kısa filmleri gösterildi ve bazı ödüller kazandı. İlk öykü kitabı "Ozo Ozo Çakta" Dedalus Kitap, ikinci kitabı
"Ayrıkotu" ise Can Yayınları tarafından yayımlandı. Sinema ve edebiyat alanında çalışmalarını sürdüren
sanatçı İstanbul'da yaşamakta.

- Mod’u izleyince bizim aklımıza Cthulhu miti geldi hemen.*Filmin başındaki ahtapot detayı ve detayla
birlikte giren epesrarengiz müzik *Cthulhu'nun okyanusun en dibindeki uykusundan dünyada dengelerin
değiştiği, yıldızların öz yerlerini bulduğu zamanda uyanacak olması ve filmde de dünyadaki tüm dengelerin
bozulduğu, insanın ümit etmeye mecalinin kalmadığı bir zamandan bahsedilmesi; bize buna iten noktalar
oldu. Efsaneler, mitler detaylı incelemeler gerektirdiği için sanatçıların genelde ilgisini çekmeyen belki
de çekindikleri konular haline geldi. Böyle büyük bir geçmişe sahip ve hemen hemen dünyanın her tarafından bir çeşidi oluşturulmuş/oluşturulan bir türde fikirlerinizi berraklaştırmak için anlatmak istedikleriniz nasıl bir etüde sokuyorsunuz?
Mitleri araştırırken bana en yakın duran Altay Mitleri’nde durdum. Beni en çok doyuran ve tat veren onlar
oldu. Sonrasında bu süreç Ozo Ozo Çakta’ya yansıdı. Öyküler arası ilişkide Altay mitlerindeki olay örgüsünü kullandım. Ancak Mod’un hikayesi farklı. Yaklaşık 3 sene kadar önce yazdım. Basit ve naif bir hikayesi
vardı. Ethem’le konuştuğumuzda bu öyküyü çizgi-roman yapabiliriz demiştik, çünkü gelecekte geçiyordu ve
görselliği kısa filmde yakalamamız çok zordu. Ancak işlerdeki yetkinliğimiz biraz artınca hikayeyi kısa filme
dönüş-türelim, dedik. 2 sene sonra projeyi tekrar ele alınca elbette ki birtakım eklemeler-çıkarmalar yaptım.
Gelecekte geçen bir hikaye var ve bunu sağlam bir sistemin içine oturtmam gerekiyordu. Mitolojiden alıp bu
hikaye içine yerleştirdiğim bir olay örgüsü ya da durum yok. Kendi dünyamı kurdum. Olay bütününün içinden
anlatmak istediğim parçasını seçip kısa filme dönüştürdüm. Biraz da bu yüzden orada bir ahtapot görüyoruz.
Düş makinesinin sahibi adamın kıyafetleri çok daha farklı. O yüzden son sahnede gördüğümüz deniz siyah.
Garotte filmi bir yönüyle sizden alışık olduğumuz düş ve mitlerle gerçekleştirilen kurma bir dünya yaratma
tarzınızın dışında kalsa da iş veren dinamiklerinin kişileri makineleştirmesi ve distopyanın kazanını
günümüz koşullarında da kaynatmasını anlatıyor olması Deniz Tarsus’un mitlerden biraz çıkıp günlük hayat ile alıp veremedikleriyle, senaryo aşamasında etrafındaki nelerden beslendiğiyle bize bir fikir sunar mı?
Garotte, ben henüz mitlere dadanmamışken çıkan bir tasarı. Bu projeden önce çok sıkıntılı işlerde, yoğun
şekilde çalışıyordum. Hastalanıp işlere ara verdikten kısa bir süre sonra bu öykü ortaya çıktı. Uzun bir
hikayesi vardı. Atmosferi olay örgüsü hoşuma gitti. Ancak kısa film için uzun bir öykü. Bir bölümünü alıp
senaryomu hazırladım. Öyküyü yazmadan önce Babil Kitaplığı’nı okuduğumu hatırlıyorum. Borges’in seçtiği
öyküler muhteşemdi. Hepsinin atmosferi ayrı ayrı iyiydi. Bunun dışında Umberto Eco’nun Güzelliğin Tarihi
ve Çirkinliğin Tarihi’ni karıştırıyordum o dönemde. Melville’den Katip Bartleby’i okuyup çok etkilenmiştim.
Bartleby benim için özel biri. Değişmek isteyen, bunu hayatı boyunca hayal eden bir adam. Karaktere
“Yapmamayı tercih ederim,” dedirtmek ayrı bir zeka gerektirir. Katip Bartleby gibi “yapmamayı tercih etmek”
isteyen, ancak bunu tercih edip uygulamaya geçiremeyen çok fazla insan vardı etrafımda. O dönemde okuduklarımdan aklıma gelenler bunlar. Sadece okuduklarımızdan ya da izlediklerimizden etkilendiğimizi
düşünmüyorum. Hiçbirimiz sadece okuduklarımız ya da izlediklerimiz değiliz. Sokakta yürürken bile
dönüşüyoruz. Gelişme, evrilme devam ediyor. Okuduğumuz kaynaklar ve yapılan etüdler elbette ki bize çok
fazla şey ekliyor. Ancak en iyi etkisi bizi tetikliyor, unuttuğumuzu hatırlatıyor.

İşlerinizin genelinde -Mod, Ayrıkotu, Ozo Ozo Çakta, Garotte, Markizdüşsel ögelere, mitlere bir şekilde rastlama durumunu sizin bir alametifarikanız olarak görebilir miyiz? Yoksa bu dönemlik bir durum olarak
kalabilir mi?
Hayır, asıl mevzum ya da herzamanki çıkış noktam mitler değil. Bir
dönemlik durum da değil. Garotte, Mod ve Ayrıkotu’nda mitlerden
alınıp hikayeye adapte edilmiş bir küçük kırıntı dahi yok. Mitolojiyle
birbirine eklemlediğim Ozo Ozo Çakta dışında, başka hiçbir projemde
kullanmadım. Bana gore hikaye, neyi gerektiriyorsa onu almalı. Mitolojiyse mitler, sosyolojiyse o yönde araştırmalara girişmeli, tarihse
başka bir kol. Ben böyle çalışarak bir konu ve mevzuya sıkışıp kısır
döngüde kalmak istemiyorum. Birçok koldan beslenmenin, ulaşmak
istediğim seyirci ya da okuyucuyu daha çok doyuracağını düşünüyorum.
Su ne kadar çok akarsa o kadar berrak.
Ayrıkotu'nun ilk bölümü bir gezginin beş farklı öyküden oluşan hikayesini mi anlatıyor
yoksa karşılaştığımız baş karakterler ayrı ayrı kendi dünyalarındaki er kişiler mi?
Öyküleri tasarlarken aynı karakter ya da hepsi ayrı ayrı kişiler olmalı diye kesin bir dayatmam yoktu. Karakterim gezgin olmalıydı; çünkü girdiği topluluğun garip durumuna
aşina olmamalıydı. O köyde doğmamış birinin ağzından dinlemeliydik. Dışarıdan bakabilen, yabancı bir göz tarafından dile getirmek daha doğru geldi.

Anlatım biçimleri, atmosfer yaratma, çalışma şekli ya da öyküleme konusunda takip
ettiğiniz
Yönetmenler, yazarlar kimlerdir?
Borges, Bilge Karasu, Akira Kurosawa, , Ferit Edgü, Murat Uyurkulak, Tomris Uyar,
Scorsese, M. Curtiz, Umberto Eco, V. De Sica, François Truffaut, Henry James, Kim Ki Duk,
Tolstoy, Gorki, Voltaire, Ridley Scott, Vüsat O. Bener, Federico Fellini, Metin Erksan, Kafka,
Dostoyevsky, Kieslowski, Victor Hugo, Albert Camus, Andrey Zvyagintsev, Kazancakis,
Salinger, W. Faulkner, William Blake, Cengiz Aytmatov, Alfred Hitchcock, Stendhal, Majid
Majidi, Coetzee, Ingmar Bergman, Stefan Zweig, Jean-Luc Godard, Ingeborg Bachmann,
Sergio Leone, Theodoros Angelopoulos, Ernest Hemingway, Andrzej Wajda, Melville, …

Geniş kitle veya gişe sineması yapmayan genç yönetmenlerin Türkiye'de film çekerken ya da
geniş kitle veya tiraj kitapları yazmayan genç yazarların Türkiye’de kitap yayımlatırken karşılaştıkları zorluklar nelerdir?
Türkiye’de kısa film mantığı henüz oturmuş değil. Kısa filmi, uzun metraja geçişte bir süreç
ya da ısınma turu gibi gören kişi çok. Yurtdışında, özellikle de Amerika’da kısa film satın alan
kişiler var. Film depoları oluşturuyorlar ve bunların pazarlamasını yapıp satışa sunabiliyorlar.
Böyle olunca bu sektör kendi başına yetkinleşmeye ve kendi alanına para akıttıkça maddi
anlamda doymaya başlıyor. Türkiye’de malesef sponsor bulmak çok zor. Çok az vakıf ve
kuruluş kısa filmi destekliyor. Böyle olunca da el kol bağlanıyor. Kendi bütçemizle çok düşük
prodüksiyonlara kısa filmlerimizi çekmek zorunda kalıyoruz.
Mod önce öykü olarak yaratılıp bir anda senaryolaşarak ödüllü bir kısa filme dönüşmüş.
Ozo Ozo Çakta’dan “Aşkını Yiyen Adam” öyküsü de aynı kaderi paylaşarak bir kısa film;
“Markiz” olmuş.
Diğer öykülerinizden de aynı akıbeti bekleyelim mi?
Evet, Garotte de öyküden çıkan bir kısa film. Tasarlama kısmı öyküyle başlıyor. Kafam böyle
çalışıyor sanırım. Eğer sinemanın istediğini verebilecek bir öyküyse ya da buna yakınsa
senaryolaştırmaya başlıyorum.
Hayatınızda edebiyat nerede bitiyor? Sinema nerede başlıyor?
İkisinin de bitip başlayabileceği bir nokta, doğru ya da düzlem yok bana göre. Her zaman
birbirlerini besleyerek nitelik kazanabilirler. Yakalanması ya da tutulması gereken
nesnelerden öte, havada salınıyorlar. Biz kokusunu alıp gözümüz kapalı tarif ediyoruz.
Birbirlerine çok bağlılar, iç içe. Sorsak, ayrışmak istemezler herhalde.

Gelecekteki projelerinizden bize biraz bahseder misiniz?
Yakın zamanda Bodrum’da bir belgesel çektim. Kurgusu devam ediyor. Onun dışında yakın
zamanda bir çocuk kitabı çıkacak. Onun heyecanındayım.
ARTÜR
Kahraman Çayırlı

Son günlerinde elinde bir çivi ve çekiçle gezmeye başlamıştı. Mutfak kapısına, salondaki koltuklara,
içerdeki odanın yatağına kerelerce aynı çiviyi çakmaya çalıştı. Çivi yüzeye azıcık girse, bu sefer de
panik oluyor, can havliyle çiviyi geri çıkarıyor, evde kendine yeni bir hedef belirliyordu: Mesela
salondaki yemek masası. Mesela balkon kapısı. Mesela koridordaki halı. Çivi, çekiç ve abuk bir beyin
evin içinde seyrüseferde sürekli.
-Artür ne yapıyorsun?
-Buralara ruh kaçmış, sıkışmışlar burada, canları çok yanıyor, canları sıkılıyor, hepsi çok üşüyor.
Onlar da güneş görmeli, onlar da çiçek açmalı. Canlarını acıtmadan gün yüzü göstermeliyim onlara.
Sonra avizelerle sohbet etmeliyim, asırlardır öyle sıkılmışlar ki.
-Kahvaltı yapmayacak mısın?
-Evdeki işlerim bitince dışarıda yemek istiyorum. Bugün öğleden itibaren boğuntulu olacak buralar.
Karşı yakaya gitmem gerekir yoksa kapanırım. Ateş gelir.
-Bir sandviç yapayım o zaman, yersin giderken.
-Olmaz, yolda parasız, evsiz insanları, zavallı hayvanları gördükçe hepsine bölüştürmek isterim. Oysa
çok kalabalıklar, o kadar büyük bir sandviç yapabilir misin?
-Ah bu zor sorular nereden gelir aklına, bugünlük küçük bir sandviç yapayım, sen bölüş yine
istediğinle Artür.
-Esas siz, diğer insanlar, bunca kötülüğü nasıl görmezden gelirsiniz. Nasıl uyursunuz böyle. Aklınız
nasıl bir arada kalabiliyor bunca sorunun içinde, esas ben sizi anlamıyorum.
-Artür küçük şeyleri dert ediyorsun kendine. Her sorunu kendi başına kim çözebilmiş? Kötü bir şey
olur sana diye korkuyorum.
Son günlerinde elinde bir çivi ve çekiçle gezmeye başlamıştı. Mutfak kapısına, salondaki koltuklara,
içerdeki odanın yatağına kerelerce aynı çiviyi çakmaya çalıştı. Çivi yüzeye azıcık girse, bu sefer de
panik oluyor, can havliyle çiviyi geri çıkarıyor, evde kendine yeni bir hedef belirliyordu: Mesela
salondaki yemek masası. Mesela balkon kapısı. Mesela koridordaki halı. Çivi, çekiç ve abuk bir beyin
evin içinde seyrüseferde sürekli.
-Artür ne yapıyorsun?
-Buralara ruh kaçmış, sıkışmışlar burada, canları çok yanıyor, canları sıkılıyor, hepsi çok üşüyor. Onlar
da güneş görmeli, onlar da çiçek açmalı. Canlarını acıtmadan gün yüzü göstermeliyim onlara. Sonra
avizelerle sohbet etmeliyim, asırlardır öyle sıkılmışlar ki.
-Kahvaltı yapmayacak mısın?
-Evdeki işlerim bitince dışarıda yemek istiyorum. Bugün öğleden itibaren boğuntulu olacak buralar.
Karşı yakaya gitmem gerekir yoksa kapanırım. Ateş gelir.
-Bir sandviç yapayım o zaman, yersin giderken.
-Olmaz, yolda parasız, evsiz insanları, zavallı hayvanları gördükçe hepsine bölüştürmek isterim. Oysa
çok kalabalıklar, o kadar büyük bir sandviç yapabilir misin?
-Ah bu zor sorular nereden gelir aklına, bugünlük küçük bir sandviç yapayım, sen bölüş yine
istediğinle Artür.
-Esas siz, diğer insanlar, bunca kötülüğü nasıl görmezden gelirsiniz. Nasıl uyursunuz böyle. Aklınız
nasıl bir arada kalabiliyor bunca sorunun içinde, esas ben sizi anlamıyorum.
-Artür küçük şeyleri dert ediyorsun kendine. Her sorunu kendi başına kim çözebilmiş? Kötü bir şey
olur sana diye korkuyorum.
-Her yer böyle kirliyken, ben daha ne kadar kötü olabilirim ki. Her şey çok olumsuz.
-Artür güzellikleri göz ardı ediyorsun hep, eksilerin yanında artılar da var.
-Abla öyle ama, gece uyuyamıyorum düşünmekten. Birilerine iyiliğim dokunsun istiyorum her an,
iyilik yapmak istiyorum mütemadiyen. Kimse umursamıyor, herkes kendi içine dönmüş, kimsenin
kendinden başka kimseye faydası yok.
-Ama Artür böyle hayat, herkes böyle yaşıyor. Yoksa yaşanmaz.
-Abla Saros Körfezi’nde geçirdiğimiz yazı hatırladın mı?
-Aman Artür nasıl unutayım. Biri yağmuru büyük tencerelere doldurup üzerimize boca ediyordu. Dev
sular, seller. Bir kafeye zor sığınmıştık. Bir sürü başka insan da vardı. Eve koşmuştun. Evde bulduğun
tüm elbiseleri mor bavula tıkıp kafeye döndün. Sonra herkese birer elbisemizi verdin, şaşırdılar,
şaşırdım. Sevindiler, giydiler, yağmur bitip eve gittiğimizde hiç elbisemiz kalmamıştı. Birkaç kişi
elbiseleri geri getirdi o günün akşamı. Çoğu getirmedi, elbisesiz kaldık epey. Tamam iyilik ama böyle
yapılmaz ki.
-Abla kötü durumda birilerini görünce elimde ne var ne yok vermek istiyorum. Başkası kötüyken,
bende olanlar bana yük, bana ağırlık. Hafiflemek istiyorum. İnsanlara bir şeyler verdikçe daha iyi
hissediyorum kendimi. Bu dünyaya uyamıyorum. Dilleriniz farklı, ben başka sözler kullanıyorum.
Kimseye kafamın içindekileri aktaramıyorum. Köprüler yıkılmış aramızdaki. Ben başka dağ yollarının
peşindeyim hep, siz bildik ana yollar.
- Artür ne köprüsü, ne dağ yolu. Gel kahvaltı yapalım güzel güzel abla kardeş. Karşılıklı.
- Tamam ablacım kalıyorum, yapalım.
- Ha şöyle ya. Otur gel.
- Ne çok çeşit var masada. Bu ne zenginlik abla.
- Artür sen zengin masa mı görmüyorsun. Ne paralı insanlar var, haberin yok.
- İnsanlar öyle aç, oturup kendilerini yiyorlar.
- Sen iyi örnekleri de kat hesaba.
- Peki abla.
- Bak ekmek de kızartıyorum, hoşuna gidecek.
- Peki.
- Bu reçelin de tadına bak. Kendine iyi bak ki başkalarına faydan dokunabilsin. Kendin yiyip içip
güçlenmezsen, başkalarına nasıl yardım edebilirsin ki.
- Doğru. Abla dün gece bir rüya gördüm. Annemle babam çiçek topluyorlar, mükemmel papatyalar,
böyle uçsuz bucaksız kırlar. Güneş tepede, gökyüzü müthiş. Çok mutlular, gözleri ışıl ışıl. Gerçek
hayatta hiçbir zaman olamadıkları kadar.
- A niye öyle diyorsun. Bence son zamanlarında bile gayet keyifliydiler.
- Abla ne keyfi, mutsuzlukları öbür dünyadan gözüküyordu. Göstermelik iletişimler, misafir gelince
farklı davranmalar, zindan ettiler otuz yedi yılı birbirlerine. Hep birbirlerini boğacak gibiydiler.
- Aman Artür, bir kerede güzel bir cümle koy, mahalleye tatlı dağıtacağım. Benim arkamdan neler
konuşursun, kim bilir?
- Yok abla, beni bilirsin. Yüzüne neyse arkandan da o. Hatta ben insanların yüzüne daha acı
konuşurum. Kimse sevmez o yüzden beni. Doğruları söylemek neye yarıyor ki!
- Ama her doğrunun yeri, vakti var işte. Her şeyi her yerde nasıl söyleyeceksin. Olmaz.
- Bana çok ters geliyor. Kimsenin kimseyi zerre kadar sevdiği, umursadığı yok. ama görünüşe
bakarsan, herkes ölüyor birbirine. Bu yalanlar, bu roller öldürüyor beni sinirden. Böyle yapan insanları
boğasım geliyor. Neredeyse herkes rol yaptığı için insanların tümünü öldürmem gerekecek galiba.
- Aman Artür sakın kalkışma öyle bir şeye. Dünyanın eğrisini bir sen mi düzelteceksin.
Kahvaltılıkları mutfağa taşımama büyük bir ciddiyetle yardım etti. Sevindim. İnsan kardeşini sevmez
mi? Sever işte. Bulaşıkları yıkamaya başlamıştım. Değişik bir ses duydum. Daha önce duymadığım,
nasıl tarif edeceğimi bilemediğim bir ses. Sesin peşinden salona koştum. Çiviyi kendi kafasına
çakmıştı.
Sanatçılar
Nazım Hikmet Richard Dikbaş, Ramize Erer, Tan Cemal Genç, Naci Güneş Güven,
Ahmet Dogu Ipek, Hüseyin Karabey, Melıke Kılıç, Ceren Oykut, Ferhat Özgür, Çagrı
Saray, Sencer Vardarman, Yuşa Yalçıntaş.

Kasım-Aralık 2013 tarihleri arasında Kuad Galeri’de çizgi odaklı bir sergi gerçekleşiyor.

Sanatçıların çizgi tekniklerine verdiği değer ve önem, çizginin düşüncenin ve düş
gücünün en hızlı ve yalın dışavurumu olması, çizginin fotografa karşi direnişi, bilgisayar
tekniklerini de çizginin olanaklari ve hareketli çizginin etkisi bu serginin oluşum
nedenleridir.

Geleneksel ve alışılagelmiş sanat terminolojisinde çizgi teknikleriyle üretilmiş yapıtlar
Fransızca kökenli “desen” olarak adlandırılıyor. Burada bilinçli olarak klasik-akademik
ve modernist-şiirsel bir belleği işaret eden desen teriminden uzaklaşıyoruz. Günümüzde
çizgiyle ve çizgi teknikleriyle yapılan resimlerin ve hareketli imgelerin siyasal-toplumsalkültürel ilişkili içerik, biçim ve estetikleri bu resimlerdeki çizgi gerçegi ve olguna
güncelleşmiş bir bakışla yaklaşmamızı öneriyor.

Bu sergiye katılan sanatçıların ürettiği çizgi resimler ve videolar günümüzdeki tüketim ve
medya kaynaklı görsel kültürün ürettiği sayısal imgelerin programladığı görme
biçimlerinin egemenligine karşı, şifresi çözülebilir imgeler ve dolayısıyla özgürleştirilmiş
görme olanakları sunuyor.

Ayrntılı bilgi için: Güneş Nasuhbeyoglu, Yönetici Küratör
Sen O Zaman Parasız Yatılıdaydın
Sen o zaman parasız yatılıdaydın. Anlatmadık bunları sana. Annem istemedi. "Aklı bizde kalmasın, dersine
çalışsın yavrum, okusun da kurtarsın kendini," dedi. Sana haftada iki üç kez yazdığım mektuplara koyamadım
bunları, diyebilemedim. Doğum haberini verdiğinden beri düşünüyordum ama, anlatayım istiyordum.
Bugüne kısmetmiş.
Annemin de, babamın da inancı tamdı sana, biliyorsun. Benden pek ümitleri yoktu.
Oğlan çocuğu yerine sayıyorlardı beni. Okumaz bu, diyorlardı. İte kaka liseyi bitirir, sonra Susurluk'un
içinden, olmadı Bandırma'dan, Karacabey'den bulur birini evlendiririz diye düşünürlerdi. Zaten dedeme
kalsa, kız çocuğun okuması da neymiş. Kız evlat dediğin, memeleri dolunca oturur kocasının dizinin dibinde,
ağzının içine bakar. Çocuğunu büyütür, salçasını, tarhanasını, turşusunu kurar biraz da örgü, dikiş geldi mi
elinden, daha ne? Ah, canım dedem! Dedem ne çok severdi beni, ne çok. Babam da seni. Onca borcun içine
seni okutabilmek için girdi biraz da. Şimdi üstünden bunca vakit geçti diye bu kadar rahat diyorum bunu,
alınma. Albayın Nihat sokmuştu onu bu ortaklık işine. Babam ki şunca yılın ırgat çocuğu, ne anlasın fabrikadan,
muhasebeden, stopajdan, sacdan, Allahını seversen. Fakirin umudu kazancından çok, borcundan
az işte, ne yaparsın.
Balıkesir yolunda sac fabrikasına sermaye koyacaklar, civarın peynircilerine, yağcılarına teneke ambalaj
satacaklar, bir yılda borcu temizlediler mi, iki, çok çok üç yılda feraha çıkacaklardı. Senesi gelmeden,
Nihat çekti parasını işte. "Ben," dedi babama, "Şofben parçası işine giriyorum. Senin Allah yolunu açık etsin."
Senesi geçince de muhasebecisi, maliyecisi, ustabaşısı çekiştirmeye başladılar emanet kravatından babamı.
Hani lisede bir Mesut Hoca vardı, yakışıklı, küfürbaz edebiyatçı; o vermişti. "Patron adamsın sen artık.
İşçi milleti yavşaktır, jilet gibi olmazsan, hürmet görmezsin," demiş hatta. Sen yoktun, anlatmıyorduk bunları
sana, moralin bozulmasın, derslerin kötülemesin diye. Tebligatlar, tebligatları kovaladı. En sonunda devletin
kiremit rengi kamyoneti yanaştı kapının önüne, neyimiz var neyimiz yok yükledi, götürdü.
Annem, şaşkınlıktan yazık, banyonun açık yeşil paspasını kucaklamış, ağlıyor da ağlıyordu. Babam yoktu
ortalarda, kayboluverdi. Bir müddet de görünmedi zaten. Hatırlarsın, Keşan'a gitti demiştik sana da.
Yok efendim, orda bir arsa varmış da, asker arkadaşı illa tutturmuş da, "Gel, bir gör, beğenmezsen almazsın,"
demiş de, bir sürü senaryo. İki buçuk ay, birkaç parça üst baş, bir düdüklü tencere, annemin çeyiz sandığı,
bir de banyonun yeşil paspasıyla alt katta, kuru kuruya yaşadık dedemlerde.
Babamı hiç sevmezdim ben. Mıymıntılığı, ellerinin kabalığı, haki yeşil emanet kravatı ve seni benden daha
çok sevişi çileden çıkartırdı beni. Yine de merak ediyordum. Öyle, başına bir şey gelmiştir, alacaklılarının eline
düşmüştür, bir yerlerde kendi canına kıymıştır diye değil, sen işkillenip kalkar geliverirsin diye, annem daha
çok ağlayacak, dedem daha çok sövecek diye, üst katı bomboş görünce üzüntüden okuyamazsın diye.

Mahir Ünsal Eriş - Olduğu Kadar Güzeldik | İletişim Yayınları, Çağdaş Türkçe Edebiyat,
128 sayfa, Haziran 2013.
MAHİR ÜNSAL ERİŞ
Röportaj: Berkay Havuk - İrem Gerkuş
Lise ve üniversite yıllarınızda daha aktif olmakla beraber bu zamanlara kadar siyasi olarak aktif bir duruşunuz var. “Başka Türlüsü Devrimin” yazınızda da gezi olaylarına dair orada bulunan insanların aktifliği hakkında çok güzel karşılaştırmalar yapmışsınız. Aslında biraz da o yazınızdan yola çıkarak, bu
bahsettiğimiz gençliğin, topluluğun içinde bazılarının siyaseti tüketim malzemesi olarak kullandığını
düşünüyor musunuz? Mesela Che Guevara tişörtü giymenin ya da bohem bir mekanda takılmanın o
gruba sükse kazandırması gibi?
Bunda kötü niyet aramak, birazcık kötü niyetli bir davranış olur ama. Che tişörtleri giysinler, solcuların,
bohemlerin gittiği mekanlara gitsinler, facebook’da, twitter’da muhalif videolar, gönderiler paylaşsınlar…
Bunun kime ne gibi bir zararı olabilir ki? Bırakınız yapsınlar. Ne kötülük var bunda? Hayatın kendisi zaten
politik bir şeydir . Üstelik boşluk kaldırmaz hayat ve bence sahici muhalefetle şakacıktan ya da şekil olsun
diye yapılan muhalefeti birbirinden ayırabilecek güçtedir. İsteyen istediği gibi yaşasın varsın. Daha yalın
ve güzel ne isteyebiliriz hayatta.
Biraz daha halk müziği ve arabesk tarzda müzikler dinliyorsunuz. Bunun öykülerinize etkisi var mı ya da öykülerinizde
bir atmosferin içine girmenize yardımcı oluyorlar mı?
Pek değil. Aslında tespit de biraz eksik sayılır. Ben pek türkü sevmem. Çok enderdir sevdiğim türkü. İki elin parmaklarını geçmez. Arabeskte de
sevdiğim bir iki isim vardır.
Sanılanın aksına Ferdi Tayfur
pek sevmem mesela. Orhan
Gencebay’ı da mazinin güzel
bir anısı olarak seviyorum tabii ki. Popstar jürisi ya da AKP
nin kolpadan açılımlarına semahlı klipler çeken bir tükenmişlik anıtı olarak değil. Bir
şeyler yazarken atmosfere girebilmek için müziğin
yardımı dokunuyor mu ? Bence dokunmuyordur.
Çünkü ben müzikle çalışamıyorum. Aklım müziğe
gidiyor, dağılıyorum. Ama Flash Tv hep açıktır çalışırken. Belki onun katkısı oluyordur.
Okurlarınız sizin yazın tarzınızı Barış Bıçakçı'ya
benzetiyor. Emrah Serbes’in de bu sorulara çokça
maruz kaldığını gözlemledik. Bu söylem dile getirildiğinde siz de aslında öyle değil anlamında cümleler kuruyorsunuz. Okur gözünden bir şeyler mi
kaçırıyor? Okur neyi neye bağlamaya çalışıyor? Üçünüz arasındaki Ankara’dan sonra diğer elektrik
sizce nedir?

Ya, aslında bir şey söyleyeyim mi,
bunu diyen okurla karşılaşmadım
ben. Kitap ekleri ve gazette röportajlarında, arkadaşların büyük bir
kısmı kitabı okumadan gelmiş oluyorlar. Onun yerine kitap hakkında
daha once yazılmış röportajları, Ekşi Sözlük’ü okumayı daha kolay buluyorlar. Anlaşılır bir şey bu. Yani
aslında bu Barış Bıçakçı meselesi,
kitapla ilgili çıkan ilk yazılardan biri olan Melisa Kesmez’in “Taşra sıkıntısından öyküler yapmak” yazısı
ile başladı. Ben küfürbaz, serseri, terbiyesiz adamın tekiyim. Barış Bıçakçı’nın naifliği, sakin ve dingin ama
olgun bakışı, ifadesi karşısında benim
yazdıklarımı onunkilere benzetmek
bir kere başta Barış’a ayıp. Keza Emrah da öyle. Emrah nerde Barış nerde.
Fakat kuyuya bir taş atıldı artık ve bu böyle konuşulmaya devam edecek. N’apalım, kaderimiz
buymuş. Ama okura ait bir tespit değil yani, onu diyebilirim.
Edebiyat ve muhaliflik fikrinin sıkça bağdaştırılmasının sebebi nedir sizce? Muhaliflik istediğin partinin ya da grubun başa geçmesiyle
sonlanan bir olgu mudur? Edebiyat içindeki
muhaliflik ne olursa olsun devam eder mi?
Etmelidir. Okumak, dünyayla kavga etmeye başlamaktır çünkü. Yazmaksa kavgada tarafını belirtmek. Yazı oldukça muhalefet bitmez. Kim iktidarsa ona muhalefet. Çünkü iktidar kirdir.
Kitap kapaklarınızda eski sepya fotoğraflar görüyoruz ki bu kapak piyasasında pek tercih edilmiyor. Bu
ifade daha çok hikayelerinizdeki yaşanmışlık, "o" havanın yakalanması, nostalji hissiyatını uyandırması için mi? Kitap kapakların o çekici, manyetik gücüne inanıyor musunuz?
İnanmıyorum. Kendi kitaplarımın kapaklarına da ben karar vermedim zaten. Beraber seçtik, bu olsun
dedik ama ilki de, ticari bir numara çevirildiği gayet açık olan ikincisi de benim değil Levent Cantek’in
seçimiydi. Güzel fotoğraflar ama kötü kapaklar bence. Varsın öyle olsun. Ben ne anlarım. Ben yazayım
da, kapağını illa ki düşünen, benden daha etraflıca düşünen birileri olur. Ticari bir ürün çünkü kitap.
Ambalajını düşünmek bana düşmez. Yakışık almaz da zaten.
Müzik sizin için kuvvetli bir tetikleyici bir alan. Bu konuda yazarken dinlemek ya da etkilenmek noktasında anmak isteyeceğiniz isimler kimlerdir?
Batı müziğine gereken önemi göstermeliyiz. Marin Marais dinlemeli, Lotti, Pergolesi, Bach ve Haendel
dinlemeliyiz. Barok nefistir. Barok öncesi, tampere edilmemiş geç rönesans müziği enfestir. Daha yakın
zamanlara gelindiğinde 1950’lerden sonra Fransa ve İngiltere’ye kulak vermeliyiz. Chanson geleneğini
takip etmeli, Chanson’a sırt dönen Jacques Brel gibi, Vian gibi deli adamları kaçırmamalıyız. Hep Orhan, hep Ferdi olmaz. Kendimize acımak da bir yere kadar.
Sizin tarzınız okurlarınız tarafından artık kanıksanmış ve aşikar bir halde. Minimalist, içten, hatıralar
sandığımızı titreştiren ve anlayışlı öyküler/yazılar kaleme alıyorsunuz. Aslında yazar olma sürecinde
bir kişinin okuması gereken kitaplar, dergiler izlemesi gereken filmler vesaire o bilgi yüklülüğünden,
o entellektüeliteden tam anlamıyla olmasa da sıyrılıp bu denli herkese hitap eden öyküler kaleme almak diğer tarzlara nazaran daha zor bir iş değil mi?
Bilmem. Sanırım bu soruya cevap verecek durumda değilim. Çünkü gerçekten planlayarak, tasarlayarak yazmıyorum. Aklımda ne varsa onu yazıyorum. Çok karışık bir aklım yok demek ki.

Afillifilintalar grubuna dahil
olma"nın bir açılımı var mı?
Gezi süreci boyunca A.F. grubundan bazı arkadaşların iyi
niyetli görünmeyen boşboğazlıkları ve ardından gelen Uyurkulak’ın “istifası”, soL’da
çıkan yazılar falan… Bu, doğal olarak bana çok soruldu.
Sorulmadıysa da ima edildi.
Bir kere şunu iyi bilmek lazım. Afili Filintalar’ı çok büyütmemek lazım. Bir politik
teşebbüs değil, sıradan, hatta
vasatın altında bir edebiyat
blogu orası. Hatta edebiyat
blogu bile denemez; blog sadece. Orada bulunan edebiyatçıların olması orayı edebiyat blogu yapmayacağı gibi orada iki üç tane zevzek adamın
bulunması da tüm siteyi günah keçisi ya da şer
yuvası yapmaz. Bu kadar kafaya takmamak lazım. Eninde sonunda bir internet sitesi. Başka
hiçbir şey değil. Bu kadar konuştuğumuza de-

ğecek kadar bile bir mesele değil.
Ben oraya, oradan iki arkadaşımın ricasıyla yazmaya başladım.
Ama zaten çok sürdüremedim
de. Çok verimli değilim yani. Zaten Kuş Lokumu diye, Vedat Özdemiroğlu’ndan daha kötü Vedat Özdemiroğlu esprileri yapılan (Vedat abiyi çok seviyorum,
o ayrı) o köşeden başka da düzenli yazan var mı bilmiyorum.
Kitaplarınızdaki küçük biyografiniz de bile Gençlerbirlikli olduğunuz bilgisine ulaşıyoruz.
Bu taraftar grubunun tribün felsefesinin bambaşka olduğu, marjinal bir kesimin oluşturduğu, muzipçe ve zekice yapılan tezahüratlar, işin içine biraz küfür girince megafonla uyaran ihtiyarlar heyeti gibi hiç görülmemiş tribün durumlarını içinde barındırması, sizi bu
takımın taraftarlığına iten etkenler arasında olabilir mi?
Şüphesiz

ki

tam

da

budur.

Mesela siz öykücülüğünüzle ünlüsünüz bunun yanında çeviri de yapıyorsunuz. Bir okurunuz sizin çevirdiğiniz herhangi bir eseri görünce bunu siz çevirdiğiniz diye alabilir. Genelleme yaparsak bir alanda yapmış olduğunuz ün, diğer bir işinizde size elle tutulur, açıkça
bir katkı sağlar mı?
Bilmem, sağlar mı? Bunu yayıncılar düşünsün bence.
Ben kitap satmıyorum ki. Benim tek
iştahım yazmaya. Geri kalan her işin
uzmanı , mesulü var. Benimki yazmak.
AĞAÇ KABUKLARI
İrem Gerkuş

“Bir de işte tek kalmanın acısı, bir de
Nemli toprakta yüzükoyun
Yokluğuma kar biriktiren yazla birlikte.
İmgesiyim ölümün.”
Edip Cansever

Ormanın ortasında çırılçıplak doğduğumda saçlarım daha yoktu. Hiç istememiştim. Her saç teliyle
beraber başka bir ağaca daha sarılmak istedim. Her bir yükle birilerine yaslanmak istedim. Ana
ağaçla, baba ağacımı hiç bilemedim, belki de hep onları aradım. Zifiri mağaralarda, asırlık ağaçların
köklerinde, dökülmüş kuru yaprakların seslerinde, ağaçların arasından parlayan yıldızlarda, köklerimi
saldığım bu topraklarda... Her saçım uzadığında bir uzantım daha ilerliyor, daha uzağa, topraklar,
ağaçlar izin verdiği kadar... Birileri izin verdiği kadar kök saldım bu topraklara, en eski ben kaldım.
Uzun köklerimin birbirine dolandığı ağaçları kestiler bir bir, nedenini duymak bile istememiştim.
Keşke onlar da bir ağaç olarak doğsalardı, isterdim, keşke onlar da çıplak, sessiz doğsalardı, keşke
onlar da saçlarını, saçlarının uçlarını bellerinin çukurunda, kirpiklerinin üzerinde, soğuk rüzgarla
kurumuş kollarında, üşümüş, eskimiş belden aşağılarında hissetselerdi. Keşke ağaçlarım kesilirken,
eğrelti otları kadar sessiz, ısırgan otları kadar onlardan yana olsaydım, olabilseydim. Sürekli büyüyorum,
gözyaşlarımla kendimi suluyor, bu ormanda üç yaprağımın şıkırtısıyla uykuya dalıyor, yeniayın
karanlığıyla havayı soluyorum. Sabah uyandığımda tanımadığım bir evin bahçesinden şatafatsız
beklentilerle buldum kendimi. İki katlı yeşil panjurlu sevimli bu evin bahçesinde oynayan çocukla
arkadaş oldum. Her şeyin toz pembeliği, sahteliği, mükemmelliği midemi bulandırırken, birilerinin
benimle dalga geçtiğini düşünmüştüm. Dünyanın merkezi burasıydı, çitlerin etrafında, oyuncaklarını
arasında, bir anne babanın parmak uçlarında, yeşilliklerin gölgelerinde, hayvanların sessizliklerinde.
Köklerimi koparıp sonsuza kadar oradan kaçmak istedim, herhangi bir ceviz ağacı olup o evi yıkmak,
o çocuğu ağlatmak, o aileyi yüz üstü bırakmak. Sahip olduklarını kaybetmelerini istedim.
Bu nefretim onların kusursuzluğundan mıydı, yoksa istedikleri her şeye sahip olmuş olmaları mıydı
bilemedim. Belki de benim kıskançlığımdı, bunu kabullenemeyişimdi. Ben burada savrulurken onların
dünyayı döndürmesiydi. Köklerimi ne zaman buraya saldım hatırlamıyorum, alışmışım ve zamansız
yaşlanmışım. Toprakları eşelemişler, derinlerdeki köklerimi kesmişler, rüzgarları durdurmuş, yapraklarımın konuşmasını engellemişlerdi. Belki de onlar sadece sessizlik istemişlerdi ve yavaşlık. Küf rengi
mevsimler dallarıma, gövdeme insanları getirmiş, zamanla kinim suskunluk olmuş, gökyüzüne doğru
yürümüş onlara yaslanılacak kabuk haline gelmişti. Durumumdan hoşnutsuz değildim artık, çocuklarım vardı, avunuyordum ya da avutuluyordum. En kötüsü de duyuyordum.
Bu nefretim onların kusursuzluğundan mıydı, yoksa istedikleri her şeye sahip
olmuş olmaları mıydı bilemedim. Belki de benim kıskançlığımdı, bunu kabullenemeyişimdi. Ben burada savrulurken onların dünyayı döndürmesiydi.
Köklerimi ne zaman buraya saldım hatırlamıyorum, alışmışım ve zamansız
yaşlanmışım. Toprakları eşelemişler, derinlerdeki köklerimi kesmişler, rüzgarları
durdurmuş, yapraklarımın konuşmasını engellemişlerdi. Belki de onlar sadece
sessizlik istemişlerdi ve yavaşlık. Küf rengi mevsimler dallarıma, gövdeme
insanları getirmiş, zamanla kinim suskunluk olmuş, gökyüzüne doğru yürümüş
onlara yaslanılacak kabuk haline gelmişti. Durumumdan hoşnutsuz değildim
artık, çocuklarım vardı, avunuyordum ya da avutuluyordum. En kötüsü de
duyuyordum.
Bazen birileri geliyor, kimseler olmuyor, gülüyorlar, kahkahalar atıyorlar,
lkulaklarına fısıldıyorlar. Birisine aşinayım ama ötekinin yapmacık gözleri,
iradesiz sözleri bana çok yabancı. Sesleri, harfleri, fikirleri ve beni unutarak
dokunmaya başlıyorlar. Bana yaslanmış; tekrarlı nefeslerini, istemsiz hareketlerini ve sürekli yoklayan bakışlarını çevreye bırakıyorlar. Dolunay yok olurken,
köklerimde kırmızılıklarla onların kaçışını izliyorum. Kuralların seslerinden,
vefanın ellerinden, sadakatin köklerinden…
Bazen birileri barınıyor, kimseler olmuyor, ufak bir ateşle ardı arkası kesilmeyen
dumanlar yükseliyor, korkuyorum, gözlerini kapatıyorlar, sesleri azalıyor, titriyorlar,
bazıları uzun şiirlerle bağırıyor, bazıları soluksuz bir geçmişte bitmiş sesleriyle
kabuklarımda birilerini arıyor. Güneş doğarken onların halsiz yok oluşlarını
kizliyorum. Çimenlerin uçlarını, pantolon ceplerini, çamurlu paçalarını…
Bazen birileri ağlıyor, kimseler olmuyor, anlatamayacaklarını bağırıyor, itiraflarını
sıralıyor. O kadar umutsuz ki şikayet ediyor. Taşıyamadığını söylüyor, taşıyamayacağını, devam edemeyeceğini… Sonunda karanlığın içinde ezilerek kayboluyor.
Kayboluyorlar. Tüm mükemmelliklerini köklerimde, kabuklarımda eritip bir daha
hiç gelememek üzere hepsi toprağın altına giriyorlar. İstemediğim, isteyemediğim
onlar benim köklerime dahil oluyor, benim gibi oluyor. Benim gibi mutsuz, uyumsuz ,
yavaş, güçsüz ve huzurlu. Bir dalım kırılmış gibi ne olursa olsun bir inandığım
daha yok olmuş gibi… Sanki hiçbir yerde kusursuzluk var olamazmış, aynalar
gözlerimdeymiş, çocuklarımın ölüleri köklerimdeymiş gibi… Benim suçluluğum
bulaşıcıymış, gerçekliği lekeleyen yalanlarım onlara da sıçramış gibi… Benim
kabuklarım ölümmüş gibi; ben bir tanrıymışım gibi, lanetli kötü bir tanrı…
“Kıskançlığı bile unutturan bu ağırlık nereden geldi?”
-“ Mutlu olmak için onları hatırlıyorum, hissediyorum; ölüm ne kadar da
masumlaştırıyor insanı.”
Şimdilerde ısırgan otları da benim kadar sessiz…
Allah’ın Görev Tanımı
Ozan Can Türkmen

Affetmek.
Bir gün ellerin dolu döndüğünde eve
Kapının tam arkasında durmak.
Aslında bütün kapıların arkasında durmak
Kapıların evrak işleri
Bilmek.
Mesaj iletildi, okundu.
Kim gününde eteğinin çiçeği
Ve dün ölenin adı neydi?
Ve diğerinin ve diğerinin?
Arkadaşları onlara nasıl seslenirdi?
Elbette sevmek
Dünyanın sonu gelmeye karar verdiğinde
Yaşanacak müthiş sevgi kaosunu.
Makinanın doğasında bulunan arının,
Nasıl gideceğini değil hayır
Gidilecek bir adres soranların,
Sürekli ömrünü ölçenlerin
Aynı suya kanmasına imkan sağlamak.
Bir de suyun maaş bordrosu
Üzülmek, utanmak, ağlamak değil
Ama bunları bir sosyal projeyle
Yoksullara dağıtmak.
Proje sahibine ödül vermek.
Öfkelenmek
Hatırla ayakkabıları kan dolduğunda
Tanrısını itidale çağıran peygamberi.
Ve sorusunu bir diğerinin
Neden
Neden
Eloi, eloi lema sabachtani?

Seni sipariş ettiklerinde isimlerden
Sevincim haklı mühürlü belgelerle
Reddedilemez biçimde
Yüzüne bir telefon aldığında,
Annem eve çağırdığında
Orada olmak.
Bir anda her yerde olmak.
Bir gün mutlaka bir yerde
Bütün sonranın ev sahipliği
Sormak
Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,
Annelere oğullarının cenaze tarihleri,
Kaç yaşındaydı,
Kaç gün oldu sorulduğunda
Polis kayıtları açıldığında
Ve sana gelince ben
Sevmediysen neden kötü ışığımda
Gün saatleri boyunca oturdun?
Kimsenin öz annesi değilsin
Bu merhameti sigortan karşılamaz.
Allah’ı göreve çağırıyorum!
Kahretsin!
Aynanın Halleri
Tan doğan

aynada yitik çocukluğumun yüzü
baktıkça uzaklaşıyor gözlerimden gün
âh misketlerimi kaptırdığım dün
tarihimi sen mi çatlattın
ne yana tarasam eksilerek acıyor saçlarım
hangi kılı kessem dişlenmiş elmamda kan
annemdir her dâim gözyaşlarımda susan
burnumun direği kırık kiri pas kulaklarımın
kuyu da ‘ayna’dır yoldaki su da
alnımda yağmurun kırbacından üç yol mor
alevi ölü bir közdür kor
parçalanmış ‘hayât’ın ilk ve son ‘ışk’ında
Tanıştığınıza Memnun Olun
Feridun Demir

kırmızı gece
lambalı evden ağlayan bir çocuk sesi geliyor
koşarak, beyaz bir kedi
acelesi varmış gibi
geçiyor benden rol çalarak
arkadaşları ona gri diye sesleniyormuş
hissi eşlik ediyor sokağa girene kadar
kafasını aşağıya doğru çevirmiş
sokak lambası
sokağın alt köşesindeki ise bu tarafa bakıyor
yaşlı bir sigara pencere kenarında teyzeyi içiyor
“sokak lambalarının aşkı” diye kısa bir film çekiyorum

beş yıldır aynı boydalar

köşeyi dönene kadar
son sahnesinde teyze, sigarayı sokağa fırlatıyor
belediyenin diktiği ağaçlar kaldırım boyunca
caddeye doğru eğilmiş
arabaların önüne atlamak istiyor gibiler

bence ölmeyi, kaldırımda yaşamaktan çok istiyorlar
fabrika otobüsünü bekleyen işçiler..
gece on birde uyanmaya çalışan uykularından
günde on iki saat çalışan ve
hayatları boyunca bir evleri muhtemelen olamayacak

karnen iyi gelirse diye kandırırken çocuklarını -bisiklet hayaligülümsemeye çalışan adamlar
tanıştığınıza memnun olun
biri çıkıyor kuruyemişçi dükkanından
bir oğlu yok kucağında ama baba
yirmi altı belki yirmi yedi yaşında
ama otuz beş gösteriyor
kese kağıdından çıkardığı antep fıstıkları gibi
atıyor dertleri içine
eve gidene kadar ne kadar yese kâr
2. Geleneksel Ege Üniversitesi Mizah Festivali (MizahFEST)
Aysun Sözütok

16-17 Aralık 2012 tarihlerinde Ege Üniversitesi Karikatür ve Mizah Topluluğu'nun (EKAMİT) ev
sahipliği ile bir mizah festivali gerçekleştirildi. Türkiye'de şimdiye dek sadece 3 ilde/üniversitede
gerçekleştirilmiş olan MizahFEST kapsamında tüm Ege Üniversitesi öğrencileri ve İzmir halkına
yönelik olan etkinliklerle katılımcılarına unutulmaz anlar yaşattılar.
Geçtiğimiz sene Serhat Kılıç'ın söyleşisiyle başlayan festivalin ilk günü; GeVeze (Jozi Zalma) söyleşisiyle devam ederken Geveze'nin yüksek enerjisiyle adeta stand-up gösterisine dönüştü. Festivalin ilk gününde kapanış Kısmet Şov'a aitti. Deniz Alnıtemiz, Deniz Özturhan ve Kaan Sezyum
üçlüsünden oluşan Kısmet Şov; ilk defa EKAMİT MizahFEST kapsamında Ege Üniversitesi Kampüsünde İzmir izleyicisiyle buluştu. Deniz Alnıtemiz'in güpgüzel gösterisi, Deniz Özturhan'ın kahkahalarla dolu stand-up gösterisi ve özellikle Penguen dergisindeki yazıları ve gazetedeki köşe yazılarıyla tanıdığımız Kaan Sezyum'un unutulmayacak gösteri gerçekleştirildi.
Festivalin 2.günü dosyal medyada fenomen olan Falanca ile Argostrolojinin, tatlı sert üslüplarıyla,
festivale renk katmasıyla başladı. Ardından Yetenek Sizsiniz Türkiye'den tanıdığımız Emrah Bari,
festivalin neşe katnağı oldu. Bir karikatür topluluğu festival düzenler de karikatür dergisi çizerlerini
çağırmaz mı? Gırgır Dergisi çizerleriyle yapılan söyleşinin ardından Cem Özkan'ın salonu coşturan
akustik performansıyla dopdolu ve bol eğlenceli geçen MizahFEST yüzlerde gülümsemeler eşliğinde
son buldu.
Geçen sene ilki düzenlenen Ege Üniversitesi Mizah Festivali, EKAMİT MizahFEST
Kapsamında geleneksel hale getirildi ve 16-17 Aralık 2013'te ikincisi düzenleniyor.
Geçen seneyi aratmayan söyleşiler, stand-up gösterileri, dans gösterileri,ödüllü
yarışmalar, süpriz konuklar ve konserlerle sizlere dopdolu 2 gün yaşatmayı planlıyor.
Ayrıca geçen sene yapılan Mizah Festivali sonrasında Oğuzhan Uğur, Erdem Yener
ve Engin Altan Düzyatan'la da söyleşiler yapıldı. Özellikle Engin Altan Düzyatan ile
yapılan söyleşimizde kendisinin ortamı oldukça samimi bulması sonrasında sırtındaki
dövmesini göstermesi salonda büyük ilgi gördü. Bu seneki Mizah Festivalinde de bu
tarz söyleşiler olacağı bilgisini edindik.
Bol kahkahalı, eğlenceli ve dolu dolu 2 gün için 16-17 Aralık 2013 tarihindeki mizah
festivaline bekleriz.
AHMET MUHİP DIRANAS VE YAVUZ TURGUL’UN FAHRİYE ABLA’SI
Emel Koşar

Ahmet Muhip Dıranas’ın ünlü “Fahriye Abla”sında şiir öznesi, çocukluk yıllarında âşık olduğu kendinden
yaşça büyük kadını tahkiyeye dayalı şekilde anlatmıştır.
“Âşık olmak, şeylerin değerini arttırmaktır, dünyanın yoğunluğunda yeniden var olmaktır ve onu tahmin
etiğimizden daha zengin, daha yoğun bir biçimde keşfetmektir” Dıranas’ın “Fahriye Abla”sında
şiir öznesi, koku yoluyla hatırladığı “Fahriye Abla”yı görsel öğelerle tasvir ederken âdeta onu yeniden
keşfeder:
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla! (s. 65 )
Schopenhauer’a göre “Bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları
yerden kesik görünsünler, sadece cinsel dürtüde temellenirler.” “Erkeğin aşkı, doyum bulduğu andan
itibaren belirgin bir biçimde azalır. Hemen hemen bütün öteki kadınlar onu, sahip olmuş olduğu kadından daha fazla çekerler. Erkek değişiklik özler.” Şiir öznesinin “Fahriye Abla”ya aşkı, doyuma ulaşamadığı
için devam eder:
Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin.
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla! (s. 65)
Farsçada “sarmaşık” anlamına gelen aşk, bazen psikolojik bir hastalık, bazen de fethetme, kendini adama,
fethedilme arzuları arasında gelgitlerin yaşandığı tutkulu ilişki veya beynin kimyasal yapısının ve hormon
seviyelerinin etkilediği bir bilmece olarak görülür. Şiir öznesi “Fahriye Abla”nın evini “sarmaşık, ıtır,
akasya ve bahar” gibi aşkı simgeleyen unsurlarla tasvir eder:
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla! (s. 65)
“Aşk her zaman sevimli değildir, adaletle veya eşitlikle bağdaşmaz, feodal bir tutkudur, antidemokratiktir!”
“Fahriye Abla”nın sevdiği delikanlı yerine Erzincanlı bir adamla evlenmesi de aşkta adalet olmadığının
kanıtıdır:
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla! (s. 65)
Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği’nde aşkın “cinsel sevgi” olduğunu savunur. Kadınların kendilerinde
bulunmayan özellikleri erkeklerde aradıklarını, büyük aşkların büyük hayal kırıklıklarıyla bittiğini, aşkın
hayvansal içgüdülerin tatmini olduğunu söyler. Her birey, çocuk yapmaya elverişli dönemden uzaklaştığı
ölçüde karşı cins için çekiciliğini yitirir.
Kadınlarda cinsel arzu, menstürasyon öncesinde ve sonrasında hormon düzeylerinin dalgalanmasına bağlı
olarak artar. Ancak bunda psiko-sosyal unsurların da etkisi vardır. Bilincin yüzeyine çıkmasa da kişi,
bu arzuyu çeşitli davranışlarla karşı cinse yansıtır.
Genç ve güzel “Fahriye Abla”, Schopenhauer ve Kernberg’in yukarıda belirtilen görüşleri doğrultusunda
üremek için uygun bir dönemde olduğundan şiir öznesine çekici gelir.
“Fahriye Abla”da önce gençliğe sonra çocukluğa hatta anne karnına dönüş arzusu anlatılır.
Henry Murray, bunu “kapalı yerler kompleksi” diye tanımlar. Freud’un “Ödipus Komleksi” kuramında
insanın kimlik oluşumunda anneyle bebek arasındaki ilişkinin erkeğin cinsel kimliğini belirlediği ve ileride
kadınlarla yaşadıklarına yön verdiği ifade edilir.
Şiir öznesinin kendinden yaşça büyük “Fahriye Abla”dan hoşlanmasının sebebi Henry Murray’ın
“kapalı yerler kompleksi” ve Freud’un “Ödipus Komleksi” kuramındaki gibi onun annesini ve anne karnına
dönüş arzusunu çağrıştırmasıdır.
Başrollerini Müjde Ar, Tarık Tarcan ve Mesut Çakarlı’nın oynadığı Yavuz Turgul’un Fahriye Abla’sında
(1984), fakir bir mahallede yaşayan ve babası piyango bileti satıcısı Fahriye’nin hayatı, küçük yaştaki
marangoz Mustafa’nın çırağı Mehmet’in gözünden anlatılır. Fahriye ve Mustafa gizli gizli görüşürler.
Mustafa, babasının dükkânında haftalıkla çalıştığı için Erzincanlı bir kuyumcu tarafından istenen
Fahriye’yi kaçırmayı teklif etse de onu yarı yolda bırakır. Fahriye evlendikten sonra bakire olmadığı için
ilaç içerek intihar etmeyi dener.
Kocası, “Malınız çürük çıktı.” diyerek onu ailesine teslim eder ve boşar. Bu arada Mustafa, hacı babasının

isteğiyle Fahriye’nin en yakın arkadaşı Gülay’la nişanlanır. Fahriye ve Mustafa’nın görüştüğünü bütün
mahalle öğrenir. Kavga eden Fahriye ve Gülay, kahveye giderek Mustafa’ya kiminle evleneceğini sorarlar.
Mustafa, kahvenin kapısından giren babasının korkusundan Gülay’ı seçer ve Fahriye’yi tersler. Fahriye de
buna kızarak Mustafa’yı tornavidayla öldürmeye çalışır. Hapishanede hamile olduğunu öğrenen Fahriye,
bir kavga sırasında bebeğini düşürür ve giderek daha da olgunlaşır.
Fahriye hapishanedeyken Mustafa, Gülay’la evlenir. Bir süre sonra Gülay artist olmak için evi terk eder.
Fahriye hapishaneden çıkınca Gülay’a rastlar, ancak onun gibi hayat kadını olmaz. Hapishane arkadaşı
Sevgi’nin yardımıyla fabrikada iş bulur. Yıkılacağı için evlerinden atılmak üzere olan annesini ve ninesini
yanına alarak onlarla birlikte yaşar. Ustabaşı Cemil’in evlenme ve Mustafa’nın tekrar birleşme teklifini
reddeder. Mustafa’yla eskiden kaçamak görüştüğü terk edilmiş büyülü evde buluşur ve artık cinlerden,
perilerden korkmadığını, değişerek kendi ayakları üstünde durduğunu söyler. Bu diyalog, filmin nirengi
noktasıdır. Mustafa da içki içip ilk defa kahvede babasına Fahriye’yi sevdiğini söyler ve kendisini vurur.
Bu olayı duyan Fahriye, hastaneye koşar. Evden kovulan Mustafa, Fahriye’den iş ister. Fahriye de ona
yardımcı olma sözü verir. Filmde anneler silik, babalar ise otoriterdir. Ataerkil toplumun klasik mahalle
baskısı, Fahriye’nin hayatına yön verir. Fahriye’ye âşık Mehmet ise onlardan daha olgun ve akıllıdır.
Fahriye’nin saçı, kıyafetleri, davranışları hatta yürüyüşü bile zamanla değişir. Mustafa’ya duyduğu aşk
dışında hiçbir şeyi umursamayan, rahat davranışları ve açık saçık kıyafetleriyle dikkat çeken Fahriye,
hapishaneden çıkınca fabrikada çalışmaya başlar ve daha ağır başlı bir kadına dönüşür. Fahriye, her
zaman Mustafa’dan daha cesur ve ayakları yere basan bir bireydir. Mustafa, babasından korktuğu ve
parasız olduğu için Fahriye’yi yarı yolda bırakır. Artist olmak isteyen Gülay’ın evden kaçınca kötü yola
düşmesi ve Mustafa kendisini vurduğunda Fahriye’nin göğsünde bir acı hissetmesi, Türk filmlerinin
klişelerindendir.
Yavuz Turgul, Dıranas’ın “Fahriye Abla”sını filmleştirirken Fahriye’yi ve onu mahallesini şiirdeki
gibi canlandırır. Erzincanlı’yla evlenip giden Fahriye Abla’yı bir aşk ilişkisinden hareket ederek anlatır.
Bestesi Atilla Özdemiroğlu’na ait Özdemir Erdoğan’ın seslendirdiği “Fahriye Abla” şarkısı da filmi ve şiiri
daha kalıcı ve popüler hâle getirir.
“Fahriye Abla” şiiri ve filminde, Fahriye güzel ve çekici bir kadındır. Şiirde Fahriye’nin gönül verdiği
delikanlı hakkında bilgi verilmez. Filmde ise Fahriye’nin ailesi, evi ve Mustafa’yla ilişkisi ayrıntılarıyla
anlatılır. Şiirde Fahriye’nin Erzincanlı bir adamla evlenerek mahalleden ayrılması dışında onun hayatı
hakkında herhangi bir şey söylenmez. Filmde ise, “Fahriye Abla” şiirinden yola çıkılarak onun
Mustafa’yla ilişkisi ve olgunlaşması anlatılır.
KAYNAKLAR:
BRUCKNER, Pascal, Aşk Paradoksu, Çev: Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2012.

DIRANAS, Ahmet Muhip, Şiirler, YKY, İstanbul 2005.

DIRANAS, Ahmet Muhip, Yazılar, Haz: Münire Dıranas, YKY, İstanbul 2000.

KAPLAN, Mehmet, “Fahriye Abla”, Şiir Tahlilleri 2, Dergâh Yayınları,
İstanbul 2001, s. 88-97.

KERNBERG, Otto F. , Aşk İlişkileri-Normallik ve Patoloji, Çev: Abdullah Yılmaz,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2003.

KOŞAR, Emel, “The Relation of Love In Ahmet Muhip Dıranas’s Poems”,
International Review of Turkology, V. IV, N.8, Summer 2011, s. 23-30.

SCHOPENHAUER, Arthur, Aşkın Metafiziği, Çev: Veysel Atayman,
Bordo Siyah Klasik Yayınlar, İstanbul 2003.
BIYIK TELİ
Hüseyin Peker
evin yolunu bulmada zorluk var
filo uçucu'suyum ya bildiğiniz
paletini fırlatmış göğe
yıldızlar yazsın onu
evin yolu zor bulunuyor kaya resimlerinde
kısaca kızgınlık var, kar raketleriyle aramda
destan yazmayı bırak diyor her biri
sular çekildi genç oğul
iki ucu fidan bir dostluk var senle
sarı yapraklarını her yerde görüyorum
genç oğul seni fidelerden büyüttüm
köle halkası taktım sanma kendine
okuyucu seçer, cebine koyduğun siyah taşları
bileğimi kırdı senin şiirler
okuduğumda korsan uçurum atlayışı yaptım denize
dört çeker ece'ye, sendeki kısık sesli akranlar
leke olarak kalır ceket üzerinde, iz bırakır okur üzerinde
genç oğul suyla buluş, aksın kelimeler
başkalarını kesen kılıcı bırak bir yere
içindeki hayvanı göm, kedi mezarına
güvercin pazarında tazele yüreğini
kurban'ın kuyruk derisini güneşte kurut
boş çömlekte ger onu, vurmalı ses yarat
yazdığın şiirden, kavga etme karadut ağacıyla
üstüne renk çıkar taklacı genç!
insan, babasından çok çağına benzer
güneşin olmadığı yerde
ece yok, edip yok, cemal de
meydan senin, düşmanın artan ateşini kes içinden
son tablo'nu donmaktan kurtar
gömü alanında birkaç şairin bıyık telinden
GAYE SU AKYOL
Röportaj: Ata Sözütok

Şu sıralar ilk solo albümünüzün kayıtları sürüyor diye biliyoruz. Bize biraz
kayıt sürecinden bahseder misiniz? Yoldaki albümde bizi neler bekliyor?
Albüm retrospektif olma özelliği taşıyor. On küsür sene boyunca biriken onlarca bestenin
arasından seçilip düzenlenmiş ve müzikte kovaladığım hazzın rafine edilmiş hali.
Kayıtlar yeni bitti, miks aşamasında.
Parçaları dostlarım Ali Güçlü Şimşek ve Barlas Tan Özemek'le eş dost meclisinde zaten
çalıp söylüyorduk. Tüm şarkıları gitar - bas - davul düzenlemesiyle hücum kaydettik.
Görkem Karabudak üzerine nefis kemanlar, klavyeler, cümbüşler çaldı. Albümdeki tüm
davulları ve perküsyonları ben çaldım. Sekiz parça var, biri de çok sevdiğimiz bir şarkının
sürpriz coverı.Büyük Ev Ablukada'dan arkadaşlarımızın kurduğu ve ilk albümlerini
yayımladıkları "Olmadı Kaçarız"dan 2014 yılında yayımlanacak.
Müziğinizi hiç duymamış birine kendi müziğinizi nasıl tanımlardınız?
Zamansız, türsüz, hibrit parçalar, bir yandan rock'n roll üslubu ve bu işin çıktığı köklerle
bir aradalık, öte yandan bu coğrafyaya ait kodlar.
Seni Görmem İmkansız’ın Kadıköy’de bir kaç canlı performansını
Vincent Moon çekti, örneğin Kimse Bilmez klibiniz…Bu birliktelik nasıl oldu,
Vincent Moon’la nasıl bir araya geldiniz?
Birkaç sene önce One Love Festival'de çalmıştık, o da konserdeymiş, dinlemiş, çok sevmiş.
Performansın ardından geldi, tanıştık. Ardından o vidyoları çektik.
Ali Güçlü Şimşek ile Ah Belinda, Tuğçe Şenoğul ile de Seni Görmem İmkansız gruplarında
müzik üretiyorsunuz son günlerde. Şarkılarınızın oluşumu sırasında gruptaki huzur ve
refahın devamı için kimi noktalarda kişisel müzikal istek ve arzularınızdan ödün
verdiğiniz oluyor mu?
Ortada parlak bir fikir varsa uygularız, estetik kaygılar bu önceliğe göre şekilleniyor.

Resimleriniz daha çok tanımlanamayan canlıları, insan-hayvan melezi türleri eklektik
biçimde dışa vuruyor. Bu tarzınızın kişiliğiniz ve hayatı algılayış biçiminiz hakkında
ipuçları taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Resimle kurduğum ilişkiye "kişisel bilinçaltı arkeolojisi" diyebilirim. Amorf canlılardan,uzam olasılıklarına, sembollerden çağrışımlara varan bir varlık savaşı gibi.
Kara büyü kitaplarından sızmışa benzeyen, tamamen hayali bir düzenekte var olabilen canlılar bana
güvensiz, sağlıksız bir yüzyılın mükemmel bir tasviri gibi geliyor. Nietzche, "güç istenci"ni evrenin her
türlü devinimindeki en temel istenç olarak tanımlar. İşte bu hiyerarşi güdümü kafamı çok kurcalıyor.
Sizi neler etkiler?
Zeka.. Ve tabii büyüdüğü halde sıkıcılaşmamayı başarmış insanlar, o insanların ürettiği
her şey. Uzay, bilinmezlik, rüyalar...

Muzaffer Akyol’un kızı olmak, tuvallerin, boyaların, fırçaların içine doğmuş olmak,
çocukluğunuz, resim tarzınızda sizi ne şekillerde besledi?
Kutupta yaz gibi, çöllerde su gibi.

Yakın zamanda planlanan projeleriniz neler?
2014'te albüm, Ekim'de sergi ve adı konulmamış güzellikler...
Elma Ağacı
İrem Gerkuş

Ata Sözütok’a...

Eğilmiş bir insan sırtında iki tabanlı omurlar sayılır
O çocuk her gece kalabalık yalnızlığı bağırır
Kendimi, kendini elma ağaçları arasından atasım -atasın- gelir
Kayalar gözlerime çarpar, kanlar boyunlardan akar
Tüm kanlar boyunları bir bir yoklarlar
Her boyun bir dildir- bir kokudur- ve her insana dair eşsiz bir dokudur.
Her mağarada bir kuyu,
Kuyunun duvarlarında yumuşacık yosun, suyun dibi katran
İçine taşlar atarım zaman zaman
Beyaz çakıllar kirliliklere bulanır
Damağımla beraber sonsuz yosunlarım bakıra karışır.
Söylesenize lordum;
Sizin ağzınızın içini hiç o bakır sarılığı kavurur mu?
Lordumun tırnaklarının arası portakal dolu
Duyguları tamamen turuncu
Onu elma ağaçlarım arasından atasım –ata sın- gelir
Kuyuların içinde kayalara çarpa çarpa kanını akıtasım gelir
Ben, ölümün arkasından çok konuşurum.
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1
vertigo 1

Más contenido relacionado

Destacado

PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024Neil Kimberley
 
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)contently
 
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024Albert Qian
 
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie InsightsSocial Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie InsightsKurio // The Social Media Age(ncy)
 
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024Search Engine Journal
 
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
5 Public speaking tips from TED - Visualized summarySpeakerHub
 
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd Clark Boyd
 
Getting into the tech field. what next
Getting into the tech field. what next Getting into the tech field. what next
Getting into the tech field. what next Tessa Mero
 
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search IntentGoogle's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search IntentLily Ray
 
Time Management & Productivity - Best Practices
Time Management & Productivity -  Best PracticesTime Management & Productivity -  Best Practices
Time Management & Productivity - Best PracticesVit Horky
 
The six step guide to practical project management
The six step guide to practical project managementThe six step guide to practical project management
The six step guide to practical project managementMindGenius
 
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...RachelPearson36
 
Unlocking the Power of ChatGPT and AI in Testing - A Real-World Look, present...
Unlocking the Power of ChatGPT and AI in Testing - A Real-World Look, present...Unlocking the Power of ChatGPT and AI in Testing - A Real-World Look, present...
Unlocking the Power of ChatGPT and AI in Testing - A Real-World Look, present...Applitools
 
12 Ways to Increase Your Influence at Work
12 Ways to Increase Your Influence at Work12 Ways to Increase Your Influence at Work
12 Ways to Increase Your Influence at WorkGetSmarter
 
Ride the Storm: Navigating Through Unstable Periods / Katerina Rudko (Belka G...
Ride the Storm: Navigating Through Unstable Periods / Katerina Rudko (Belka G...Ride the Storm: Navigating Through Unstable Periods / Katerina Rudko (Belka G...
Ride the Storm: Navigating Through Unstable Periods / Katerina Rudko (Belka G...DevGAMM Conference
 
Barbie - Brand Strategy Presentation
Barbie - Brand Strategy PresentationBarbie - Brand Strategy Presentation
Barbie - Brand Strategy PresentationErica Santiago
 

Destacado (20)

PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
 
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
 
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
 
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie InsightsSocial Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
 
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
 
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
 
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
 
Getting into the tech field. what next
Getting into the tech field. what next Getting into the tech field. what next
Getting into the tech field. what next
 
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search IntentGoogle's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
 
How to have difficult conversations
How to have difficult conversations How to have difficult conversations
How to have difficult conversations
 
Introduction to Data Science
Introduction to Data ScienceIntroduction to Data Science
Introduction to Data Science
 
Time Management & Productivity - Best Practices
Time Management & Productivity -  Best PracticesTime Management & Productivity -  Best Practices
Time Management & Productivity - Best Practices
 
The six step guide to practical project management
The six step guide to practical project managementThe six step guide to practical project management
The six step guide to practical project management
 
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
 
Unlocking the Power of ChatGPT and AI in Testing - A Real-World Look, present...
Unlocking the Power of ChatGPT and AI in Testing - A Real-World Look, present...Unlocking the Power of ChatGPT and AI in Testing - A Real-World Look, present...
Unlocking the Power of ChatGPT and AI in Testing - A Real-World Look, present...
 
12 Ways to Increase Your Influence at Work
12 Ways to Increase Your Influence at Work12 Ways to Increase Your Influence at Work
12 Ways to Increase Your Influence at Work
 
ChatGPT webinar slides
ChatGPT webinar slidesChatGPT webinar slides
ChatGPT webinar slides
 
More than Just Lines on a Map: Best Practices for U.S Bike Routes
More than Just Lines on a Map: Best Practices for U.S Bike RoutesMore than Just Lines on a Map: Best Practices for U.S Bike Routes
More than Just Lines on a Map: Best Practices for U.S Bike Routes
 
Ride the Storm: Navigating Through Unstable Periods / Katerina Rudko (Belka G...
Ride the Storm: Navigating Through Unstable Periods / Katerina Rudko (Belka G...Ride the Storm: Navigating Through Unstable Periods / Katerina Rudko (Belka G...
Ride the Storm: Navigating Through Unstable Periods / Katerina Rudko (Belka G...
 
Barbie - Brand Strategy Presentation
Barbie - Brand Strategy PresentationBarbie - Brand Strategy Presentation
Barbie - Brand Strategy Presentation
 

vertigo 1

  • 2. Katılımcılar İmtiyaz Sahibi Mihrap Aydın Ata Sözütok Ozan Can Türkmen Berkay Havuk Kahraman Çayırlı Merdan Çaba Geçer Aysun Sözütok Kreatif Direktör Deniz Yurtseven Gizem Eren Sütçüoğlu Heinrich Böll Ercan Dalkılıç Eda Emirdağ Hüseyin Peker Ata Sözütok Röportajlar Hüseyin Kıran Deniz Cuylan Cihat Duman Mahir Ünsal Eriş Emel Koşar Süha Sertabiboğlu İrem Gerkuş Feridun Demir Tan Doğan Deniz Tarsus Gaye Su Akyol Ethem Onur Bilgiç Efe Tancı Berkay Havuk Nazlıcan Can Maksut Kesici www.alg-mag.com vertigodergi@yandex.com Andy Warhol Burak Ceylan Vertigo edebiyatkültürsanat Dergisi - dört
  • 3. RÖPORTAJ: Deniz Cuylan Mahir Ünsal Eriş Süha Sertabiboğlu Ethem Onur Bilgiç Deniz Tarsus Gaye Su Akyol
  • 4. İÇİNDEKİLER: Hüseyin Kıran Emel Koşar Kahraman Çayırlı Hüseyin Peker Cihat Duman Andy Warhol
  • 5. güneşli bir yuvarlak herkesin içi Mihrap Aydın buraya bakarlar aç açılıyorum içimden arap şükrüler sana doğru başka kimin dekoru içindekini bu kadar saydamlaştırır bana uğradın mı 2 kere ben senin karaköy’ ün ben senin ayy vallahi baş ağrımı unutuyorum sayılmış yıldızları darbuka izi olarak masalar da diyorum, masalarda adap olarak başı hafifçe sallamak ‘ma olur anlamında değil, el eşlik edecek fasıl, bir makamın sokağında uğranılacak mekandır üst üste kanunları elledik diye nikahımız geçersizzzdir aşağıda kiralık bir mahalle daha dünya darbuka dünya darbuka dünya bir özür dileme servisi olarak karaköy beni buramdan asacaklar gerdanımdan
  • 6. güvercinler hırlayarak öksürür fakat şarkım bitmedi, buyur vur burasından senin bir şarkın var ahh ne güzel bunu isteyelim, sonra bana sıra gelecek al kırmızı elbisem astarı var b aba ba düşünk sesler ihvalı ağlıyor arap bakışlarım aşağılar düşkünler ve saçmalama ben pahalı biriyim ayy vallahi diyorum ruganlarımla koşamıyorum ıslak zeminde gel buramdan terleyelim hamam sıcakları ülkemizi kavuruyorken, merdivenler merdivenler yemin ederim merdivenler ahh bak allah diyorum gözlerimden sen kadınlar orospu diyemez sandın ayy kadınlar adını da söyleyemez vicdanını kadınlar, danteller ve diker egeden karadenize karadenizden akdenize ve denizi bilinmeyen kara parçalarına ve denizi eksik kalmış başkentlere filan yayılır bir overlok makinasıyla ayy vallahi çok kallavi amaçlar bize bi’ şeyler ‘ma işte, dünyanın desibelini kaldıramayan kornaya basıyor.
  • 7. Röportaj: Ata Sözütok DENİZ CUYLAN Sıkı hayranlığım dolayısıyla Portecho’yla başlamak istiyorum. 2012 yılında Babajim Records etiketi ile yayınlanan ''Motherboy'' da sizden alışık olduğumuz indie - elektronika tarzlarının farklı bir yüzünü dinleyicilerinizin beğenisine sunmuştunuz. İlgi ile karşılanan bu albümün ardından dünyaca ünlü DJ'ler ve prodüktörler tarafından Motherboy albümünden tanıdığımız şarkıların remix'lerinin yapılıp yepyeni versiyonlarının yer aldığı "Motherboy Remixes" ile yeniden karşımıza çıktınız. Motherboy Remixes’i hala dinlememiş olanlar için bu albümün oluşum sürecini anlatır mısınız? 2. Albümümüz Undertone'un üzerinden yaklaşık 4 yıl geçmişti ve Tan da, ben de artık yeni Portecho albümü hakkında heyecanlanmaya başlamıştık. Bir süre nasıl birşeyler yapmak istediğimizi düşündük. Sonra da ben İstanbul'a geldiğimde beraber 4-5 tane parça yaptık, sonra da Tan New York'a geldi ve burada yeni parçalar ortaya çıktı, kayıtlar tamamlandı. Mix'leri Gaipten Sesler stüdyosunda bitirdik ve toplamda bir yılı bulan bu sürecin sonunda da Motherboy albümü Babajim'dan yayınlandı. Biz de tekrar konserler vermeye koyulduk. Portecho için grup üyelerinin iki ayrı şehirde yaşıyor olması üretim sürecini hatta sound’u nasıl etkiliyor? Bir grupta ne kadar çok çeşitlilik varsa 'sound' da o kadar zenginleşiyor diye düşünüyorum. Üyelerin farklı geçmişleri, müzikal tecrübe ve yaklaşımlarının çatışmasından daha da ilginç şeyler ortaya çıkabiliyor. New York'ta dünyanın farklı yerlerinden gelen seslere maruz kalıyorsun ve çok daha renkli ve yelpazeyi geniş tutarak düşünmeye çalışıyorsun. Tan'ın İstanbul da olması, ve benim hayatımının çok büyük bir bölümünün İstanbul'da geçmesi yüzünden Portecho'daki İstanbul'a özgü melankolik hava hiç değişmiyor ama ona New York'un çeşitliliği ve kendinin son derece farkında olan ironik yaklaşımı ekleniyor. İlerisi için de sadece New York veya Amerika değil, mümkün olduğu kadar farklı yerlerde bulunup, farklı müzisyenlerle de çalışıp, müzikteki homojenlikten uzak durmak kulağa güzel bir amaç gibi geliyor.
  • 8. Dans müzikleri yapan bir grup olarak tanımlıyorsunuz Portecho’yu. Son zamanlardaki sadece dans etmek için gidilen kulüplerde bile dans etmeyip kenarda dudak bükerek oturmanın “cool” görülmeye başlanması için neler düşünüyorsunuz. Bulunduğun yerde sıkılmanın "cool" olarak görülebilmesi için ancak lisede olmak gerekiyor sanırım. Liseden sonra artık kendi hayatının üzerinde daha fazla kontrolün olduğu için, eğer sıkıldığın bir şeyler yapıyorsan, cool değil de, biraz gerzek olman lazım. Dünyada gidilecek o kadar yer, tanışılacak o kadar ilginç insan varken dudak bükerek oturmak zaman kaybı gibi. Hele hele herkesin tek vücut halinde hareket edip , dans etmesi gibi bir deneyimi yaşamak yerine, kenarda kaskatı kesilmek iyi fikir değil bence. Şarkılarınız tek bir tondan basit bir melodiden başlayarak kat kat zenginleşen atmosferler yaratıyor. Şarkılarınızı yazarken de bu şekilde mi ilerliyorsunuz? Evet. Yaptığım parçalar çok farklı tarzlarda olsalar da hiç değişmeyen, hepsini birbirine bağlayan birkaç ortak nokta var galiba. Bu söylediğin de onlardan birisi. Ben her parçaya tek bir fikir olarak bakıyorum. S adece o fikrin, takıntılı bir şekilde her açıdan ele alınması gerekiyor, bütün o açılar da parçadaki farklı enstrümanların, farklı bölümlerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Sanki bir arkadaş grubu oturup, bir konu seçip o konuyu tartışıyormuş gibi düşünüyorum. Her kafadan ayrı bir ses çıksa da, konu dağılmıyor hep tartışmanın çerçevesine ve temel fikre sadık kalınıyor. Bu yüzden benden çıkan müziklerde, nerelere gideceği belli olmayan romantik maceralar yerine daha sade, açık ve net bir tavır ortaya çıkıyor. Norrda, Maya ve Portecho’dan sonra en son geçtiğimiz yıl New York'ta Cem Mısırlıoğlu(Davul), Brian Bender (Bass) ile beraber kurduğunuz New York merkezli grubunuz Manner…“Side Launch” albümüyle yeni grubunuz Manner bize ne vaat ediyor? Manner kendi adıma, New York'a ilk taşındığım andan itibaren, şehre verdiğim bir cevap gibi. Kendine güvenen, metodik, çalışkan, ve bol bol konuşan hatta geveze bir müzik. 3 kişinin de enstrümanını zorlayarak ortaya koyduğu arızalı tekrarlar, toplamda New York gibi şehirlere özgü bir ritüel yaratıyor. Metafizik'e veya spiritüel'e hiç yer bırakmayan, teknik gerginlik ve yoğunluğun tetiklediği bir ritüel. Manner benim açımdan daha çok bir etüd gibi. Bu yönden ilk grubum Maya'ya çok benzetiyorum. Ayrıca Maya'da olduğu gibi Manner'da da yetenekli davulcu ve yakışıklı basçı formülünü uyguluyoruz.
  • 9. Netame alışılagelmedik bir formata sahip tekinsiz bir kitap. Hatta kitap-cd daha doğru. Çizgilerin, notaların, kelimelerin bir yerde buluşması, böyle bir tarza karar verilmesi, kendini bulması ve hayata geçirilmesi aşamaları nasıl ilerledi? Netame tamamen Sadi Güran'la, beraber çalışma ve üretme isteğimizden ortaya çıktı. İkimiz beraber opera da yazmaya girişebilirdik, buz pateni yarışmalarına da katılabilirdik veya çok iddialı bir yemek de hazırlayabilirdik. En sonunda en iyi yaptığımız şeyi yapmaya karar verdik. Sadi çizmeye, ben de müzik yapmaya başladım. Çok ana hatlarıyla hikayeler kurup, gotik karakterlerden veya tekinsiz mekanlardan yola çıkıyorduk. 10 parça/hikaye toplanınca, bu kitabın yazıya ihtiyacı olduğunu düşündük. İşte bu noktada Senem Akçay devreye girdi ve naif hikayelerimizi bizim bile başlangıçta hiç hayal edemeyeceğimiz gariplikte ve karanlıkta yerlere götürdü. Senem'in yazılarından sonra bu işin isminin Netame olmasına kesin karar verdik. Biz kitabı bitirdikten sonra basacak bir yer bulmak çok zamanımızı aldı. Cd ile beraber basılma ve dağıtılma fikri nedense yayınevlerini çok zorladı. Ama sonunda cesur Alef Yayınevi çıktı ve bu projeye inandı ve kitap basılmış halde elimize geçti. Ara ara Netame 2'yi yapsak mı diye konuşmuyor da değiliz. Yönetmen Emre Akay’la birlikte senaryosu üzerine çalıştığınız filminiz ne durumda? Filmin 1950’lerin sonunda Trabzon’daki bir Amerikan üssüyle ilgili bir hikaye üzerine ilerlediğini belirtmiştiniz. Ne zaman izleriz? Emre Akay ile yaklaşık 2 yıldır araştırıyoruz, yazıyoruz ve sonra silip tekrar yazıyoruz. Sonunda hikaye ve karakterler içimize sinerek toparlanmaya başladı. Senaryo'nun "bitmiş" halini birkaç aya tamamlamış olacağız. Bu sırada da projemiz New York'taki IFP konferansına seçildi ve burada yapım şirketleriyle de toplantılar başladı. Bir filmin ortaya çıkarılabilmesi zannettiğimden de deli işiymiş. Çok uzun bir süreç. Şimdiden 2 yıl harcadık daha da çekimlere başlamak için bir 2 yıl daha geçecek gibi geliyor. Şu ana kadar giriştiğim en sabır isteyen proje. Ama bir yandan da en tatmin edeceklerden bir tanesi olacak. Eğer gerçekleşebilirse tabi. Bant Dergisi’nin Ocak 2007 tarihli 28. Sayısında yayımlanan “Capturing The Friedmans” belgeseli hak kındaki inceleme yazınız ile yazar olarak tanıdım ilk olarak sizi. Daha sonra derginin hemen başındaki “Muhteviyat” ta da müzisyen sıfatıyla tanıtılmış olduğunuzu görünce büyük bir merakla adınızı googlelamaya koştuğumu hatırlıyorum. Benim için ilk intibaınızın yazarlık olmasının da verdiği özel duyguyla soruyorum bu soruyu. Bant dergisi kapandı, değişime girdi yenilendi, matbu’dan internet mecralarına taşındı, Bant Mag. oldu ama her döneminde (hala daha) içerisinde sizin yazılarınıza rastlamak mümkün oluyor. Babylon Dergi içinde aynı şekilde. Yazı kısmının hayatınızda müziğin arasında; heves, bir parmak da şuradan çalıyım şeklinde olmadığı bu yönüyle açık. İlerde yazın dünyasına Deniz Cuylan’dan nasıl bir katkı bekleyebiliriz? Ben bir yazıyı önceden düşünmeyi, tasarlamayı ve sonunda da yazmış olmayı çok seviyorum ama malesef yazarken çok zorlanıyorum. O yüzden kendi başıma daha uzun bir şeyler yazmaya girişir miyim bilemiyorum. Mesela bu film senaryosunu Emre'yle yazıyor olmasaydım bu ağır işe girişemezdim herhalde. Ama aynı koşmak veya egzersiz yapmak gibi, bütün o işkencenin sonunda çok sağlam bir huzur kaplıyor insanı. O his bile bir insanı yazıya itmeye yeter aslında. Bakalım. Bir de son birkaç yıldır Bant'ta ve Babylon Dergi de belgesel ve gezi yazı yazıları yazmaktan çok keyif alıyorum. Çünkü böylelikle bir filme giderken aynı zamanda yazı da yazacağım için dikkatimi daha iyi toplayabiliyorum, veya yeni yerleri gezip görmek için kendime bahane yaratmış oluyorum. "Tabi ki Peru'ya bilet almam lazım, yoksa nasıl yazarım Peru yazısını" şeklinde, çocuk kandırır gibi kendimi kandırıyorum. Ayrı ayrı gruplarda müzik üretmek, film senaryosu yazmak, müzik şirketi yönetmek, editörlük ve dergilere sanat yazıları yazmak… Bu kadar şeyi aynı anda götürebilme motivasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz. Günlük çalışma düzeninizi nasıl oluşuyor? Her sabah kalktığımda sıfırdan başlıyormuş gibi hissediyorum. Sadece kariyer, iş falan da değil, tüm sevgi ve saygı ilişkileri tekrardan oluştuluyor sanki. Biraz yorucu ve yıkıcı olsa da, bununla ilgili değiştirebileceğim birşey yok malesef. İnsan uyandığında nasıl hissedeceğini de kontrol edemez. Bu yüzden günün en sevdiğim saati akşamüstü. Akşamüstüne kadar tekrar uğraşıp, didinip olabildiği kadar herşeyi yerli yerine koymaya çalışıyorum. Eğer iyi iş de çıkarmışsam geri kalan zamanın keyfini hak ettim gibi hissediyorum. Motivasyonum büyük ihtimalle bu hak etme duygusundan geliyor. Çok şanslıyım, çünkü tam olarak sevdiğim işleri yapıyorum. Bunun karşılığını çok çalışarak geri ödemem lazım.
  • 10. TEFRİKA Ata Sözütok Sekiz “Ağlama yeter yapmadım bir şey konuşmadım kimseyle.” “Neden sildin bilgisayardan geçmişi madem.” “Ben silmedim ya kendi silinmiş. Ara ara temizliyor sanırım böyle. “Yalan yalan konuşup durma bilişim sistemleri mühendisliği okuyorum ben. Yirmi beş dolara bilgisayar yapar bir tarafına sokabilirim istersem senin.” “Çirkinleşme” “Sensin çirkin. İki gün gittim ya evden. İki gün ya. Ne boklar yedin de sildin o geçmişi acaba.” “Porno izledim anasını satıyım. Porno izledim. İlla söyletiyosun adama. Rahatladın mı şimdi.” “Rahatlamadım.” Ağlamaya yalan devam eder. –şımardı- “Ben sana yetmiyor muyum kör olasıca. Nasıl bakabildin elin kadınlarına.” -Ağzını yamulta yamulta konuşuyor- “Beyim benden gizli gizli porno izliyor Allah’ım bu acıya nasıl dayanılır.“ Ondört “Aşkıım kızımız olursa adını Çakıl koyalım. Çok güzel isim değil mi?” “Kızımız olursa mı?” “Evet.” Ayla istifini bozmaz. Başını hafifçe yana çevirir ve gözünü Asım’ın gözünün elifine dikip omzunun üzerinden alçak bir ses, kesin bir ifadeyle: “Olacak!”
  • 11. Altı “Çok hastayım. Ateşim 39 derece. Hiç ilgilenme benimle. Sakın. Bademciklerim özerkliklerini ilan etti. Karnım da çok ağrıyor. Polisi ara. Çabuk. ÖLÜYORUM ANLASANA. Kızın olursa adını Ayla Çakıl koy. Öptüm. Elveda.” “Yalınayak yere basar durursan böyle olur işte. Ben sana ne diyorum hep? “Terlik giy diyon.” “Sen napıyosun?” “Bazen giyyom bazen giymiyom.” “Ağlarsın sonra işte böyle karnım ağrıyor götüm ağrıyor.” “Tamam demedim bir şey. Hasta hasta bir de azar yiyorum.” Deyip atar kendini yatağa Ayla. –Üzüldü- Zaten hasta Karnı aç galiba. Bir şeye mi bozuldu ki? Surata bak. Surata bak. Ateş saçıyor etrafına. –suyuna gitmeli şimdi- Kaşlarını çatışa bak. Sert erkeğim benim. Salak. Hasta hasta yattığı yerden kalktı geldi kız. -İçi rahat etmedi“Karnın aç mı çikolata süreyim mi ekmeğe.” “İstemem.” “Portakal soyayım mı?” “Uyusana sen artık!”
  • 12. Ayla yatağına girdi. İyi geceler dedi. Yorganı başına çekti. Asım kıpırdamadan oturdu bir süre. Yataktan kalkıp bu gece koltukta uyumayı kafasından geçirdi. Kızın üzerinden battaniyeyi çekip yorgan kızın üzerinde kalmıştı yine apaçık bırakmamıştı kızı. Kız zaten hasta -Bünyesi zayıf- koltukta bir süre bekledi kızın kalkıp gelmesini –bir hareket etmesini– hala yatıyor. -Gamsız- Siniri iyice arttı. Uyur şimdi bir de. –Yüzsüz– yatağın üstünde kalan telefonunu alma bahanesiyle kalkıp yatağa seğirtti. Telefonunu arandı. –gibi yaptı– hala hareket yok, telefonunu bulamayıp -bulmuştu- yorganı kaldırdı. Ayla başını yastığa gömmüş, büzülmüş, küsme pozisyonunu almış. Gözleri kapalı. Kirpikleri ıslak. Eliyle yastığa dokundu. Yastık ıslak. Sarıldı kendine çevirdi Ayla’yı. Ayla’nın önce suratı ekşidi. –bunu biliyor– Sonra dudağı büzüldü. –ağlayacak- Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Pişman oldu Asım. “Karnım aç Ayla. Canım da sıkkın. Küsme yavrum ya.” Küsmemişti ki Ayla. Kırılmıştı. “Neyin var diyorum anlatmıyorsun. Ekmeğe çikolata süreyim mi de dedim. Zaten hastayım.” diye bir yandan bağırıp aynı andan ağlaya ağlaya söylendi. Kıyamazdı ona Asım. Bunun farkındaydı. Ayla’nın dünyanın mümkün olan en şımarık insanı olmasının nedenleri arasında tabi ki bu da vardı. Kıyamadı Asım sarıldı yattı hanımının yanına. “Ateşin düşmüş iyi” dedi. Ayakları buz gibiydi. –E yere basıyor sürekli- Terlik giymek bu kadar zor mu ya.
  • 13. “Nereye?” “Pekmez alıp gelcem mutfaktan. Söktürsün soğuğu.” “Hiç boşuna getirme pekmez içmem ben” “Kulaklarını sallaya sallaya içeceksin.” “O ne ya?” –hoşuna gitti Ayla’nın“Bilmem babam söylerdi hep annem de içmem deyince böyle.” Sabah olunca erkenden kız kalkıp gitti. Asım kırk bir gün ekmeğe çikolata sürüp yedi. Ellidokuz Yıllar sonra bir gün karşılaştılar. Yıllar sonra hep karşılaşılır. Asım Ayla’ya oturup bir kahve içmeyi kabul ettirdi. Oturmanın ilk beş dakikası hiç konuşmadılar. Asım sonra masanın üstündeki çaya atılan hap şeklindeki yapay tatlandırıcılardan bir tane çıkarıp zorla Ayla’nın ağzına soktu. “Ağzımız tatlansın.” Dedi. Ayla güldü. Gülünce Asım uzanıp öpmeyi düşündü. Öpmedi. Asım artık gidip kızı gamzelerinden öpemiyor. Kızın sevgilisi var, iki kaşının arasından vuramıyor. Herhangi bir kıştı. Asım o kış çok üşüdü.
  • 14. Eda Emirdağ Fotoğraf Eda Emirdağ 1986 İstanbul doğumlu,müzik dinleyerek şiirlerle büyümüş- yıldızlara ve hayallere inanan doğum yaşından küçük gösteren ruh yaşıyla tanınan bir kızmış. Sevmediğini bilmediği bölümlerde okumak gibi yanlışlarından yapmış, ama o okul için -30 derece soğuğu görebileceği - hem bize çok yakınken hem çok uzak olan - bakkala gittiği yolu düşlemek için hala bazen gözlerini kapamasına sebep olan hayallerini biriktirmek için Sofya Bulgaristan'a gitmiş.Aslında gazetecilik kazanmış sonra Uluslararası İlişkiler düşünmüş 3 sene sonra okulla ilgisinin bittiğini görünce dönmüş Istanbul'da para kazanmam lazım diye Dış Ticaret okumuş işe girmiş çalışmış etmiş ama hiç birini hiç sevmemiş. Eda böyle sevimsiz gözüken ama arka fonda deli gibi gençliğini yaşarken 2003 yılında bi çocuğu çok sevmiş.Severken ayrılmak zorunda kalmış ,çok ağlamış ağlamış.Annesi de artık ağlamasın diye ona fotoğraf makinesi almış.Fotoğrafı çok sevmiş çocuğu da unutamamış.Gidip çocuğun fotoğraflarını çekince bi barışmışlar sonra hiiiç ayrılmamışlar. Eda şimdi sadece fotoğraf çeker,aynı çocuğa sürekli aşık olur,gezertozar, kararsızlığı daimdir.Terazi burcudur. Eğitim Geçmişi *2005 St. Kliment Ohridski / Uluslararası İlişkiler *2009 Istanbul Arel Üniversitesi / Dış Ticaret *2013 Bahçeşehir Üniversitesi / Fotoğraf ve Video %100 burs Sergi ÖzgeçmişiÖzgeçmi *2012 Contemporary Istanbul (Buryos Fine Arts) / Turkiye *2012 Visual Art Beat Magazine / Avusturya *2013 Izmir Alaçati Art Days / Turkiye *2013 Mamut Art Project / Turkiye *2013 Mixer Gallery / Turkiye *2013 The Kickplate Project - Black Sea / Birleşik Krallik - Galler Ayrıca ilerleyen günlerde ön elemeyi geçip Ege Sanat Günlerinde çalışmalarını sergileme imkanı bulmuştur. Yer aldığı basılı digital medya Tübitak Bilim Teknik Psikeart Lomography Turkiye Mata Hari Visual Art Beat Le cool Magazine Fine Art Tv Social Magazine
  • 15. Brok
  • 16. what time do you have * Sen konuştun yollardan,sırlardan, baharlardan Bende ise kırık bi kozalak, yaşını tahmin edemediğim ağaçlarla konuşuyorum. Yol kenarına bırakılmış şiirleri topluyorum. Şehirlerarası Yolculuk Filmleri Festivalime hoş geldin İçime damlayan, 7 satırlık rüyalardan hiç bahsetmeyeceğim.
  • 18. Two Gizemli bir şey duymak istedin değil mi, Ama korkmaktı tüm meziyeti. Kelimelerden kaçanların ezildiği taşlar bunlar. Şimdi o çocuğun dizlerindeki yaraları öpmeyi düşündün gene, En güzel anılarını bilmek istedin. Güzelliğinden çalınmış tüm çocukluk fotoğraflarını toplamayı diledin. En güzel hikayesini sordun annesine Buldun sonunda ;Cennette tüm o unuttuğunu sandığın rüyalarını tekrar gördükten sonra Hiç hatırlamadığın çocukluk anılarını da alıp hepsini odandaki çiçeğe gömdün. Çok mutlusun.
  • 19. KOYAANİSQATSİ: İNSANLIĞA TUTULAN AYNA Merdan Çaba Geçer Herhangi bir öykü, olay örgüsü, diyalog ya da anlatıcı barındırmadan; sadece müziğin ve arka arkaya dizilen görüntülerin kullanıldığı bir film konseptinden bahsetsek, akla gelen ilk örnek Ron Fricke’in 24 farklı ülkede çektiği “Baraka” olur muhtemelen. Seyirciyle 1992’de buluşan bu belgeselden çok önce çekilmiş, Fricke’in görüntü yönetmenliğini yaptığı, az bilinen ama konseptin fikir babası sayılan bir yapım daha vardır halbuki: Godfrey Reggio’nun Qatsi üçlemesinin ilk filmi, 1982 yapımı “Koyaanisqatsi”. İsmi, bir Kızıldereli halkı olan Hopiler’in dilinde “çılgın yaşam, fırtınalı yaşam, dengesini yitirmiş ve değiştirilmesi gereken yaşam” anlamına gelen Koyaanisqatsi; yıktığı sinema kuralları ve teknik başarısıyla, çekildiği zamanının ötesinde bir deneysellik taşımakta… Efsane yönetmen Francis Ford Coppola, sahibi olduğu Zoetrope Stüdyoları’nda bir yapımın ön gösterime katılır. Tarih Mayıs 1981’dir ve film bitip ışıklar yandığı anda “insanlar bunu görmeli” diyerek projenin haklarını alelacele satın alır. Film ertesi sene George Lucas’ın övgüleriyle vizyona girer, Berlin’de Altın Ayı’ya aday olur ve Los Angeles Times gazetesinde “ses ve görüntünün senfonisi” olarak tanımlanır. Lakin arada çatlak seslere de maruz kalır: daha önce benzeri görülmemiş bu sıfır diyaloglu iş, seyircisini ve eleştirmen camiasını ikiye böler. Bu reaksiyonu bekliyor olacak ki, yönetmen Reggio gazetelere “Film yoruma sonuna kadar açık, herkes kendine göre bir anlam çıkarabilir. Bazı insanlar bunun çevreci bir film olduğunu, bazıları bir teknoloji destanı olduğunu düşünüyor; saçma sapan bir film olduğunu da düşünebilirsiniz, derinlemesine etkilenebilirsiniz de…” ekseninde demeçler verir. O da fark etmiştir ki, aşırı deneysel ve minimalist bir yapıma insanların nasıl bir tepki vereceği -hele 80’lerin başındaysanız- tam bir muammadır. Vizyona girdiği zaman bu kadar gürültü koparılması boşuna değil açıkçası; tam olarak belgesel bile sayılmayan, hiçbir türe sokamayacağımız bir yapım Koyaanisqatsi. Planların her sahneyi bağlayarak değil, aralarında mantıksal bütünlülük oluşturarak sıralanması gibi ayrıksı bir noktası var. Ayrıksılığına yakışır şekilde, bir mağara resmi ve ardından uzaya gönderilen bir mekiğin görüntüleriyle açılıyor. Arkada tok bir ses, aynı kelimeyi defalarca tekrarlıyor. Bu zıt iki plandan sonra el değmemiş doğa görüntüleriyle karşılaşıyoruz; insanın, hayvanın, hatta bitkinin bile olmadığı… Sanki gezegen yeni oluşmuş ya da bir felaketten yeni çıkmışçasına, bomboş arazileri en saf haliyle gösteriyor kamera. Doğa ana yavaş yavaş canlanmaya başlıyor sonra: sırayla rüzgarın uçuşturduğu kumları, heybetli gölgeleri, hızlı çekimde bulutları, ağır çekimde suları, etrafa yayılmış bitkileri ve -bir yarasa sürüsü aracılığı ile- hayvanları görüyoruz.. Tam sıra eksik kalan son parçaya, yani insana geldi derken müziğin tonu birden bire değişiyor ve yönetmen bizi hiç beklemediğimiz o objeyle karşı karşıya bırakıyor: bir makine. Kirli, parçalanmış gövdesiyle etrafına kara dumanlar yayan bu nesne, fondaki gerilim müziğiyle sunulunca; basit bir iş makinesi, doğayı ele geçiren şeytani bir varlıkmışçasına etki bırakıyor seyirci üstünde.
  • 20.
  • 21. Biz filmin ani ton değişikliğine alışamadan Reggio fabrikalar, santraller, barajlar, borular, antenlerle işgal edilmiş toprakları gösteriyor tek tek. Ve onların arasında insan denen mâhlukat beliriyor; bir demiri işlerken çıkardığı alevler, etrafını cehenneme çevirdiğini anlatan kanlı canlı bir imge haline dönüşüyor adeta. Yaşadığı dünyayı yavaş yavaş yok eden, topraklarını patlatan, suyunu harcayan, petrolünü emen ve dört bir yanını demir parçalarıyla dolduran bu varlıkta hiçbir masumiyet, hiçbir güzellik belirtisi göstermiyor Reggio. Onun başı sonu belli olmayan gökdelenler, uçaklar, yollar, sıra sıra arabalar, tanklar, savaş gemileri ve uçakları, füzeler, uzay mekikleri, roketler, uydular, atom bombaları, apartmanlarla doldurduğu heybetli ama korkunç dünyayı gösterirken; medeniyet uğruna ne kadar anlamsızca davrandığını gözümüze sokuyor adeta. Doğanın parçası insanın “daha fazlası” için doğal dengeyi bozmasına hem kızıyor, hem acıyoruz. Terk edilmiş mahalleler; etrafı çöplerle, molozlarla, odunlarla çevrili penceresi kırık binalar ve onların içindeki insansız boş daireler… Tüketim çılgınlığı adına daha güzeli, daha büyüğü ve daha lüksünü yapmak için bir bir yok edilmeleri... Acımadan yıkılan tersaneler, köprüler, gökdelenler... Gelir gelmez tükenen gazetelerle, fast-food restoranlarının bir dolup bir boşalan masalarıyla, açılıp kapanan para kasalarıyla ve dönüp duran para sayma makineleriyle nasıl anlamsız bir çılgınlığın içinde olduğumuzu tokat gibi suratımıza çarpıyor. Hız kavramına nasıl saplantılı olduğumuzu gösteriyor; neden yaşadığımızın farkında bile olmadığımız anlamsız bir telaş içinde olduğumuzu… Beslenme, eğlenme, üretme, alışveriş hatta dinlenmeyi bile hız üzerine kurduğumuz modern yaşamda; üretim bantları ve fabrika çalışanları aracılığıyla sektörlerdeki hız yarışı gösterilirken, teknolojinin de hız üzerine kurulu olduğuna şaşıramıyoruz tabii ki. Bu çılgınlığın içinde kendi benliğini kaybeden, sürekli tüketmek isteyen, ekranlı odalarda hayatı geçen insanı; bir anda kamerayla göz göze getiriyor. Suratlarındaki anlamsız, amaçsız ve şaşkın bakışları gördükçe; kendi farklı olmayan yaşamımıza da acı duymamıza neden oluyor film. Koyaanisqatsi bilmediğimiz hiçbir şey anlatmıyor, hiçbir şey göstermiyor bize aslında. Zaten gözümüzün önünde olan, bildiğimiz ama görmezden geldiğimiz şeyleri görüntü ve müzikle tokat gibi suratımıza çarpıyor sadece. İnsanlıktan ve onun bir parçası benliğinizden korkutuyor; zihnimizde büyük bir yorgunluk ve kendi makineleşmiş hayatımızla yüzleşmenin getirdiği tiksintiyle kaldırıyor filmin başından. ABD Ulusal Film Arşivi’ne girmiş, dokuz yılda tamamlanan Koyaanisqatsi’nin izlemeye değer olduğunu su götürmez bir gerçek. Her karenin anlamını sorgulattığı, düşünmeye teşvik eden böyle belgeseller her zaman karşımıza çıkmıyor gerçekten. NOT: Yapımın en önemli unsurlarından biri olan müzik için de ayrı bir parantez açmak lazım. Filmi izledikten sonra müziklerini yapmaya karar veren minimalist müziğin büyük ismi Philip Glass, rahatsız edici ama organik bir uyum yakalamış. Belirli bir tema sürekli tekrar edilirken, hipnotik etkinin en büyük sebeplerinden birine dönüşmüş.
  • 22. BURASI TİBTEN! Heinrich Böll Ruhsuz insanlar benim saygınlığımın çok altında gördükleri işim için neden bu kadar zahmet gösterdiğimi ve kibir kırdığımı anlayamazlar. Bu iş elbette ne benim eğitim seviyemi karşılıyor ne de vaftizimde vaftiz anam tarafından bahşedilmiş bir şey; lakin işimden fazlasıyla zevk alıyorum ve bu iş bana bir yaşam sağlayabiliyor.Benim işim sadece insanlara nerede olduklarını söylemekten ibaret. Geceleri bir başlarına garda kendilerini belki uzak diyarlara götürecek olan trenlere binenlere ve gecenin ortasında garda uyananlara, çevresine bakınan, şaşırmış, o karanlığın içinde gidecekleri yeri geçip geçmediklerini ya da henüz varmadıklarını hatta muhtemelen varmak istedikleri yerin burası olduğunu (çünkü bizim kasaba çeşitli turistçekici yerlerle doludur ve bu birçok ziyaretçiyi cezbeder.) yani bütün bu insanlara nerede olduklarını söylüyorum ben. Tren, gara vardığında ve lokomotifin tekerleri durur pozisyona geçer geçmez hoparlörümü açarım ve çekingen bir tonla gecenin karanlığına doğru şunları söylerim:: "Burası Tibten- şu an Tibten'desiniz! Tiburtius'un mezarını görmek isteyen yolcular burada inmelidirler." ve sesin yankısı platforma çarpıp tekrar bana, kulubüme doğru geri döner. Karanlıktan fırlayan o kasvetli ses şüphe verici bir şey gibiymişcesine rahatsız edici gelebilir insanlara lakin gerçeğin ta kendisidir. Birkaç yolcu -son durakları Tibten olduğu için- ellerindeki çantalarıyla çabucak loş ışıklı platforma adımlarını atarlar bense onların merdivenden inişlerini, tekrar Platform 1'de belirişlerini ve biletlerini kontrol noktasındaki uykulu gişe memuruna gösterişlerini seyrederim.Geceleri çok az kişi gelir onlar da Tibten kurşun madenlerindeki şirketlerinin ihtiyaçlarını gidermek niyetinde olan işadamlarıdır. Ama genelde ziyaretçiler, 1800 yıl önce bir Tibtenli güzel uğruna intihar eden Tiburtius adındaki Romalı bir gencin mezarına ilgi gösteren turistlerden ibarettir. Mezartaşına "Gel gör ki nasıl bir delikanlı idi; oysa ki aşk onun felaketiydi!" cümlesi kazılmıştır ve yerel müzemizde bu mezartaşının ilgi topluyor olması fazlasıyla muhtemeldir. Tiburtius Romadan ordu tedarikçisi olan babası için kurşun (Pb) almak için buraya gelmiştir. Şüphesiz ki, her gece karanlığa doğru: "Burası Tibten! Şu an Tibten'desiniz." diyebilmek için beş üniversite bitirip üstüne üstlük iki de doktora eğitimi almama gerek yoktu lakin işim beni fazlasıyla tatmin ediyor. Her zamanki klasik satırlarımı yumuşak bir tonda söylerim ki uyuyanlar uykularından uyanmasın hem böylece ayakta olanlar da sesimi duymaya muktedir olsunlar ve sesimi, içi geçmiş ama kendine de gelebilecek durumda olanlar ve gitmek niyetinde oldukları yerin Tibten olup olmadığını merak edenler için yeteri kadar davetkar kılıyorum.Sabahın ilerleyen saatlerinde uyanıp pencereden dışarı baktığımda, sesimin büyüsüne boğun eğerek yollarını küçük kasabamıza çeviren ve elleri dünyanın her yerinde bol bol dağıtımı yapılan seyahat ofisimizin broşürleriyle donatılmış yolcuları görebiliyorum. Kahvaltıda Latin Tiburtinum kentinin eski ve yıpranmış yüzyıllardan, şimdiki hali Tibten'a dönüşümünü çoktan okumuş olurlar ve herkesin hayran olduğu o 1800 yıl önce bizim Romalı Werther adına dikilmiş olan mezartaşının bulunduğu yerel müzeye doğru hareket ederler. Bir oğlan profili kızıl bir kumtaşı üzerine çizilmiş ve elleri ise çaresizce bir kıza doğru uzanmaktadır. "Gel gör ki nasıl bir delikanlı idi; oysa ki aşk onun felaketiydi." Mezarında bulunan: fildişi rengindeki küçük objeler; iki fil, bir at ve bir tibet köpeği -Brusler'in "Tiburtius Mezarının Teorisi" adlı teori dizininde söylediğine göre; bunlar bir çeşit satranç oyununda kullanılmıştır- onun daha körpecik bir genç oluşunu tasdikler niteliktedir. Ama ben bu teoriye hep şüpheyle yaklaşmışımdır. Eminim ki; bu objeler basit birkaç oyuncak dışında başka bir şey değildir. O küçük fildişinden yapılmış objeler aynı bizim yarım kalıp margarin satın aldığımızda yanında verilen hediyeliklerdendi ve bence tek bir amaca hizmet ediyorlardı: Çocukların onlarla oynabilmesine sadece... Tabiki burada yerel yazarımız Volker von Volkersen tarafından kaleme alınmış "Kasabamızda Hayat Bulan Bir Romalının Kaderi" adlı romanı değinmem icap edecektir. Brusler'in oyuncakların amacı hakkındaki teorisini desteklediğini için Volker'in kitabını yanıltıcı bulmuşumdur.
  • 23. Ah en sonunda bu konuda bir şey itiraf etmeliyim ki Tiburtius'un mezarındaki figürlerin orjinalleri bende. Figürleri müzeden arakladım ve onları yarım kalıp margarin satın aldıktan sonra verilen hediyeliklerle değiştirdim. Yani iki fil, bir at ve bir tibet köpeği Tiburtius'un hayvanları kadar beyaz, aynı boyutlarda, aynı ağırlıkta ve -bana göre en önemlisi- aynı amaca hizmet ediyorlar. Ve işte böylece, Tiburtius'un mezarına ve oyuncak figürlerine hayran kalmak adına dünyanın dört bir yanından turistler geliyor. Anglosakson aleminin bekleme salonlarına asılmış posterlerde şunlar yazıyor: "Tibten'e gelin" ve gece olduğunda da ben o has satırlarımı sıralarım: "Burası Tibten! Şu an Tibten'desiniz! Tiburtius'un mezarını görmek isteyen yolcular burada inmelidirler." Posterlerimizin büyüsüne karşı koyamayan kendi istasyonlarında bekleyen insanları kendime doğru çekerim. Şüphesiz ki, otantikliği sorgulanamaz olan kumtaşı levhaya bakarlar. Aşkı felaketi olan ve kendini su basmış maden kuyusunda boğan Romalı gencin dokunaklı özgeçmişine göz gezdirirler. Ve hepsinden sonra ziyaretçilerin gözü küçük oyuncaklara kayar: iki fil, bir at ve bir tibet köpeği ve işte tam da dünyanın hikmetine nail olabilecekleri yerdir burası ama maalesef. Bizim memleketten ya da diğer ülkelerden gelen hanımlar bu genç adamın mezarını güllerle doldururlar. Şiirler yazılmış; at ve tibet köpeğim bile (onlara sahip olmak için yalnızca iki kalıp margarin harcamak zorunda kalmıştım ha-ha!) çoktan o liriksel çabanın malzemesi olmuşlardı. "Biz oynuyorken / sen çoktan oynamıştın at ve tibet köpeği ilen..." diye bir dize nakşedilir her kıtaya anonim bir şair tarafından. İşte öylece, içine kırmızı kadife serilmiş ağır bir fanusda "Klüsshenn Margarin Şirketi" den olan hediyelikler yerel müzemizde yatar ve onlar benim margarin tüketimimin kanıtlarıdır. Genelde, öğlenleri nöbeti almadan önce bir dakikalığına da olsa müzeye uğrarım ve onları her gün gözlemlerim. Orjinal, hafif sararmış ve tam anlamıyla çekmecemde duranlardan farksız dururlar orjinalleriyle yer değiştirdiğimden beri ve tekrar tekrar onları birbirinden beyhudece ayırt etmeye çalışırım. Ardından derin düşüncelere dalarak işime koyulurum, kasketimi askılığa asar, ceketimi çıkartır, sandviçimi çekmeceme koyar, sigara çarşarıfımı, tütünümü ve gazetemi ayarlarım ve yine ardından tren gara girdiğinde söylemek vazifesinde olduğum satırları dilime dizelerim. "Burası Tibten! Şu an Tibten'desiniz. Tiburtius'un mezarını görmek isteyen yolcular burada inmelidir" bu satırları yumuşak bir tonda söylerim ki uyuyanlar uykularından uyanmasın hem böylece ayakta olanlar da sesimi duymaya muktedir olsunlar ve sesimi, içi geçmiş ama kendine de gelebilecek durumda olanlar ve gitmek niyetinde oldukları yerin Tibten olup olmadığını merak edenler için yeteri kadar davetkar kılarım. Hepsinden öte, insanların bu işin benim düzeyime göre olmadığını addetmelerini de asla anlayamam... Almanca Aslından Çeviren Burak Ceylan
  • 24. Joan Miró İstanbul’da... I 20 KASIM 2013 / 19 OCAK 2014 MSGSÜ TOPHANE- İ AMİRE KSM 2012 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde düzenlenen ve büyük ilgi görenSalvador Dali Sergisi’nden sonra yine Kült işbirliğiyle 20. yüzyılın en ilham verici isimlerinden Joan Miró, dünyaca tanınmış Mourlot ve Maeght koleksiyonlarinda yer alan 60 eseriyle 20 Kasim 2013 / 19 Ocak 2014 tarihleri arasında MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde olacak. 1924 yılında Sürrealist Manifesto’yu yayınlayan Andre Breton’un “içimizdeki en Sürrealist” diye tanımladigiJoan Miró canlı renklerin, biomorfik yaratıkların, arabesklerin, kadınların, kuşların, güneşin ve yıldızların göksel bir mekana serpiştirildiği çocuksu ve nükteli resimleriyle izleyiciye fantastik bir dünya sunacak. Büyük çağdaş ustalar arasında Joan Miró eserlerine hakim olan hayat dolu şiirsel, ince zeka ürünü ve doğaçlama atmosferle ön plana çıkar. İlk dönemlerinde Fovizm ve Kübizm etkisinde yaptığı Katalan manzaraları 1920’lerin başlarında sürrealizm etkisiyle “rüya resimlere” doğru yönelir. 1930’larda ise İspanya’daki iç savaşa dönüşen siyaset nedeniyle Miró’nun Katalan kimliği ve yaşadığı çelişkiler bu dönemde ürettiği eserlerde baskın hale gelir. Şiddetin ve ruhsal ıstırabın baskın oldugu bu yıllarda eski düşsel ortamın yerini vahşet, eğilip bükülmüş, biçimi bozulmuş figürler ve siyah renkler alır. Bu ruh hali yine de Miró’nun sanatındaki en büyük özelliklerinden biri olan materyallerin alışılmadık kombinasyonlari üzerinde deneme yapma ve birbiriyle bağlantısı olmayan imajlari şaşirtici biçimde yan yana getirme arzusuna engel olmaz. Bu keşifler sonucu da Miró ’nun sanata yaptığı en büyük katkılardan biri olan yeni bir işaret dili vücut bulur. “Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri çöküş içerisindedir” diyen Miró , işaret ve sembollerden oluşan evrenini hep ilkel bir ressamın doğallığıyla oluşturur ve ulaşmaya çalıştigı bu “saflik” onu çağdaşlarından ayıran en belirgin özelligi olur. Tanıtım ve iletişim bilgileri: Web sitesi: www.mirosergisi.com
  • 25.
  • 26. GRAM KÜLLERİ Berkay Havuk (Kralım) Ne olursan ol bay tatlısuyun altında ayşenur canlı skor indirgeyici kulluk kanosu - su mu alıyor yeni taşındığın sesler ve şirin ter, sembol istanbul koşuyor oyunu n white anadolu sınav soruları emesen emer... kolejli kabul defa defa aşığım mole kafa babası makaleyi yön adlı mektupla doğrarken şıkıdım salyangoz nümizmatikli yağmur makinesi grevinde yavaşladı defileyi daha dün üç bin sebep limonatası affetmiş miss medikal de biliyor şeyevin fileleri öyle tutma gözlerim madencilik madalyasıy benim ah webb ulan acaba yerde dağıtım sabahı edası kaldı mı 4.katta kavga etti kardeş vs. atmosfer tutunacağım rus oyuncakların yerine aç açık pembe bir direktif mi bu yanağımın üçüncü sayfasın dünyanın neresinde cevap ateşini yasa varman -zaferle korunmuş- 1881 niyet kulübü kız sözlerinin ahdiyle bellerdim sana uzzak savaşın annesizlik hayranı zool baraj çalgısı, bir yastığı ayak koymak, yassı kadayıf çok isterdim çok, yaşadığım şehri gir düştün, yer sofrası kuruldu ha kuruldu borçlunun city gibi dakikaları bana tarafsız bir gemiyi, konuş! hatırlasana boğulduk canım ol çalışmak sicilinde hayvan terli orman konulu manken sayesi defol olmalı bacağında, higgs ligi tarihine kalabalık oturarak söylenilme marşındayım et zamzam yeraltı eczanesiyle gazetelere mastik taşınıyorum uçarı hüseyin arıyorsun vakti vah vah kaçağını sabahat maçı olabilir, kesici bizi böyle mi ördün çok yazlık dövüşüyorum diye ev yok'un kokusu önüyor ve ah şeytan bende eşofmanlı varıcım bölge yetiştirici ayaklar ihtisasından kilisenin "dayı uyuyorum of" üslubunu çekti ki canım cennet cennet poligon yoktu sürpriz tatbikatı nadir türleri de oynatarak yüzdürdüm kalbinize kralım ve dondurmayı bir dakikada yiyen çocuklar montrösü Japon yaşında işe balta denilen bir ayak kekeleyen meşaleler taşıyan gözlerin yasaksınız aleminizin içinde tırnak ağacı yetişen şubesidir dört dudaklı bir ağız affetsin / çıplak haberler kralım (Sen iyiki geldin bazı haberlere) Beyaz çikolataya doyarken saray ışıkları senin salonundaki yerimi düşündüm. düş acziyle aczi kılık koleksiyonumu dinlenir gibi günü sana bakmak resmen etmektedir senin o çıkmadığı camlar güvenlikti
  • 27. (Good Morn’) Parlaklığı birdenbire artarak başka bir yıldızmış gibi görünen bir yıldızsın sen. Aslında yanlış bir terimsin. Bugün yalnızsın. Bir yıldızın evrimi sırasında aniden meydana geldin. Yıldızın anlamını aşağı yukarı 12 dilek birimi arttıran bir olay için kullanıldın. Yaklaşık olarak 100.000 ile çarpılan bir anlam gücüyüm. Böyle yıldızlar diş gökadalarda da gözlemlenebilirdi. Gökadamızın tümünde bir yıl içinde bin kadar gece meydana geldi. Fakat aşkı 9'a kadar yükselen insanların sayısı 20'dir. Eski durumlarına döndüğün görülmüş. Coronae Boralis, Kuzey Tacı yıldızı, 1946 şubatında üçüncü defa nova olarak gözlemlenmişsin. Sen, evriminin kararsız bir anında nova haline gelebilen yildizlarin bulundugunu gösteriyorsun. Olay sirasinda senin tayf örneğin çok az değiştigi için, her şeyden önce yarıçapının büyüdüğü sonucuna varmıştık. Anlam gücümüzün artmasi genellikle bir iki gün kadar sürerdi. Fakat ilk anlam gücümüze dönebilmemiz için 15-20 yil geçmesi gerekirdi. Günümüzde geçerli bir görüş değilim. Sen, yıldızın yüzeyindeki bir enerji boşalmasından meydana gelmiştin. Fakat bu boşalma, yıldızdaki bütün nükleer enerji imkanlarının harekete geçtiği anlamını taşımaz. Bu bakımından, ayrılığı üstayrılıktan ayırt etmelisin. Gerçekten de, üst-ayrılık olayı, dünyanın bütün iç enerji imkanlarını kullanarak aniden patlamasıyla ortaya çıkan çok daha şiddetli bir olaydı.
  • 28. Deniz Tarsus Röportaj: Aysun Sözütok Deniz Tarsus 1987 yılında Bodrum'da doğdu. Lise öğrenimini Bodrum Anadolu Lisesi'nde aldı. 2005 yılında sinema eğitimi almaya karar verdi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-Tv Bölümü’nü bitirdi. Dergi ve internet sitelerinde yazıları yayımlanan Deniz Tarsus'un beraberinde kısa filmleri bulunmakta. Antalya Altın Portakal Film Festivali başta olmak üzere birçok festivalde kısa filmleri gösterildi ve bazı ödüller kazandı. İlk öykü kitabı "Ozo Ozo Çakta" Dedalus Kitap, ikinci kitabı "Ayrıkotu" ise Can Yayınları tarafından yayımlandı. Sinema ve edebiyat alanında çalışmalarını sürdüren sanatçı İstanbul'da yaşamakta. - Mod’u izleyince bizim aklımıza Cthulhu miti geldi hemen.*Filmin başındaki ahtapot detayı ve detayla birlikte giren epesrarengiz müzik *Cthulhu'nun okyanusun en dibindeki uykusundan dünyada dengelerin değiştiği, yıldızların öz yerlerini bulduğu zamanda uyanacak olması ve filmde de dünyadaki tüm dengelerin bozulduğu, insanın ümit etmeye mecalinin kalmadığı bir zamandan bahsedilmesi; bize buna iten noktalar oldu. Efsaneler, mitler detaylı incelemeler gerektirdiği için sanatçıların genelde ilgisini çekmeyen belki de çekindikleri konular haline geldi. Böyle büyük bir geçmişe sahip ve hemen hemen dünyanın her tarafından bir çeşidi oluşturulmuş/oluşturulan bir türde fikirlerinizi berraklaştırmak için anlatmak istedikleriniz nasıl bir etüde sokuyorsunuz? Mitleri araştırırken bana en yakın duran Altay Mitleri’nde durdum. Beni en çok doyuran ve tat veren onlar oldu. Sonrasında bu süreç Ozo Ozo Çakta’ya yansıdı. Öyküler arası ilişkide Altay mitlerindeki olay örgüsünü kullandım. Ancak Mod’un hikayesi farklı. Yaklaşık 3 sene kadar önce yazdım. Basit ve naif bir hikayesi vardı. Ethem’le konuştuğumuzda bu öyküyü çizgi-roman yapabiliriz demiştik, çünkü gelecekte geçiyordu ve görselliği kısa filmde yakalamamız çok zordu. Ancak işlerdeki yetkinliğimiz biraz artınca hikayeyi kısa filme dönüş-türelim, dedik. 2 sene sonra projeyi tekrar ele alınca elbette ki birtakım eklemeler-çıkarmalar yaptım. Gelecekte geçen bir hikaye var ve bunu sağlam bir sistemin içine oturtmam gerekiyordu. Mitolojiden alıp bu hikaye içine yerleştirdiğim bir olay örgüsü ya da durum yok. Kendi dünyamı kurdum. Olay bütününün içinden anlatmak istediğim parçasını seçip kısa filme dönüştürdüm. Biraz da bu yüzden orada bir ahtapot görüyoruz. Düş makinesinin sahibi adamın kıyafetleri çok daha farklı. O yüzden son sahnede gördüğümüz deniz siyah.
  • 29. Garotte filmi bir yönüyle sizden alışık olduğumuz düş ve mitlerle gerçekleştirilen kurma bir dünya yaratma tarzınızın dışında kalsa da iş veren dinamiklerinin kişileri makineleştirmesi ve distopyanın kazanını günümüz koşullarında da kaynatmasını anlatıyor olması Deniz Tarsus’un mitlerden biraz çıkıp günlük hayat ile alıp veremedikleriyle, senaryo aşamasında etrafındaki nelerden beslendiğiyle bize bir fikir sunar mı? Garotte, ben henüz mitlere dadanmamışken çıkan bir tasarı. Bu projeden önce çok sıkıntılı işlerde, yoğun şekilde çalışıyordum. Hastalanıp işlere ara verdikten kısa bir süre sonra bu öykü ortaya çıktı. Uzun bir hikayesi vardı. Atmosferi olay örgüsü hoşuma gitti. Ancak kısa film için uzun bir öykü. Bir bölümünü alıp senaryomu hazırladım. Öyküyü yazmadan önce Babil Kitaplığı’nı okuduğumu hatırlıyorum. Borges’in seçtiği öyküler muhteşemdi. Hepsinin atmosferi ayrı ayrı iyiydi. Bunun dışında Umberto Eco’nun Güzelliğin Tarihi ve Çirkinliğin Tarihi’ni karıştırıyordum o dönemde. Melville’den Katip Bartleby’i okuyup çok etkilenmiştim. Bartleby benim için özel biri. Değişmek isteyen, bunu hayatı boyunca hayal eden bir adam. Karaktere “Yapmamayı tercih ederim,” dedirtmek ayrı bir zeka gerektirir. Katip Bartleby gibi “yapmamayı tercih etmek” isteyen, ancak bunu tercih edip uygulamaya geçiremeyen çok fazla insan vardı etrafımda. O dönemde okuduklarımdan aklıma gelenler bunlar. Sadece okuduklarımızdan ya da izlediklerimizden etkilendiğimizi düşünmüyorum. Hiçbirimiz sadece okuduklarımız ya da izlediklerimiz değiliz. Sokakta yürürken bile dönüşüyoruz. Gelişme, evrilme devam ediyor. Okuduğumuz kaynaklar ve yapılan etüdler elbette ki bize çok fazla şey ekliyor. Ancak en iyi etkisi bizi tetikliyor, unuttuğumuzu hatırlatıyor. İşlerinizin genelinde -Mod, Ayrıkotu, Ozo Ozo Çakta, Garotte, Markizdüşsel ögelere, mitlere bir şekilde rastlama durumunu sizin bir alametifarikanız olarak görebilir miyiz? Yoksa bu dönemlik bir durum olarak kalabilir mi? Hayır, asıl mevzum ya da herzamanki çıkış noktam mitler değil. Bir dönemlik durum da değil. Garotte, Mod ve Ayrıkotu’nda mitlerden alınıp hikayeye adapte edilmiş bir küçük kırıntı dahi yok. Mitolojiyle birbirine eklemlediğim Ozo Ozo Çakta dışında, başka hiçbir projemde kullanmadım. Bana gore hikaye, neyi gerektiriyorsa onu almalı. Mitolojiyse mitler, sosyolojiyse o yönde araştırmalara girişmeli, tarihse başka bir kol. Ben böyle çalışarak bir konu ve mevzuya sıkışıp kısır döngüde kalmak istemiyorum. Birçok koldan beslenmenin, ulaşmak istediğim seyirci ya da okuyucuyu daha çok doyuracağını düşünüyorum. Su ne kadar çok akarsa o kadar berrak.
  • 30. Ayrıkotu'nun ilk bölümü bir gezginin beş farklı öyküden oluşan hikayesini mi anlatıyor yoksa karşılaştığımız baş karakterler ayrı ayrı kendi dünyalarındaki er kişiler mi? Öyküleri tasarlarken aynı karakter ya da hepsi ayrı ayrı kişiler olmalı diye kesin bir dayatmam yoktu. Karakterim gezgin olmalıydı; çünkü girdiği topluluğun garip durumuna aşina olmamalıydı. O köyde doğmamış birinin ağzından dinlemeliydik. Dışarıdan bakabilen, yabancı bir göz tarafından dile getirmek daha doğru geldi. Anlatım biçimleri, atmosfer yaratma, çalışma şekli ya da öyküleme konusunda takip ettiğiniz Yönetmenler, yazarlar kimlerdir? Borges, Bilge Karasu, Akira Kurosawa, , Ferit Edgü, Murat Uyurkulak, Tomris Uyar, Scorsese, M. Curtiz, Umberto Eco, V. De Sica, François Truffaut, Henry James, Kim Ki Duk, Tolstoy, Gorki, Voltaire, Ridley Scott, Vüsat O. Bener, Federico Fellini, Metin Erksan, Kafka, Dostoyevsky, Kieslowski, Victor Hugo, Albert Camus, Andrey Zvyagintsev, Kazancakis, Salinger, W. Faulkner, William Blake, Cengiz Aytmatov, Alfred Hitchcock, Stendhal, Majid Majidi, Coetzee, Ingmar Bergman, Stefan Zweig, Jean-Luc Godard, Ingeborg Bachmann, Sergio Leone, Theodoros Angelopoulos, Ernest Hemingway, Andrzej Wajda, Melville, … Geniş kitle veya gişe sineması yapmayan genç yönetmenlerin Türkiye'de film çekerken ya da geniş kitle veya tiraj kitapları yazmayan genç yazarların Türkiye’de kitap yayımlatırken karşılaştıkları zorluklar nelerdir? Türkiye’de kısa film mantığı henüz oturmuş değil. Kısa filmi, uzun metraja geçişte bir süreç ya da ısınma turu gibi gören kişi çok. Yurtdışında, özellikle de Amerika’da kısa film satın alan kişiler var. Film depoları oluşturuyorlar ve bunların pazarlamasını yapıp satışa sunabiliyorlar. Böyle olunca bu sektör kendi başına yetkinleşmeye ve kendi alanına para akıttıkça maddi anlamda doymaya başlıyor. Türkiye’de malesef sponsor bulmak çok zor. Çok az vakıf ve kuruluş kısa filmi destekliyor. Böyle olunca da el kol bağlanıyor. Kendi bütçemizle çok düşük prodüksiyonlara kısa filmlerimizi çekmek zorunda kalıyoruz.
  • 31. Mod önce öykü olarak yaratılıp bir anda senaryolaşarak ödüllü bir kısa filme dönüşmüş. Ozo Ozo Çakta’dan “Aşkını Yiyen Adam” öyküsü de aynı kaderi paylaşarak bir kısa film; “Markiz” olmuş. Diğer öykülerinizden de aynı akıbeti bekleyelim mi? Evet, Garotte de öyküden çıkan bir kısa film. Tasarlama kısmı öyküyle başlıyor. Kafam böyle çalışıyor sanırım. Eğer sinemanın istediğini verebilecek bir öyküyse ya da buna yakınsa senaryolaştırmaya başlıyorum. Hayatınızda edebiyat nerede bitiyor? Sinema nerede başlıyor? İkisinin de bitip başlayabileceği bir nokta, doğru ya da düzlem yok bana göre. Her zaman birbirlerini besleyerek nitelik kazanabilirler. Yakalanması ya da tutulması gereken nesnelerden öte, havada salınıyorlar. Biz kokusunu alıp gözümüz kapalı tarif ediyoruz. Birbirlerine çok bağlılar, iç içe. Sorsak, ayrışmak istemezler herhalde. Gelecekteki projelerinizden bize biraz bahseder misiniz? Yakın zamanda Bodrum’da bir belgesel çektim. Kurgusu devam ediyor. Onun dışında yakın zamanda bir çocuk kitabı çıkacak. Onun heyecanındayım.
  • 32. ARTÜR Kahraman Çayırlı Son günlerinde elinde bir çivi ve çekiçle gezmeye başlamıştı. Mutfak kapısına, salondaki koltuklara, içerdeki odanın yatağına kerelerce aynı çiviyi çakmaya çalıştı. Çivi yüzeye azıcık girse, bu sefer de panik oluyor, can havliyle çiviyi geri çıkarıyor, evde kendine yeni bir hedef belirliyordu: Mesela salondaki yemek masası. Mesela balkon kapısı. Mesela koridordaki halı. Çivi, çekiç ve abuk bir beyin evin içinde seyrüseferde sürekli. -Artür ne yapıyorsun? -Buralara ruh kaçmış, sıkışmışlar burada, canları çok yanıyor, canları sıkılıyor, hepsi çok üşüyor. Onlar da güneş görmeli, onlar da çiçek açmalı. Canlarını acıtmadan gün yüzü göstermeliyim onlara. Sonra avizelerle sohbet etmeliyim, asırlardır öyle sıkılmışlar ki. -Kahvaltı yapmayacak mısın? -Evdeki işlerim bitince dışarıda yemek istiyorum. Bugün öğleden itibaren boğuntulu olacak buralar. Karşı yakaya gitmem gerekir yoksa kapanırım. Ateş gelir. -Bir sandviç yapayım o zaman, yersin giderken. -Olmaz, yolda parasız, evsiz insanları, zavallı hayvanları gördükçe hepsine bölüştürmek isterim. Oysa çok kalabalıklar, o kadar büyük bir sandviç yapabilir misin? -Ah bu zor sorular nereden gelir aklına, bugünlük küçük bir sandviç yapayım, sen bölüş yine istediğinle Artür. -Esas siz, diğer insanlar, bunca kötülüğü nasıl görmezden gelirsiniz. Nasıl uyursunuz böyle. Aklınız nasıl bir arada kalabiliyor bunca sorunun içinde, esas ben sizi anlamıyorum. -Artür küçük şeyleri dert ediyorsun kendine. Her sorunu kendi başına kim çözebilmiş? Kötü bir şey olur sana diye korkuyorum.
  • 33. Son günlerinde elinde bir çivi ve çekiçle gezmeye başlamıştı. Mutfak kapısına, salondaki koltuklara, içerdeki odanın yatağına kerelerce aynı çiviyi çakmaya çalıştı. Çivi yüzeye azıcık girse, bu sefer de panik oluyor, can havliyle çiviyi geri çıkarıyor, evde kendine yeni bir hedef belirliyordu: Mesela salondaki yemek masası. Mesela balkon kapısı. Mesela koridordaki halı. Çivi, çekiç ve abuk bir beyin evin içinde seyrüseferde sürekli. -Artür ne yapıyorsun? -Buralara ruh kaçmış, sıkışmışlar burada, canları çok yanıyor, canları sıkılıyor, hepsi çok üşüyor. Onlar da güneş görmeli, onlar da çiçek açmalı. Canlarını acıtmadan gün yüzü göstermeliyim onlara. Sonra avizelerle sohbet etmeliyim, asırlardır öyle sıkılmışlar ki. -Kahvaltı yapmayacak mısın? -Evdeki işlerim bitince dışarıda yemek istiyorum. Bugün öğleden itibaren boğuntulu olacak buralar. Karşı yakaya gitmem gerekir yoksa kapanırım. Ateş gelir. -Bir sandviç yapayım o zaman, yersin giderken. -Olmaz, yolda parasız, evsiz insanları, zavallı hayvanları gördükçe hepsine bölüştürmek isterim. Oysa çok kalabalıklar, o kadar büyük bir sandviç yapabilir misin? -Ah bu zor sorular nereden gelir aklına, bugünlük küçük bir sandviç yapayım, sen bölüş yine istediğinle Artür. -Esas siz, diğer insanlar, bunca kötülüğü nasıl görmezden gelirsiniz. Nasıl uyursunuz böyle. Aklınız nasıl bir arada kalabiliyor bunca sorunun içinde, esas ben sizi anlamıyorum. -Artür küçük şeyleri dert ediyorsun kendine. Her sorunu kendi başına kim çözebilmiş? Kötü bir şey olur sana diye korkuyorum. -Her yer böyle kirliyken, ben daha ne kadar kötü olabilirim ki. Her şey çok olumsuz. -Artür güzellikleri göz ardı ediyorsun hep, eksilerin yanında artılar da var. -Abla öyle ama, gece uyuyamıyorum düşünmekten. Birilerine iyiliğim dokunsun istiyorum her an, iyilik yapmak istiyorum mütemadiyen. Kimse umursamıyor, herkes kendi içine dönmüş, kimsenin kendinden başka kimseye faydası yok. -Ama Artür böyle hayat, herkes böyle yaşıyor. Yoksa yaşanmaz.
  • 34. -Abla Saros Körfezi’nde geçirdiğimiz yazı hatırladın mı? -Aman Artür nasıl unutayım. Biri yağmuru büyük tencerelere doldurup üzerimize boca ediyordu. Dev sular, seller. Bir kafeye zor sığınmıştık. Bir sürü başka insan da vardı. Eve koşmuştun. Evde bulduğun tüm elbiseleri mor bavula tıkıp kafeye döndün. Sonra herkese birer elbisemizi verdin, şaşırdılar, şaşırdım. Sevindiler, giydiler, yağmur bitip eve gittiğimizde hiç elbisemiz kalmamıştı. Birkaç kişi elbiseleri geri getirdi o günün akşamı. Çoğu getirmedi, elbisesiz kaldık epey. Tamam iyilik ama böyle yapılmaz ki. -Abla kötü durumda birilerini görünce elimde ne var ne yok vermek istiyorum. Başkası kötüyken, bende olanlar bana yük, bana ağırlık. Hafiflemek istiyorum. İnsanlara bir şeyler verdikçe daha iyi hissediyorum kendimi. Bu dünyaya uyamıyorum. Dilleriniz farklı, ben başka sözler kullanıyorum. Kimseye kafamın içindekileri aktaramıyorum. Köprüler yıkılmış aramızdaki. Ben başka dağ yollarının peşindeyim hep, siz bildik ana yollar. - Artür ne köprüsü, ne dağ yolu. Gel kahvaltı yapalım güzel güzel abla kardeş. Karşılıklı. - Tamam ablacım kalıyorum, yapalım. - Ha şöyle ya. Otur gel. - Ne çok çeşit var masada. Bu ne zenginlik abla. - Artür sen zengin masa mı görmüyorsun. Ne paralı insanlar var, haberin yok. - İnsanlar öyle aç, oturup kendilerini yiyorlar. - Sen iyi örnekleri de kat hesaba. - Peki abla. - Bak ekmek de kızartıyorum, hoşuna gidecek. - Peki. - Bu reçelin de tadına bak. Kendine iyi bak ki başkalarına faydan dokunabilsin. Kendin yiyip içip güçlenmezsen, başkalarına nasıl yardım edebilirsin ki. - Doğru. Abla dün gece bir rüya gördüm. Annemle babam çiçek topluyorlar, mükemmel papatyalar, böyle uçsuz bucaksız kırlar. Güneş tepede, gökyüzü müthiş. Çok mutlular, gözleri ışıl ışıl. Gerçek hayatta hiçbir zaman olamadıkları kadar. - A niye öyle diyorsun. Bence son zamanlarında bile gayet keyifliydiler.
  • 35. - Abla ne keyfi, mutsuzlukları öbür dünyadan gözüküyordu. Göstermelik iletişimler, misafir gelince farklı davranmalar, zindan ettiler otuz yedi yılı birbirlerine. Hep birbirlerini boğacak gibiydiler. - Aman Artür, bir kerede güzel bir cümle koy, mahalleye tatlı dağıtacağım. Benim arkamdan neler konuşursun, kim bilir? - Yok abla, beni bilirsin. Yüzüne neyse arkandan da o. Hatta ben insanların yüzüne daha acı konuşurum. Kimse sevmez o yüzden beni. Doğruları söylemek neye yarıyor ki! - Ama her doğrunun yeri, vakti var işte. Her şeyi her yerde nasıl söyleyeceksin. Olmaz. - Bana çok ters geliyor. Kimsenin kimseyi zerre kadar sevdiği, umursadığı yok. ama görünüşe bakarsan, herkes ölüyor birbirine. Bu yalanlar, bu roller öldürüyor beni sinirden. Böyle yapan insanları boğasım geliyor. Neredeyse herkes rol yaptığı için insanların tümünü öldürmem gerekecek galiba. - Aman Artür sakın kalkışma öyle bir şeye. Dünyanın eğrisini bir sen mi düzelteceksin. Kahvaltılıkları mutfağa taşımama büyük bir ciddiyetle yardım etti. Sevindim. İnsan kardeşini sevmez mi? Sever işte. Bulaşıkları yıkamaya başlamıştım. Değişik bir ses duydum. Daha önce duymadığım, nasıl tarif edeceğimi bilemediğim bir ses. Sesin peşinden salona koştum. Çiviyi kendi kafasına çakmıştı.
  • 36. Sanatçılar Nazım Hikmet Richard Dikbaş, Ramize Erer, Tan Cemal Genç, Naci Güneş Güven, Ahmet Dogu Ipek, Hüseyin Karabey, Melıke Kılıç, Ceren Oykut, Ferhat Özgür, Çagrı Saray, Sencer Vardarman, Yuşa Yalçıntaş. Kasım-Aralık 2013 tarihleri arasında Kuad Galeri’de çizgi odaklı bir sergi gerçekleşiyor. Sanatçıların çizgi tekniklerine verdiği değer ve önem, çizginin düşüncenin ve düş gücünün en hızlı ve yalın dışavurumu olması, çizginin fotografa karşi direnişi, bilgisayar tekniklerini de çizginin olanaklari ve hareketli çizginin etkisi bu serginin oluşum nedenleridir. Geleneksel ve alışılagelmiş sanat terminolojisinde çizgi teknikleriyle üretilmiş yapıtlar Fransızca kökenli “desen” olarak adlandırılıyor. Burada bilinçli olarak klasik-akademik ve modernist-şiirsel bir belleği işaret eden desen teriminden uzaklaşıyoruz. Günümüzde çizgiyle ve çizgi teknikleriyle yapılan resimlerin ve hareketli imgelerin siyasal-toplumsalkültürel ilişkili içerik, biçim ve estetikleri bu resimlerdeki çizgi gerçegi ve olguna güncelleşmiş bir bakışla yaklaşmamızı öneriyor. Bu sergiye katılan sanatçıların ürettiği çizgi resimler ve videolar günümüzdeki tüketim ve medya kaynaklı görsel kültürün ürettiği sayısal imgelerin programladığı görme biçimlerinin egemenligine karşı, şifresi çözülebilir imgeler ve dolayısıyla özgürleştirilmiş görme olanakları sunuyor. Ayrntılı bilgi için: Güneş Nasuhbeyoglu, Yönetici Küratör
  • 37. Sen O Zaman Parasız Yatılıdaydın Sen o zaman parasız yatılıdaydın. Anlatmadık bunları sana. Annem istemedi. "Aklı bizde kalmasın, dersine çalışsın yavrum, okusun da kurtarsın kendini," dedi. Sana haftada iki üç kez yazdığım mektuplara koyamadım bunları, diyebilemedim. Doğum haberini verdiğinden beri düşünüyordum ama, anlatayım istiyordum. Bugüne kısmetmiş. Annemin de, babamın da inancı tamdı sana, biliyorsun. Benden pek ümitleri yoktu. Oğlan çocuğu yerine sayıyorlardı beni. Okumaz bu, diyorlardı. İte kaka liseyi bitirir, sonra Susurluk'un içinden, olmadı Bandırma'dan, Karacabey'den bulur birini evlendiririz diye düşünürlerdi. Zaten dedeme kalsa, kız çocuğun okuması da neymiş. Kız evlat dediğin, memeleri dolunca oturur kocasının dizinin dibinde, ağzının içine bakar. Çocuğunu büyütür, salçasını, tarhanasını, turşusunu kurar biraz da örgü, dikiş geldi mi elinden, daha ne? Ah, canım dedem! Dedem ne çok severdi beni, ne çok. Babam da seni. Onca borcun içine seni okutabilmek için girdi biraz da. Şimdi üstünden bunca vakit geçti diye bu kadar rahat diyorum bunu, alınma. Albayın Nihat sokmuştu onu bu ortaklık işine. Babam ki şunca yılın ırgat çocuğu, ne anlasın fabrikadan, muhasebeden, stopajdan, sacdan, Allahını seversen. Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın. Balıkesir yolunda sac fabrikasına sermaye koyacaklar, civarın peynircilerine, yağcılarına teneke ambalaj satacaklar, bir yılda borcu temizlediler mi, iki, çok çok üç yılda feraha çıkacaklardı. Senesi gelmeden, Nihat çekti parasını işte. "Ben," dedi babama, "Şofben parçası işine giriyorum. Senin Allah yolunu açık etsin." Senesi geçince de muhasebecisi, maliyecisi, ustabaşısı çekiştirmeye başladılar emanet kravatından babamı. Hani lisede bir Mesut Hoca vardı, yakışıklı, küfürbaz edebiyatçı; o vermişti. "Patron adamsın sen artık. İşçi milleti yavşaktır, jilet gibi olmazsan, hürmet görmezsin," demiş hatta. Sen yoktun, anlatmıyorduk bunları sana, moralin bozulmasın, derslerin kötülemesin diye. Tebligatlar, tebligatları kovaladı. En sonunda devletin kiremit rengi kamyoneti yanaştı kapının önüne, neyimiz var neyimiz yok yükledi, götürdü. Annem, şaşkınlıktan yazık, banyonun açık yeşil paspasını kucaklamış, ağlıyor da ağlıyordu. Babam yoktu ortalarda, kayboluverdi. Bir müddet de görünmedi zaten. Hatırlarsın, Keşan'a gitti demiştik sana da. Yok efendim, orda bir arsa varmış da, asker arkadaşı illa tutturmuş da, "Gel, bir gör, beğenmezsen almazsın," demiş de, bir sürü senaryo. İki buçuk ay, birkaç parça üst baş, bir düdüklü tencere, annemin çeyiz sandığı, bir de banyonun yeşil paspasıyla alt katta, kuru kuruya yaşadık dedemlerde. Babamı hiç sevmezdim ben. Mıymıntılığı, ellerinin kabalığı, haki yeşil emanet kravatı ve seni benden daha çok sevişi çileden çıkartırdı beni. Yine de merak ediyordum. Öyle, başına bir şey gelmiştir, alacaklılarının eline düşmüştür, bir yerlerde kendi canına kıymıştır diye değil, sen işkillenip kalkar geliverirsin diye, annem daha çok ağlayacak, dedem daha çok sövecek diye, üst katı bomboş görünce üzüntüden okuyamazsın diye. Mahir Ünsal Eriş - Olduğu Kadar Güzeldik | İletişim Yayınları, Çağdaş Türkçe Edebiyat, 128 sayfa, Haziran 2013.
  • 38. MAHİR ÜNSAL ERİŞ Röportaj: Berkay Havuk - İrem Gerkuş Lise ve üniversite yıllarınızda daha aktif olmakla beraber bu zamanlara kadar siyasi olarak aktif bir duruşunuz var. “Başka Türlüsü Devrimin” yazınızda da gezi olaylarına dair orada bulunan insanların aktifliği hakkında çok güzel karşılaştırmalar yapmışsınız. Aslında biraz da o yazınızdan yola çıkarak, bu bahsettiğimiz gençliğin, topluluğun içinde bazılarının siyaseti tüketim malzemesi olarak kullandığını düşünüyor musunuz? Mesela Che Guevara tişörtü giymenin ya da bohem bir mekanda takılmanın o gruba sükse kazandırması gibi? Bunda kötü niyet aramak, birazcık kötü niyetli bir davranış olur ama. Che tişörtleri giysinler, solcuların, bohemlerin gittiği mekanlara gitsinler, facebook’da, twitter’da muhalif videolar, gönderiler paylaşsınlar… Bunun kime ne gibi bir zararı olabilir ki? Bırakınız yapsınlar. Ne kötülük var bunda? Hayatın kendisi zaten politik bir şeydir . Üstelik boşluk kaldırmaz hayat ve bence sahici muhalefetle şakacıktan ya da şekil olsun diye yapılan muhalefeti birbirinden ayırabilecek güçtedir. İsteyen istediği gibi yaşasın varsın. Daha yalın ve güzel ne isteyebiliriz hayatta. Biraz daha halk müziği ve arabesk tarzda müzikler dinliyorsunuz. Bunun öykülerinize etkisi var mı ya da öykülerinizde bir atmosferin içine girmenize yardımcı oluyorlar mı? Pek değil. Aslında tespit de biraz eksik sayılır. Ben pek türkü sevmem. Çok enderdir sevdiğim türkü. İki elin parmaklarını geçmez. Arabeskte de sevdiğim bir iki isim vardır. Sanılanın aksına Ferdi Tayfur pek sevmem mesela. Orhan Gencebay’ı da mazinin güzel bir anısı olarak seviyorum tabii ki. Popstar jürisi ya da AKP nin kolpadan açılımlarına semahlı klipler çeken bir tükenmişlik anıtı olarak değil. Bir şeyler yazarken atmosfere girebilmek için müziğin yardımı dokunuyor mu ? Bence dokunmuyordur. Çünkü ben müzikle çalışamıyorum. Aklım müziğe gidiyor, dağılıyorum. Ama Flash Tv hep açıktır çalışırken. Belki onun katkısı oluyordur. Okurlarınız sizin yazın tarzınızı Barış Bıçakçı'ya benzetiyor. Emrah Serbes’in de bu sorulara çokça maruz kaldığını gözlemledik. Bu söylem dile getirildiğinde siz de aslında öyle değil anlamında cümleler kuruyorsunuz. Okur gözünden bir şeyler mi kaçırıyor? Okur neyi neye bağlamaya çalışıyor? Üçünüz arasındaki Ankara’dan sonra diğer elektrik sizce nedir? Ya, aslında bir şey söyleyeyim mi, bunu diyen okurla karşılaşmadım ben. Kitap ekleri ve gazette röportajlarında, arkadaşların büyük bir kısmı kitabı okumadan gelmiş oluyorlar. Onun yerine kitap hakkında daha once yazılmış röportajları, Ekşi Sözlük’ü okumayı daha kolay buluyorlar. Anlaşılır bir şey bu. Yani aslında bu Barış Bıçakçı meselesi, kitapla ilgili çıkan ilk yazılardan biri olan Melisa Kesmez’in “Taşra sıkıntısından öyküler yapmak” yazısı ile başladı. Ben küfürbaz, serseri, terbiyesiz adamın tekiyim. Barış Bıçakçı’nın naifliği, sakin ve dingin ama olgun bakışı, ifadesi karşısında benim yazdıklarımı onunkilere benzetmek bir kere başta Barış’a ayıp. Keza Emrah da öyle. Emrah nerde Barış nerde. Fakat kuyuya bir taş atıldı artık ve bu böyle konuşulmaya devam edecek. N’apalım, kaderimiz buymuş. Ama okura ait bir tespit değil yani, onu diyebilirim. Edebiyat ve muhaliflik fikrinin sıkça bağdaştırılmasının sebebi nedir sizce? Muhaliflik istediğin partinin ya da grubun başa geçmesiyle sonlanan bir olgu mudur? Edebiyat içindeki muhaliflik ne olursa olsun devam eder mi? Etmelidir. Okumak, dünyayla kavga etmeye başlamaktır çünkü. Yazmaksa kavgada tarafını belirtmek. Yazı oldukça muhalefet bitmez. Kim iktidarsa ona muhalefet. Çünkü iktidar kirdir.
  • 39. Kitap kapaklarınızda eski sepya fotoğraflar görüyoruz ki bu kapak piyasasında pek tercih edilmiyor. Bu ifade daha çok hikayelerinizdeki yaşanmışlık, "o" havanın yakalanması, nostalji hissiyatını uyandırması için mi? Kitap kapakların o çekici, manyetik gücüne inanıyor musunuz? İnanmıyorum. Kendi kitaplarımın kapaklarına da ben karar vermedim zaten. Beraber seçtik, bu olsun dedik ama ilki de, ticari bir numara çevirildiği gayet açık olan ikincisi de benim değil Levent Cantek’in seçimiydi. Güzel fotoğraflar ama kötü kapaklar bence. Varsın öyle olsun. Ben ne anlarım. Ben yazayım da, kapağını illa ki düşünen, benden daha etraflıca düşünen birileri olur. Ticari bir ürün çünkü kitap. Ambalajını düşünmek bana düşmez. Yakışık almaz da zaten. Müzik sizin için kuvvetli bir tetikleyici bir alan. Bu konuda yazarken dinlemek ya da etkilenmek noktasında anmak isteyeceğiniz isimler kimlerdir? Batı müziğine gereken önemi göstermeliyiz. Marin Marais dinlemeli, Lotti, Pergolesi, Bach ve Haendel dinlemeliyiz. Barok nefistir. Barok öncesi, tampere edilmemiş geç rönesans müziği enfestir. Daha yakın zamanlara gelindiğinde 1950’lerden sonra Fransa ve İngiltere’ye kulak vermeliyiz. Chanson geleneğini takip etmeli, Chanson’a sırt dönen Jacques Brel gibi, Vian gibi deli adamları kaçırmamalıyız. Hep Orhan, hep Ferdi olmaz. Kendimize acımak da bir yere kadar. Sizin tarzınız okurlarınız tarafından artık kanıksanmış ve aşikar bir halde. Minimalist, içten, hatıralar sandığımızı titreştiren ve anlayışlı öyküler/yazılar kaleme alıyorsunuz. Aslında yazar olma sürecinde bir kişinin okuması gereken kitaplar, dergiler izlemesi gereken filmler vesaire o bilgi yüklülüğünden, o entellektüeliteden tam anlamıyla olmasa da sıyrılıp bu denli herkese hitap eden öyküler kaleme almak diğer tarzlara nazaran daha zor bir iş değil mi? Bilmem. Sanırım bu soruya cevap verecek durumda değilim. Çünkü gerçekten planlayarak, tasarlayarak yazmıyorum. Aklımda ne varsa onu yazıyorum. Çok karışık bir aklım yok demek ki. Afillifilintalar grubuna dahil olma"nın bir açılımı var mı? Gezi süreci boyunca A.F. grubundan bazı arkadaşların iyi niyetli görünmeyen boşboğazlıkları ve ardından gelen Uyurkulak’ın “istifası”, soL’da çıkan yazılar falan… Bu, doğal olarak bana çok soruldu. Sorulmadıysa da ima edildi. Bir kere şunu iyi bilmek lazım. Afili Filintalar’ı çok büyütmemek lazım. Bir politik teşebbüs değil, sıradan, hatta vasatın altında bir edebiyat blogu orası. Hatta edebiyat blogu bile denemez; blog sadece. Orada bulunan edebiyatçıların olması orayı edebiyat blogu yapmayacağı gibi orada iki üç tane zevzek adamın bulunması da tüm siteyi günah keçisi ya da şer yuvası yapmaz. Bu kadar kafaya takmamak lazım. Eninde sonunda bir internet sitesi. Başka hiçbir şey değil. Bu kadar konuştuğumuza de- ğecek kadar bile bir mesele değil. Ben oraya, oradan iki arkadaşımın ricasıyla yazmaya başladım. Ama zaten çok sürdüremedim de. Çok verimli değilim yani. Zaten Kuş Lokumu diye, Vedat Özdemiroğlu’ndan daha kötü Vedat Özdemiroğlu esprileri yapılan (Vedat abiyi çok seviyorum, o ayrı) o köşeden başka da düzenli yazan var mı bilmiyorum.
  • 40. Kitaplarınızdaki küçük biyografiniz de bile Gençlerbirlikli olduğunuz bilgisine ulaşıyoruz. Bu taraftar grubunun tribün felsefesinin bambaşka olduğu, marjinal bir kesimin oluşturduğu, muzipçe ve zekice yapılan tezahüratlar, işin içine biraz küfür girince megafonla uyaran ihtiyarlar heyeti gibi hiç görülmemiş tribün durumlarını içinde barındırması, sizi bu takımın taraftarlığına iten etkenler arasında olabilir mi? Şüphesiz ki tam da budur. Mesela siz öykücülüğünüzle ünlüsünüz bunun yanında çeviri de yapıyorsunuz. Bir okurunuz sizin çevirdiğiniz herhangi bir eseri görünce bunu siz çevirdiğiniz diye alabilir. Genelleme yaparsak bir alanda yapmış olduğunuz ün, diğer bir işinizde size elle tutulur, açıkça bir katkı sağlar mı? Bilmem, sağlar mı? Bunu yayıncılar düşünsün bence. Ben kitap satmıyorum ki. Benim tek iştahım yazmaya. Geri kalan her işin uzmanı , mesulü var. Benimki yazmak.
  • 41. AĞAÇ KABUKLARI İrem Gerkuş “Bir de işte tek kalmanın acısı, bir de Nemli toprakta yüzükoyun Yokluğuma kar biriktiren yazla birlikte. İmgesiyim ölümün.” Edip Cansever Ormanın ortasında çırılçıplak doğduğumda saçlarım daha yoktu. Hiç istememiştim. Her saç teliyle beraber başka bir ağaca daha sarılmak istedim. Her bir yükle birilerine yaslanmak istedim. Ana ağaçla, baba ağacımı hiç bilemedim, belki de hep onları aradım. Zifiri mağaralarda, asırlık ağaçların köklerinde, dökülmüş kuru yaprakların seslerinde, ağaçların arasından parlayan yıldızlarda, köklerimi saldığım bu topraklarda... Her saçım uzadığında bir uzantım daha ilerliyor, daha uzağa, topraklar, ağaçlar izin verdiği kadar... Birileri izin verdiği kadar kök saldım bu topraklara, en eski ben kaldım. Uzun köklerimin birbirine dolandığı ağaçları kestiler bir bir, nedenini duymak bile istememiştim. Keşke onlar da bir ağaç olarak doğsalardı, isterdim, keşke onlar da çıplak, sessiz doğsalardı, keşke onlar da saçlarını, saçlarının uçlarını bellerinin çukurunda, kirpiklerinin üzerinde, soğuk rüzgarla kurumuş kollarında, üşümüş, eskimiş belden aşağılarında hissetselerdi. Keşke ağaçlarım kesilirken, eğrelti otları kadar sessiz, ısırgan otları kadar onlardan yana olsaydım, olabilseydim. Sürekli büyüyorum, gözyaşlarımla kendimi suluyor, bu ormanda üç yaprağımın şıkırtısıyla uykuya dalıyor, yeniayın karanlığıyla havayı soluyorum. Sabah uyandığımda tanımadığım bir evin bahçesinden şatafatsız beklentilerle buldum kendimi. İki katlı yeşil panjurlu sevimli bu evin bahçesinde oynayan çocukla arkadaş oldum. Her şeyin toz pembeliği, sahteliği, mükemmelliği midemi bulandırırken, birilerinin benimle dalga geçtiğini düşünmüştüm. Dünyanın merkezi burasıydı, çitlerin etrafında, oyuncaklarını arasında, bir anne babanın parmak uçlarında, yeşilliklerin gölgelerinde, hayvanların sessizliklerinde. Köklerimi koparıp sonsuza kadar oradan kaçmak istedim, herhangi bir ceviz ağacı olup o evi yıkmak, o çocuğu ağlatmak, o aileyi yüz üstü bırakmak. Sahip olduklarını kaybetmelerini istedim. Bu nefretim onların kusursuzluğundan mıydı, yoksa istedikleri her şeye sahip olmuş olmaları mıydı bilemedim. Belki de benim kıskançlığımdı, bunu kabullenemeyişimdi. Ben burada savrulurken onların dünyayı döndürmesiydi. Köklerimi ne zaman buraya saldım hatırlamıyorum, alışmışım ve zamansız yaşlanmışım. Toprakları eşelemişler, derinlerdeki köklerimi kesmişler, rüzgarları durdurmuş, yapraklarımın konuşmasını engellemişlerdi. Belki de onlar sadece sessizlik istemişlerdi ve yavaşlık. Küf rengi mevsimler dallarıma, gövdeme insanları getirmiş, zamanla kinim suskunluk olmuş, gökyüzüne doğru yürümüş onlara yaslanılacak kabuk haline gelmişti. Durumumdan hoşnutsuz değildim artık, çocuklarım vardı, avunuyordum ya da avutuluyordum. En kötüsü de duyuyordum.
  • 42. Bu nefretim onların kusursuzluğundan mıydı, yoksa istedikleri her şeye sahip olmuş olmaları mıydı bilemedim. Belki de benim kıskançlığımdı, bunu kabullenemeyişimdi. Ben burada savrulurken onların dünyayı döndürmesiydi. Köklerimi ne zaman buraya saldım hatırlamıyorum, alışmışım ve zamansız yaşlanmışım. Toprakları eşelemişler, derinlerdeki köklerimi kesmişler, rüzgarları durdurmuş, yapraklarımın konuşmasını engellemişlerdi. Belki de onlar sadece sessizlik istemişlerdi ve yavaşlık. Küf rengi mevsimler dallarıma, gövdeme insanları getirmiş, zamanla kinim suskunluk olmuş, gökyüzüne doğru yürümüş onlara yaslanılacak kabuk haline gelmişti. Durumumdan hoşnutsuz değildim artık, çocuklarım vardı, avunuyordum ya da avutuluyordum. En kötüsü de duyuyordum. Bazen birileri geliyor, kimseler olmuyor, gülüyorlar, kahkahalar atıyorlar, lkulaklarına fısıldıyorlar. Birisine aşinayım ama ötekinin yapmacık gözleri, iradesiz sözleri bana çok yabancı. Sesleri, harfleri, fikirleri ve beni unutarak dokunmaya başlıyorlar. Bana yaslanmış; tekrarlı nefeslerini, istemsiz hareketlerini ve sürekli yoklayan bakışlarını çevreye bırakıyorlar. Dolunay yok olurken, köklerimde kırmızılıklarla onların kaçışını izliyorum. Kuralların seslerinden, vefanın ellerinden, sadakatin köklerinden… Bazen birileri barınıyor, kimseler olmuyor, ufak bir ateşle ardı arkası kesilmeyen dumanlar yükseliyor, korkuyorum, gözlerini kapatıyorlar, sesleri azalıyor, titriyorlar, bazıları uzun şiirlerle bağırıyor, bazıları soluksuz bir geçmişte bitmiş sesleriyle kabuklarımda birilerini arıyor. Güneş doğarken onların halsiz yok oluşlarını kizliyorum. Çimenlerin uçlarını, pantolon ceplerini, çamurlu paçalarını… Bazen birileri ağlıyor, kimseler olmuyor, anlatamayacaklarını bağırıyor, itiraflarını sıralıyor. O kadar umutsuz ki şikayet ediyor. Taşıyamadığını söylüyor, taşıyamayacağını, devam edemeyeceğini… Sonunda karanlığın içinde ezilerek kayboluyor. Kayboluyorlar. Tüm mükemmelliklerini köklerimde, kabuklarımda eritip bir daha hiç gelememek üzere hepsi toprağın altına giriyorlar. İstemediğim, isteyemediğim onlar benim köklerime dahil oluyor, benim gibi oluyor. Benim gibi mutsuz, uyumsuz , yavaş, güçsüz ve huzurlu. Bir dalım kırılmış gibi ne olursa olsun bir inandığım daha yok olmuş gibi… Sanki hiçbir yerde kusursuzluk var olamazmış, aynalar gözlerimdeymiş, çocuklarımın ölüleri köklerimdeymiş gibi… Benim suçluluğum bulaşıcıymış, gerçekliği lekeleyen yalanlarım onlara da sıçramış gibi… Benim kabuklarım ölümmüş gibi; ben bir tanrıymışım gibi, lanetli kötü bir tanrı… “Kıskançlığı bile unutturan bu ağırlık nereden geldi?” -“ Mutlu olmak için onları hatırlıyorum, hissediyorum; ölüm ne kadar da masumlaştırıyor insanı.” Şimdilerde ısırgan otları da benim kadar sessiz…
  • 43. Allah’ın Görev Tanımı Ozan Can Türkmen Affetmek. Bir gün ellerin dolu döndüğünde eve Kapının tam arkasında durmak. Aslında bütün kapıların arkasında durmak Kapıların evrak işleri Bilmek. Mesaj iletildi, okundu. Kim gününde eteğinin çiçeği Ve dün ölenin adı neydi? Ve diğerinin ve diğerinin? Arkadaşları onlara nasıl seslenirdi? Elbette sevmek Dünyanın sonu gelmeye karar verdiğinde Yaşanacak müthiş sevgi kaosunu. Makinanın doğasında bulunan arının, Nasıl gideceğini değil hayır Gidilecek bir adres soranların, Sürekli ömrünü ölçenlerin Aynı suya kanmasına imkan sağlamak. Bir de suyun maaş bordrosu Üzülmek, utanmak, ağlamak değil Ama bunları bir sosyal projeyle Yoksullara dağıtmak. Proje sahibine ödül vermek. Öfkelenmek Hatırla ayakkabıları kan dolduğunda Tanrısını itidale çağıran peygamberi. Ve sorusunu bir diğerinin Neden Neden Eloi, eloi lema sabachtani? Seni sipariş ettiklerinde isimlerden Sevincim haklı mühürlü belgelerle Reddedilemez biçimde Yüzüne bir telefon aldığında, Annem eve çağırdığında Orada olmak. Bir anda her yerde olmak. Bir gün mutlaka bir yerde Bütün sonranın ev sahipliği Sormak Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda, Annelere oğullarının cenaze tarihleri, Kaç yaşındaydı, Kaç gün oldu sorulduğunda Polis kayıtları açıldığında Ve sana gelince ben Sevmediysen neden kötü ışığımda Gün saatleri boyunca oturdun? Kimsenin öz annesi değilsin Bu merhameti sigortan karşılamaz. Allah’ı göreve çağırıyorum! Kahretsin!
  • 44. Aynanın Halleri Tan doğan aynada yitik çocukluğumun yüzü baktıkça uzaklaşıyor gözlerimden gün âh misketlerimi kaptırdığım dün tarihimi sen mi çatlattın ne yana tarasam eksilerek acıyor saçlarım hangi kılı kessem dişlenmiş elmamda kan annemdir her dâim gözyaşlarımda susan burnumun direği kırık kiri pas kulaklarımın kuyu da ‘ayna’dır yoldaki su da alnımda yağmurun kırbacından üç yol mor alevi ölü bir közdür kor parçalanmış ‘hayât’ın ilk ve son ‘ışk’ında
  • 45. Tanıştığınıza Memnun Olun Feridun Demir kırmızı gece lambalı evden ağlayan bir çocuk sesi geliyor koşarak, beyaz bir kedi acelesi varmış gibi geçiyor benden rol çalarak arkadaşları ona gri diye sesleniyormuş hissi eşlik ediyor sokağa girene kadar kafasını aşağıya doğru çevirmiş sokak lambası sokağın alt köşesindeki ise bu tarafa bakıyor yaşlı bir sigara pencere kenarında teyzeyi içiyor “sokak lambalarının aşkı” diye kısa bir film çekiyorum beş yıldır aynı boydalar köşeyi dönene kadar son sahnesinde teyze, sigarayı sokağa fırlatıyor belediyenin diktiği ağaçlar kaldırım boyunca caddeye doğru eğilmiş arabaların önüne atlamak istiyor gibiler bence ölmeyi, kaldırımda yaşamaktan çok istiyorlar fabrika otobüsünü bekleyen işçiler.. gece on birde uyanmaya çalışan uykularından günde on iki saat çalışan ve hayatları boyunca bir evleri muhtemelen olamayacak karnen iyi gelirse diye kandırırken çocuklarını -bisiklet hayaligülümsemeye çalışan adamlar tanıştığınıza memnun olun biri çıkıyor kuruyemişçi dükkanından bir oğlu yok kucağında ama baba yirmi altı belki yirmi yedi yaşında ama otuz beş gösteriyor kese kağıdından çıkardığı antep fıstıkları gibi atıyor dertleri içine eve gidene kadar ne kadar yese kâr
  • 46. 2. Geleneksel Ege Üniversitesi Mizah Festivali (MizahFEST) Aysun Sözütok 16-17 Aralık 2012 tarihlerinde Ege Üniversitesi Karikatür ve Mizah Topluluğu'nun (EKAMİT) ev sahipliği ile bir mizah festivali gerçekleştirildi. Türkiye'de şimdiye dek sadece 3 ilde/üniversitede gerçekleştirilmiş olan MizahFEST kapsamında tüm Ege Üniversitesi öğrencileri ve İzmir halkına yönelik olan etkinliklerle katılımcılarına unutulmaz anlar yaşattılar. Geçtiğimiz sene Serhat Kılıç'ın söyleşisiyle başlayan festivalin ilk günü; GeVeze (Jozi Zalma) söyleşisiyle devam ederken Geveze'nin yüksek enerjisiyle adeta stand-up gösterisine dönüştü. Festivalin ilk gününde kapanış Kısmet Şov'a aitti. Deniz Alnıtemiz, Deniz Özturhan ve Kaan Sezyum üçlüsünden oluşan Kısmet Şov; ilk defa EKAMİT MizahFEST kapsamında Ege Üniversitesi Kampüsünde İzmir izleyicisiyle buluştu. Deniz Alnıtemiz'in güpgüzel gösterisi, Deniz Özturhan'ın kahkahalarla dolu stand-up gösterisi ve özellikle Penguen dergisindeki yazıları ve gazetedeki köşe yazılarıyla tanıdığımız Kaan Sezyum'un unutulmayacak gösteri gerçekleştirildi. Festivalin 2.günü dosyal medyada fenomen olan Falanca ile Argostrolojinin, tatlı sert üslüplarıyla, festivale renk katmasıyla başladı. Ardından Yetenek Sizsiniz Türkiye'den tanıdığımız Emrah Bari, festivalin neşe katnağı oldu. Bir karikatür topluluğu festival düzenler de karikatür dergisi çizerlerini çağırmaz mı? Gırgır Dergisi çizerleriyle yapılan söyleşinin ardından Cem Özkan'ın salonu coşturan akustik performansıyla dopdolu ve bol eğlenceli geçen MizahFEST yüzlerde gülümsemeler eşliğinde son buldu.
  • 47. Geçen sene ilki düzenlenen Ege Üniversitesi Mizah Festivali, EKAMİT MizahFEST Kapsamında geleneksel hale getirildi ve 16-17 Aralık 2013'te ikincisi düzenleniyor. Geçen seneyi aratmayan söyleşiler, stand-up gösterileri, dans gösterileri,ödüllü yarışmalar, süpriz konuklar ve konserlerle sizlere dopdolu 2 gün yaşatmayı planlıyor. Ayrıca geçen sene yapılan Mizah Festivali sonrasında Oğuzhan Uğur, Erdem Yener ve Engin Altan Düzyatan'la da söyleşiler yapıldı. Özellikle Engin Altan Düzyatan ile yapılan söyleşimizde kendisinin ortamı oldukça samimi bulması sonrasında sırtındaki dövmesini göstermesi salonda büyük ilgi gördü. Bu seneki Mizah Festivalinde de bu tarz söyleşiler olacağı bilgisini edindik. Bol kahkahalı, eğlenceli ve dolu dolu 2 gün için 16-17 Aralık 2013 tarihindeki mizah festivaline bekleriz.
  • 48. AHMET MUHİP DIRANAS VE YAVUZ TURGUL’UN FAHRİYE ABLA’SI Emel Koşar Ahmet Muhip Dıranas’ın ünlü “Fahriye Abla”sında şiir öznesi, çocukluk yıllarında âşık olduğu kendinden yaşça büyük kadını tahkiyeye dayalı şekilde anlatmıştır. “Âşık olmak, şeylerin değerini arttırmaktır, dünyanın yoğunluğunda yeniden var olmaktır ve onu tahmin etiğimizden daha zengin, daha yoğun bir biçimde keşfetmektir” Dıranas’ın “Fahriye Abla”sında şiir öznesi, koku yoluyla hatırladığı “Fahriye Abla”yı görsel öğelerle tasvir ederken âdeta onu yeniden keşfeder: Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar, Kapanırdı daha gün batmadan kapılar. Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden, Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen! Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla! (s. 65 ) Schopenhauer’a göre “Bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları yerden kesik görünsünler, sadece cinsel dürtüde temellenirler.” “Erkeğin aşkı, doyum bulduğu andan itibaren belirgin bir biçimde azalır. Hemen hemen bütün öteki kadınlar onu, sahip olmuş olduğu kadından daha fazla çekerler. Erkek değişiklik özler.” Şiir öznesinin “Fahriye Abla”ya aşkı, doyuma ulaşamadığı için devam eder: Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı; Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı. İçini gıcıklardı bütün erkeklerin Altın bileziklerle dolu bileklerin. Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin; Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla. Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla! (s. 65) Farsçada “sarmaşık” anlamına gelen aşk, bazen psikolojik bir hastalık, bazen de fethetme, kendini adama, fethedilme arzuları arasında gelgitlerin yaşandığı tutkulu ilişki veya beynin kimyasal yapısının ve hormon seviyelerinin etkilediği bir bilmece olarak görülür. Şiir öznesi “Fahriye Abla”nın evini “sarmaşık, ıtır, akasya ve bahar” gibi aşkı simgeleyen unsurlarla tasvir eder: Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi, Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi; Güneşin batmasına yakın saatlerde Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede. Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede; Bahçende akasyalar açardı baharla Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla! (s. 65)
  • 49. “Aşk her zaman sevimli değildir, adaletle veya eşitlikle bağdaşmaz, feodal bir tutkudur, antidemokratiktir!” “Fahriye Abla”nın sevdiği delikanlı yerine Erzincanlı bir adamla evlenmesi de aşkta adalet olmadığının kanıtıdır: Gönül verdin derlerdi o delikanlıya, En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya. Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın, Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın? Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın; Hâtırada kalan şey değişmez zamanla. Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla! (s. 65) Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği’nde aşkın “cinsel sevgi” olduğunu savunur. Kadınların kendilerinde bulunmayan özellikleri erkeklerde aradıklarını, büyük aşkların büyük hayal kırıklıklarıyla bittiğini, aşkın hayvansal içgüdülerin tatmini olduğunu söyler. Her birey, çocuk yapmaya elverişli dönemden uzaklaştığı ölçüde karşı cins için çekiciliğini yitirir. Kadınlarda cinsel arzu, menstürasyon öncesinde ve sonrasında hormon düzeylerinin dalgalanmasına bağlı olarak artar. Ancak bunda psiko-sosyal unsurların da etkisi vardır. Bilincin yüzeyine çıkmasa da kişi, bu arzuyu çeşitli davranışlarla karşı cinse yansıtır. Genç ve güzel “Fahriye Abla”, Schopenhauer ve Kernberg’in yukarıda belirtilen görüşleri doğrultusunda üremek için uygun bir dönemde olduğundan şiir öznesine çekici gelir. “Fahriye Abla”da önce gençliğe sonra çocukluğa hatta anne karnına dönüş arzusu anlatılır. Henry Murray, bunu “kapalı yerler kompleksi” diye tanımlar. Freud’un “Ödipus Komleksi” kuramında insanın kimlik oluşumunda anneyle bebek arasındaki ilişkinin erkeğin cinsel kimliğini belirlediği ve ileride kadınlarla yaşadıklarına yön verdiği ifade edilir. Şiir öznesinin kendinden yaşça büyük “Fahriye Abla”dan hoşlanmasının sebebi Henry Murray’ın “kapalı yerler kompleksi” ve Freud’un “Ödipus Komleksi” kuramındaki gibi onun annesini ve anne karnına dönüş arzusunu çağrıştırmasıdır. Başrollerini Müjde Ar, Tarık Tarcan ve Mesut Çakarlı’nın oynadığı Yavuz Turgul’un Fahriye Abla’sında (1984), fakir bir mahallede yaşayan ve babası piyango bileti satıcısı Fahriye’nin hayatı, küçük yaştaki marangoz Mustafa’nın çırağı Mehmet’in gözünden anlatılır. Fahriye ve Mustafa gizli gizli görüşürler. Mustafa, babasının dükkânında haftalıkla çalıştığı için Erzincanlı bir kuyumcu tarafından istenen Fahriye’yi kaçırmayı teklif etse de onu yarı yolda bırakır. Fahriye evlendikten sonra bakire olmadığı için ilaç içerek intihar etmeyi dener.
  • 50. Kocası, “Malınız çürük çıktı.” diyerek onu ailesine teslim eder ve boşar. Bu arada Mustafa, hacı babasının isteğiyle Fahriye’nin en yakın arkadaşı Gülay’la nişanlanır. Fahriye ve Mustafa’nın görüştüğünü bütün mahalle öğrenir. Kavga eden Fahriye ve Gülay, kahveye giderek Mustafa’ya kiminle evleneceğini sorarlar. Mustafa, kahvenin kapısından giren babasının korkusundan Gülay’ı seçer ve Fahriye’yi tersler. Fahriye de buna kızarak Mustafa’yı tornavidayla öldürmeye çalışır. Hapishanede hamile olduğunu öğrenen Fahriye, bir kavga sırasında bebeğini düşürür ve giderek daha da olgunlaşır. Fahriye hapishanedeyken Mustafa, Gülay’la evlenir. Bir süre sonra Gülay artist olmak için evi terk eder. Fahriye hapishaneden çıkınca Gülay’a rastlar, ancak onun gibi hayat kadını olmaz. Hapishane arkadaşı Sevgi’nin yardımıyla fabrikada iş bulur. Yıkılacağı için evlerinden atılmak üzere olan annesini ve ninesini yanına alarak onlarla birlikte yaşar. Ustabaşı Cemil’in evlenme ve Mustafa’nın tekrar birleşme teklifini reddeder. Mustafa’yla eskiden kaçamak görüştüğü terk edilmiş büyülü evde buluşur ve artık cinlerden, perilerden korkmadığını, değişerek kendi ayakları üstünde durduğunu söyler. Bu diyalog, filmin nirengi noktasıdır. Mustafa da içki içip ilk defa kahvede babasına Fahriye’yi sevdiğini söyler ve kendisini vurur. Bu olayı duyan Fahriye, hastaneye koşar. Evden kovulan Mustafa, Fahriye’den iş ister. Fahriye de ona yardımcı olma sözü verir. Filmde anneler silik, babalar ise otoriterdir. Ataerkil toplumun klasik mahalle baskısı, Fahriye’nin hayatına yön verir. Fahriye’ye âşık Mehmet ise onlardan daha olgun ve akıllıdır. Fahriye’nin saçı, kıyafetleri, davranışları hatta yürüyüşü bile zamanla değişir. Mustafa’ya duyduğu aşk dışında hiçbir şeyi umursamayan, rahat davranışları ve açık saçık kıyafetleriyle dikkat çeken Fahriye, hapishaneden çıkınca fabrikada çalışmaya başlar ve daha ağır başlı bir kadına dönüşür. Fahriye, her zaman Mustafa’dan daha cesur ve ayakları yere basan bir bireydir. Mustafa, babasından korktuğu ve parasız olduğu için Fahriye’yi yarı yolda bırakır. Artist olmak isteyen Gülay’ın evden kaçınca kötü yola düşmesi ve Mustafa kendisini vurduğunda Fahriye’nin göğsünde bir acı hissetmesi, Türk filmlerinin klişelerindendir. Yavuz Turgul, Dıranas’ın “Fahriye Abla”sını filmleştirirken Fahriye’yi ve onu mahallesini şiirdeki gibi canlandırır. Erzincanlı’yla evlenip giden Fahriye Abla’yı bir aşk ilişkisinden hareket ederek anlatır. Bestesi Atilla Özdemiroğlu’na ait Özdemir Erdoğan’ın seslendirdiği “Fahriye Abla” şarkısı da filmi ve şiiri daha kalıcı ve popüler hâle getirir. “Fahriye Abla” şiiri ve filminde, Fahriye güzel ve çekici bir kadındır. Şiirde Fahriye’nin gönül verdiği delikanlı hakkında bilgi verilmez. Filmde ise Fahriye’nin ailesi, evi ve Mustafa’yla ilişkisi ayrıntılarıyla anlatılır. Şiirde Fahriye’nin Erzincanlı bir adamla evlenerek mahalleden ayrılması dışında onun hayatı hakkında herhangi bir şey söylenmez. Filmde ise, “Fahriye Abla” şiirinden yola çıkılarak onun Mustafa’yla ilişkisi ve olgunlaşması anlatılır.
  • 51. KAYNAKLAR: BRUCKNER, Pascal, Aşk Paradoksu, Çev: Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2012. DIRANAS, Ahmet Muhip, Şiirler, YKY, İstanbul 2005. DIRANAS, Ahmet Muhip, Yazılar, Haz: Münire Dıranas, YKY, İstanbul 2000. KAPLAN, Mehmet, “Fahriye Abla”, Şiir Tahlilleri 2, Dergâh Yayınları, İstanbul 2001, s. 88-97. KERNBERG, Otto F. , Aşk İlişkileri-Normallik ve Patoloji, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2003. KOŞAR, Emel, “The Relation of Love In Ahmet Muhip Dıranas’s Poems”, International Review of Turkology, V. IV, N.8, Summer 2011, s. 23-30. SCHOPENHAUER, Arthur, Aşkın Metafiziği, Çev: Veysel Atayman, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, İstanbul 2003.
  • 52. BIYIK TELİ Hüseyin Peker evin yolunu bulmada zorluk var filo uçucu'suyum ya bildiğiniz paletini fırlatmış göğe yıldızlar yazsın onu evin yolu zor bulunuyor kaya resimlerinde kısaca kızgınlık var, kar raketleriyle aramda destan yazmayı bırak diyor her biri sular çekildi genç oğul iki ucu fidan bir dostluk var senle sarı yapraklarını her yerde görüyorum genç oğul seni fidelerden büyüttüm köle halkası taktım sanma kendine okuyucu seçer, cebine koyduğun siyah taşları bileğimi kırdı senin şiirler okuduğumda korsan uçurum atlayışı yaptım denize dört çeker ece'ye, sendeki kısık sesli akranlar leke olarak kalır ceket üzerinde, iz bırakır okur üzerinde genç oğul suyla buluş, aksın kelimeler başkalarını kesen kılıcı bırak bir yere içindeki hayvanı göm, kedi mezarına güvercin pazarında tazele yüreğini kurban'ın kuyruk derisini güneşte kurut boş çömlekte ger onu, vurmalı ses yarat yazdığın şiirden, kavga etme karadut ağacıyla üstüne renk çıkar taklacı genç! insan, babasından çok çağına benzer güneşin olmadığı yerde ece yok, edip yok, cemal de meydan senin, düşmanın artan ateşini kes içinden son tablo'nu donmaktan kurtar gömü alanında birkaç şairin bıyık telinden
  • 53. GAYE SU AKYOL Röportaj: Ata Sözütok Şu sıralar ilk solo albümünüzün kayıtları sürüyor diye biliyoruz. Bize biraz kayıt sürecinden bahseder misiniz? Yoldaki albümde bizi neler bekliyor? Albüm retrospektif olma özelliği taşıyor. On küsür sene boyunca biriken onlarca bestenin arasından seçilip düzenlenmiş ve müzikte kovaladığım hazzın rafine edilmiş hali. Kayıtlar yeni bitti, miks aşamasında. Parçaları dostlarım Ali Güçlü Şimşek ve Barlas Tan Özemek'le eş dost meclisinde zaten çalıp söylüyorduk. Tüm şarkıları gitar - bas - davul düzenlemesiyle hücum kaydettik. Görkem Karabudak üzerine nefis kemanlar, klavyeler, cümbüşler çaldı. Albümdeki tüm davulları ve perküsyonları ben çaldım. Sekiz parça var, biri de çok sevdiğimiz bir şarkının sürpriz coverı.Büyük Ev Ablukada'dan arkadaşlarımızın kurduğu ve ilk albümlerini yayımladıkları "Olmadı Kaçarız"dan 2014 yılında yayımlanacak. Müziğinizi hiç duymamış birine kendi müziğinizi nasıl tanımlardınız? Zamansız, türsüz, hibrit parçalar, bir yandan rock'n roll üslubu ve bu işin çıktığı köklerle bir aradalık, öte yandan bu coğrafyaya ait kodlar. Seni Görmem İmkansız’ın Kadıköy’de bir kaç canlı performansını Vincent Moon çekti, örneğin Kimse Bilmez klibiniz…Bu birliktelik nasıl oldu, Vincent Moon’la nasıl bir araya geldiniz? Birkaç sene önce One Love Festival'de çalmıştık, o da konserdeymiş, dinlemiş, çok sevmiş. Performansın ardından geldi, tanıştık. Ardından o vidyoları çektik.
  • 54. Ali Güçlü Şimşek ile Ah Belinda, Tuğçe Şenoğul ile de Seni Görmem İmkansız gruplarında müzik üretiyorsunuz son günlerde. Şarkılarınızın oluşumu sırasında gruptaki huzur ve refahın devamı için kimi noktalarda kişisel müzikal istek ve arzularınızdan ödün verdiğiniz oluyor mu? Ortada parlak bir fikir varsa uygularız, estetik kaygılar bu önceliğe göre şekilleniyor. Resimleriniz daha çok tanımlanamayan canlıları, insan-hayvan melezi türleri eklektik biçimde dışa vuruyor. Bu tarzınızın kişiliğiniz ve hayatı algılayış biçiminiz hakkında ipuçları taşıdığını söyleyebilir miyiz? Resimle kurduğum ilişkiye "kişisel bilinçaltı arkeolojisi" diyebilirim. Amorf canlılardan,uzam olasılıklarına, sembollerden çağrışımlara varan bir varlık savaşı gibi. Kara büyü kitaplarından sızmışa benzeyen, tamamen hayali bir düzenekte var olabilen canlılar bana güvensiz, sağlıksız bir yüzyılın mükemmel bir tasviri gibi geliyor. Nietzche, "güç istenci"ni evrenin her türlü devinimindeki en temel istenç olarak tanımlar. İşte bu hiyerarşi güdümü kafamı çok kurcalıyor.
  • 55.
  • 56.
  • 57. Sizi neler etkiler? Zeka.. Ve tabii büyüdüğü halde sıkıcılaşmamayı başarmış insanlar, o insanların ürettiği her şey. Uzay, bilinmezlik, rüyalar... Muzaffer Akyol’un kızı olmak, tuvallerin, boyaların, fırçaların içine doğmuş olmak, çocukluğunuz, resim tarzınızda sizi ne şekillerde besledi? Kutupta yaz gibi, çöllerde su gibi. Yakın zamanda planlanan projeleriniz neler? 2014'te albüm, Ekim'de sergi ve adı konulmamış güzellikler...
  • 58.
  • 59. Elma Ağacı İrem Gerkuş Ata Sözütok’a... Eğilmiş bir insan sırtında iki tabanlı omurlar sayılır O çocuk her gece kalabalık yalnızlığı bağırır Kendimi, kendini elma ağaçları arasından atasım -atasın- gelir Kayalar gözlerime çarpar, kanlar boyunlardan akar Tüm kanlar boyunları bir bir yoklarlar Her boyun bir dildir- bir kokudur- ve her insana dair eşsiz bir dokudur. Her mağarada bir kuyu, Kuyunun duvarlarında yumuşacık yosun, suyun dibi katran İçine taşlar atarım zaman zaman Beyaz çakıllar kirliliklere bulanır Damağımla beraber sonsuz yosunlarım bakıra karışır. Söylesenize lordum; Sizin ağzınızın içini hiç o bakır sarılığı kavurur mu? Lordumun tırnaklarının arası portakal dolu Duyguları tamamen turuncu Onu elma ağaçlarım arasından atasım –ata sın- gelir Kuyuların içinde kayalara çarpa çarpa kanını akıtasım gelir Ben, ölümün arkasından çok konuşurum.