1. KADER RESİMLERİ
Beyaz Arif Akbaş
Jacques Rancière, metinlerini 19. yüzyıl ploretarya tarihine odaklamış ilginç bir
düşünürdür. Fransız işçi hareketi içinde özellikle siyasi olaylara dair çok sayıda kitabı
bulunuyor yazarın. Metis Yayınları bu bağlamda filozofun siyasal sanat yazılarını kapsayan
kitabı Özgürleşen Seyirci’yi dilimize kazandırdı.
“Gören, görmeyi bilmez”: diyen Platon'un mağarasından bugünün gösteri toplumuna
yöneltilen eleştirilere kadar bütün tarih boyunca benimsenen önkabul budur. “Herkesin
kendi yerini bilmesini isteyen filozofun da, ezilenleri bulundukları yere mahkûm eden
yanılsamalardan kurtarmak isteyen devrimcilerin de benimsediği ilke budur. Bakar körlükle
mücadele etmek için hâlâ iki strateji öne çıkıyor. Bunlardan biri körlere göremediklerini
göstermek istiyor (seyirciyi eğitmek): Müze simsarlarının açıklayıcı pedagojisinden tutun,
‘görmeyen’ yurttaşlara tüketim toplumunun imgelerinin istilasına uğradıklarını anlatmaya
çalışan enstalasyonlara kadar benimsenen strateji hep budur. Diğer strateji ise (eyleme
geçirmek) gösteriyi icraya ve izleyiciyi eyleme geçebilen bir insana dönüştürmek suretiyle
görme denen kötülüğün kökünü kazımak istiyor.” Mağaranın içindekiler ne yazık ki sadece
2. karanlığın yüreğinden gelen suretleri benimseyebiliyorlar. Bu bir avuç kalabalık içinde,
gerçek bir filozof olan kişi, yalnızca ışığa kavuşabiliyor. Fakat geri döndüğünde kimseler ona
inanmıyor. Ve hatta onu cahilce suçluyorlar. Aslında Rancière’nın herkesin kendi yerini
bilmesini isteyen kişiler dediği kanımca pek filozof olmuyorlar. Filozof zaten tüm varlığıyla
bir devrimci entelektüeldir. Marjinaldir, yalnızdır ve yaşadığı toplumdan her daim farklıdır.
Böyle olduğu için onunla birlikte mağara ışığa doluyor. Dediğim manada Popper de
eleştiriyor Platon’u. Gerçi bazı eleştirilerinde Popper haklı bile olsa onun salık verdiği “açık
toplum” da bir zaman sonra hür doğan insanın ayağında bir prangaya dönüşüyor. Platon’un
mağara istiaresindeki kişiler yalnızca sitenin kalın duvarları üstüne düşen kader resimlerini
izliyorlar. Zaten filozof’a göre de insan yansımadan öteye geçip bir idea bulursa sanat sanat
oluyor. Bu ise bizim görme duyumuzla alakalı bir durum. Düşünceyle görmek ise bambaşka
bir şey.
Yazara göre bu kitabın kaynağı, birkaç sene önce ona iletilen, Cahil Hoca kitabında
geliştirdiği fikirlerden yola çıkarak seyirci konusunda benzer bir düşünceyi geliştirip sunma
talebidir.( 1. İsveçli performans sanatçısı ve koreograf Marten Spangberg, 20 Ağustos 2004’te
Rancière’u Frankfurt V. Uluslararası Yaz Akademisi'ni açmaya davet etmişti.) Cahil Hoca,
zekâların eşitliğini ilan edip milli eğitimi entelektüel özgürleşmenin tam karşıtı saymış, bir
cahilin başka bir cahile kendisinin de hiç bilmediği bir şeyi öğretebileceğini öne sürerek 19.
yüzyıl başında skandal yaratmış Joseph Jacotot'nun ayrıksı teorisini ve eşsiz kaderini
anlatıyordu. Rancière’a göre Jacotot'nun fikirleri daha o yüzyılın ortalarında unutulmaya
yüz tutmuştu. Yazar devlet okulunun hedefleri üzerine durgun sularda yapılan tartışmaların
ortasına entelektüel eşitlik taşını atmak için, 1980'lerde bu fikirleri yeniden canlandırmanın
iyi olacağına inanmıştır. Fakat çağdaş sanat düşüncesi içinde, sanat ufku Demosthenes,
Racine ve Poussin gibi isimlerle özetlenebilecek bir insanın düşüncesi nasıl kullanılabilirdi
ki?
Rancière, demin bahsettiğimiz mağara istiaresindeki bu iki stratejinin karşısına basit ama
sarsıcı bir hipotez çıkarıyor: “Görme olgusu herhangi bir zaaf barındırmaz; eylem
konusunda birtakım kısıtlamalara ve hiyerarşilere tabi olduğu varsayılan kişilerin seyirciye
dönüştürülmesi, toplumsal konumların altüst edilmesine katkıda bulunabilir pekâlâ. O
halde seyircinin özgürleşmesi demek, seyircinin gördüğüne ilişkin ne düşüneceğini ve ne
yapacağını bildiğini kabul etmek demektir.” Bu hipotezin ışığında kitap, çağdaş sanat
içinden şu sorulara cevap vermeye çalışıyor: Siyasal sanat veya sanatın siyasallığından ne
anlamak gerekir? Eleştirel sanat geleneğinin ve hayatı sanatsallaştırma arzusunun
neresindeyiz? Meta ve görüntülerin tüketilmesine yöneltilen militan eleştiriler nasıl oldu da
birden meta ve görüntülerin her şeye kâdir olduğunun melankolik bir şekilde kabulüne veya
"demokratik insan"ı hedef alan eski bir eleştiriye dönüşebildi? Bu sorular kitabın içinde
geçen beş bölümde parçalar halinde yanıtlanmaya çalışılıyor. Özgürleşen seyirci; eleştirel
düşüncenin tarihsiz maceralarını ve politik sanatın paradokslarını bu metinlerle daha iyi
anlıyor. Kader resimleri katlanılmaz bir görüntü olurken, kitabın sonuna doğru düşüncenin
görüntüsünü keşfediyoruz.
Jacques Rancière, bu kitabıyla kendi toplumunun kabullerine hapsolmuş seyirciyi bir nebze
olsun özgür kılıyor. Ya da daha genel geçer bir biçimde söylersek bizleri mağaranın dışına
götürecek izlekleri başarılı bir şekilde kuruyor.
Brecht ve Artaud benim sevdiğim ve önemsediğim iki ayrı tiyatrocudur. Brecht'in epik
tiyatrosu ile Artaud'nun vahşet tiyatrosunu özetleyen temel tutumlar seyirci odaklıdır. Biri
için seyirci araya mesafe koymalı; diğeri için bütün mesafeyi ortadan kaldırmalıdır. Biri için
bakışını keskinleştirmeli, diğeri için bakan kişi konumunu dahi terk etmelidir. Rancière’in da
dediği gibi; “Çağdaş tiyatro reformu denemeleri, ilke ve etkilerini karıştırmak pahasına, bu
uzaktan araştırma ile yaşayarak katılma karşıtlığı arasında sürekli gidip gelmiştir. Bu
denemeler tiyatroyu dönüştürdüklerini iddia etmişlerdir, oysa yaptıkları teşhis tiyatronun
ortadan kaldırılmasını öngörüyordu. Bu yüzden, yalnızca Plâtoncu eleştirinin gereklerini
3. değil, onun tiyatronun kötülüğü karşısına çıkardığı olumlu formülü de benimsemiş olmaları
şaşırtıcı değildir. Platon, tiyatronun demokratik ve cahil topluluğunun yerine, özetini başka
bir beden icrasında bulan başka bir topluluk koymak istiyordu. Tiyatronun karşısına
kimsenin hareketsiz bir seyirci olarak kalmadığı, herkesin matematiksel oranla belirlenmiş
topluluk ritmine göre hareket etmek zorunda olduğu koreografik topluluğu çıkarıyordu; bu
uğurda, gerekirse, kolektif dansa girmeye gönülsüz ihtiyarlar sarhoş edilecekti.” Belki de
başka bir şekilde söylersek Platon seyirciyi elitizme hapsediyordu. Ve onları sahneye
hiyerarşik bir biçimde oturtturuyordu… Seyircilerin hareketli olması bu traji-komik durumu
değiştirmiyordu. Aslında bu sahnede seyirci kurma oyuncaklar gibi ‘düşünce’den çok bir
beden ahengine kurban ediliyordu.
Yazının başlığını “Kader Resimleri” diye koydum. Bu kitabı okurken zaman zaman kendi
seyircisi olduğum sahnemi düşündüm. Tüm varlığım içinde benim kader olarak gördüğüm
resim, benim görme düzeyimi ne ölçüde etkiliyordu? Burada bu yazıyı yazarken evimde
duvarda asılı olan kendimin boyadığı bir tablo var. Bu tabloyu bir zamanlar esriği olduğum
bir insanı anlatmak için yapmıştım. Ben özgür olmadığım için tablodaki görüntü de
zihnimde hapsolmuştu. Sahne de yahut bir tuvalde istediğiniz kadar özgürlük temasını
işleyin. Zihnen ve ruhen böyle bir şey söz konusu değilse eğer izleyenin izlediği de özgür
değildir. Bu arada “Kader Resimleri” filozof Rancière’un başka bir kitabının ismidir.
Özgürleşen Seyirci’nin ardından bu kitap çevrilirse iyi olur diye düşünüyorum. (Not: Sözü
geçen tablo: Olga Sagalakova için yapılmıştır.)
Kitap Eki, Yayım Tarihi: 09.10.2010