1. I
SAGALASSOS: CITY OF FAİRİES
PERİLER KENTİ SAGALASSOS
BEYAZ ARİF AKBAŞ
Kitap Tasarım: Anastasia Arova
I. Baskı Nisan 2010 EDİRNE
2. II
PERİLER KENTİ SAGALASSOS
Soluğu içinde karanlığın
Beyaz bir gül gibi
Beyazsın, narinsin, yorgunsun
Sagalassos.
Gül titrer, solar
Ġncinirsin olamazsın bir kök.
Gül küçük, beyaz
Üzgün uykulara dalarak
Ağlar yağmurun sesiyle.
Bir tahta prens var
Yokluğu içinde karanlığın,
Sesim gibi ağzındaki
Ġncitmeden yapraklarını
Öpecek dudaklarından.
Periler burada kalbimdedir.
Ve Ģiddetli rüzgârlar için
Söylüyor flütün sesi,
Prenses cenneti özlüyor gözlerim,
Burada çarpıyor kalbim.
Ve nihayetsiz acılar için
Tanrıların eĢiğinde,
Ağlasın yüreğin
Son söz yağmur gibi gözlerimde
Antoninler ÇeĢmesi‟nde
Ağlasın kara gözlerin.
Bulutlar geçiyor buradan
Ve periler dolaĢıyor
Senin o güzel kollarında
Rüzgar sürüklüyor bir aĢkı
Ağlasın kara gözlerin.
Beni unut Sagalassos
Bu hüzünlü sözlerimi unut
Senin taĢtan kalbinde
Saklayacağım kara gözlerimi unut.
Beyaz Arif AkbaĢ
4. IV
Beyaz Arif AkbaĢ,
10 Nisan 1979'da İstanbul da doğan yazar, İnönü İlköğretim Okulu ve Edirne Lisesini
bitirdi. Yüksek eğitimini, Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi,
Hukuk-Felsefe Fakültesi Sosyoloji Bölümünde tamamlayan yazar (Türkistan
Yerleşkesi Kazakistan 2000-2005) bitirme tezini, Sosyolinguistik;Dilin toplumsal yönü
ve fonksiyonlarına göre Kazak Türkçesindeki dil kodlarının örnek analizi olarak
hazırladı. Kayıp Ülke Hakasya (Şiirler, 100 sayfa) Sevgilim Sibirya (Seyahat ve
Günlük yazıları 245 sayfa) A Special Album of Davetname(Davetname İçin Özel Bir
Albüm) isimli üç kitabı bulunmaktadır. Radikal, Birgün, Yenişafak, Star vb.
gaztelerde kitap eleştirileri yapmaktadır.Edirne'de iken arkadaşlarıyla birlikte
Şahdamar ;isimli edebiyat dergisini çıkarmıştır.
Sagalassos:
Pisidya bölgesinin Roma İmparatorluk döneminde kuşkusuz en önemli şehri olan
Sagalassos, Ağlasun İlçesinin 7 km. kuzeyinde bulunmaktadır. Sagalassos doğu
batı yönünde 2,5 km. kuzey, güney yönünde 1,5 km'’ik bir alanı
kaplar. Sagalassos'un hemen güneyinde bulunan verimli ovalardan biri olan
Çanaklı ovası. Sagalassos’a seramiği için toprak sağlamıştır. M.Ö, 1. yy.’dan - M.S.
6.yy.’a kadar olan zaman içinde bu seramik yapımının Sagalassos ekonomisinde
önemli bir yeri olduğu yapılan kazı çalışmalarından anlaşılmıştır.Sagalassos’un ilk
keşfi 1706 yılında Fransız gezgin Paual Lucas tarafından yapılmıştır. 1990’dan
itibaren M.Walkens Başkanlığında ilk modern ve bilimsel kazı çalışmaları
başlamıştır. Bu gün Ülkemizde ve Doğu Akdeniz Ülkelerinde yapılan en kapsamlı
arkeolojik araştırma ve kazı olarak çalışmalar başarıyla yürütülmekte ve her yıl yeni
özgün eserler ve yapılar ortaya çıkarılmaktadır. Sagalassos’un ismi tarihte ilk defa
Büyük İskender’in M.Ö. 334’de burayı işgali ile görülür. İskender’den sonra
bölgenin egemenliği Suriyeli Selevkidlere geçmiş, M.Ö.189’da Bergamalı Attalid’lerin
himayesi altına girmiştir. Bu dönemde şu anda tamamıyla yıkık durumda bulunan
Bouleterion (Şehir meclis binası) inşa edilmiştir.Yüzeyde görülen kalıntılar
Hellenistik ve Roma Dönemlerine aittir. 1990 yılında açığa çıkarılmaya başlanılan
kentte kazı çalışmaları devam etmekte olup bir çok yapının açığa çıkarılması ve bu
yapıların restorasyon çalışmaları sürdürülmektedir. Helenistik Çeşme, Kütüphane
yapısı restorasyonu sona ermiştir. Kuzey batı Heroon yapısı ve Antoninler anıtsal
çeşme yapısının restorasyon çalışmaları devam etmektedir. Kentte bugün ayakta
kalabilen, Bouleuterion,Apollo Klarios Tapınağı Antonin Pius Tapınağı,Dorik
Tapınak, aşağı ve yukarı Agora, Tiyatro, Hamamlar, Kütüphane,Çeşme yapıları ve
Heroon gibi daha birçok yapı bulunmaktadır. (Burdur Şehir Müzesi Tanıtım
Kitapçığı)
6. VI
Bu kitap kayıp sevgilimi ararken bir tesadüf sonucu uğradığım Periler ġehri
Sagalassos‟ta bulutların arasından kenti seyrederken gördüğüm bir rüya
neticesinde oluĢtu. Melekler kadar güzel bir kız gördüm orada. Belki de Ģehri ilk
kuran perensesin hayaliydi tüm seyrettiğim güzellik. Ġpekten beyaz ince bir elbise
giymiĢti. Sanki büyülenmiĢtim. Kim bilir belki de masallardan kopup gelen bir
peri kızıydı o. Sagalassos‟ta yaĢadığım deneyimi sözlerle anlatmam neredeyse
imkansız. Ama benimde bir masalım vardı. Kitabın baĢında yer alan fotoğraflar
biraz olsun tarifime yakın bir imgelemi yansıtıyor. ġehri gezerken sağanak halde
bir yağmur yağmıĢtı. Galiba kötü kaderime Ģehirle birlikte bende ağlamıĢtım.
AĞLASUN AYġAFAĞI
Geldiler karanlıktan
Baktılar karanlığa
Korktular karanlıktan
Taptılar karanlığa
SeviĢtiler karanlıkta
Çoğaldılar karanlıkta
Yendiler karanlığı
Sevdiler karanlığı
Ve karıĢıp gittiler karanlığa
ġimdi hangi yıldızdadır kimbilir güzel sesleri
Kaldı güzel elleri som kayalarda.
Hasan Hüseyin Korkmazgil
Sonra bu Ģiiri okudum. Ve dedimki kendime Hasan Hüseyin hiç anlamamıĢ bu
rüya kenti. Zaten anlamasını da beklemiyordum…
BaĢka bir Ģiir çıkardım defterimden; biraz ürkek bir tavırla bu Ģiiride okudum:
ANTĠK HAYALLERĠM OKLAR/ÇIĞLAR ALTINDA..(SAGALASSOS)
Çevirdim aklımı,rüzgarından,
Mor‟un içindeki pembenin..
Antik kentin fatihi,
Yorgun askerlere raks eden,
Bakireler kulesinde..
DüĢtü üzerine,
Kimsesiz bir yamaca yaslanmıĢ,
Antik hayalimin..
Çağladı,
7. VII
Çığlar..
Nefessizim..
ErkenmiĢ kazısı,
Tütsülere emanet edilmiĢ
YanmıĢ kanla, yıkanmıĢ,
Sunakların..
Kabul edilmiĢ duayla yıkılmıĢ,
Üzerinde,
Gülen yüzlerin ağladığı,
Surların..
Üçbin yılın toprağından,
Ġskender‟in iĢaretiyle,
Gerildi yaylar,
Yağdı havadan oklar,
Saldırdı askerler, Sagalasos‟a tepelerden..
Aydınlandı bedenim,
Tapınaklarda..
Oradayım,
Kanıyorum,
Nefessizim..
Özdener Güleryüz
ġiirler ne kadar anlatabilir bu Ģehrin hikayesini bilemiyorum ama benim gerçek
bir hikayem var bu kent hakkında. Kitaptaki ilk yazı olan “Masal Mektupları”
buradaki kısa deneyimime dairdir. Diğer yazılar gazetelerin kitap ekleri için
yazdığım eleĢtiri ve tanıtım metinlerinden oluĢuyor. Aslında bütün yazılarımda
,Ģehirde ikinci defa gördüğüm güzel kızın hüzünlü aĢkından, Sagalassos
Prensesinden kokular var. Gül çiçeğiyle yıkanmıĢ bir tenin kokusu bu.
GeçmiĢte burada bir deprem olmuĢ ve doğa tarafından koruma altına alınan
Sagalassos, yüzyıllarca sürecek derin bir uykuya dalmıĢtır.Yüzlerce yıl sonra,
1706‟da Fransız gezgin Paul Lucas Sagalassos‟a gelir. Lucas seyahatnamesinde
antik kentten perilerin yaĢadığı yerler olarak söz etmiĢtir. Perilerin yaĢadığı yer
olan Sagalassos‟ta dolaĢmaktan büyük bir haz aldığımı itiraf etmeliyim. PuĢkin
AĢıklar ÇeĢmesi‟ni görseydi sanırım bir daha aĢk Ģiiri yazmazdı. Bu çemenin suyu
bir dağın kalbinden geliyor çünkü.
8. VIII
MASAL MEKTUPLARI
Masal küçüldükçe zaman küçülüyor. Olduğu gibi olan darlaĢmanın bugün için
de, yarın içinde aynı olmasıdır. Sonbahar veya yaz.. Evet hayat benim için kurak
bir yaz. Böylece, örneğin Ģöyle bir soru sorar mısın: ÇözümlenmiĢ olan sevgi
tümceleri var mıdır? Ġnsan duyguları sayısızdır. Cevaplarım ise bir o kadar sınırlı
ve sayılıdır.
Sevgili Küçük GüneĢim mevsimler hızla geçiyor. Yapraklar ağaçlarda kuruyor,
ya da sararıyor. Senin siyah gözlerini karanlıkta geceleri görüyorum. Bazen
yıldızlar eĢlik ediyor benim yalnızlığıma. Ve aynı Ģekilde genel olarak
simgelerimde özsel olan sana. Öyleyse Ģöyle denebilir: Gerçek; güneĢ bizi kör
eden Ģeydir ve diyebilirim ki güneĢ ancak görmediğimiz bir âlemdir. Kaybolan
yıllar ardında kaybolan bir hayat gibisin Küçük Meleğim. Sonra güneĢimin
önünü beyaz bulutlar kapladı ve sanki pamuk tarlasındaymıĢçasına denizin mavi
dalgalarına doğru bir bilge “Kürek Türküleri”ni söyledi:
"KAÇAK ġAMAN
arif akbaş’a
samanyolunda uzun zaman
deli gibi kürek çeken bir Ģaman
birdenbire durdu
bir vakit sonsuza baktı Ģaman
baktı baktı baktı baktı
ve bir türkü tutturdu
yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar"
(Mevlüt YAPRAK “Kürek Türküleri” Mazmun Yay. sf: 43)
Bu beyaz renk ile Ģu öteki daha açık daha metaforik iç bağlantısında
duruyorlar. IĢıksız yüz çizgilerinden söz ettiğimiz anlamda. Melek yüzlü kız
umutluyum bir gün seni tekrar göreceğime dair. Nergis çiçeğinin üzerindeki su
damlalarını seyrediyorum. Belki Ģu parıltı hayal dünyamın kapılarını yine sana
açar. Seni sonsuz bir ümitle seviyorum… Aynaların sırla kaplı yüzlerinden belli
belirsiz bir Ģiiri söylüyor geçmiĢin rüzgârı yine:
MASAL MEKTUPLARI
özenle gizlenmiĢ semboller arasında
neyin sesi tizleĢirken
aĢkımı yitirdim bir an
suratının halini aynada
Rahmaninov‟u parkta görürsünüz
çizgi roman okurken
9. IX
ya da göldeki yosunlara bakarken
insanların gecikmiĢliğini görürsünüz
ve baĢlar yeniden
tasarımı üzüntülü Ģeylerin.
„nerede ise orada değilsin‟ sen
acıyı yaĢayan mevsimlerde
mektuplarımı açarım birer birer
masalımsı müziğini duyabilirsin
sigma beyazıyla yüzünün
en sonsuz deneyimler
tasarımı üzüntülü Ģeyler.
(Beyaz Arif AKBAŞ “Kayıp Ülke Hakasya”daki 23. şiir)
Masal mektupları olanaklarıyla uyuĢmayı çizgilerde de olsa baĢarabilir iken,
aynı Ģey niçinse gerçek yaĢamda benim için ulaĢılmaz kılınmıĢtır. Üzüntü, evet
kelimelerin gücüdür üzüntü. Bu soluk satırları “Ağlasun” kenti yakınlarındaki
1.560 metre yüksekliğe kurulmuĢ bir antik Ģehrin yıkıntıları arasında yazıyorum
ve buradaki Neron kütüphanesinden yükselen ateĢin alevlerini seyrediyorum.
Yanımdaki ihtiyara bu Ģehre niçin “Ağlasun” dediklerini sormuĢtum. O da "Genç
adam; buraya gelen ağlamıĢ, giden ağlamıĢ" demiĢti. ġimdi niçin bu terk edilmiĢ
kentte olduğumu daha iyi anlıyorum. Adresine ulaĢamayan mektuplarımı burada
sana okumak isterdim Küçük GüneĢim…
Kubrick‟in Yaratıcı Kaygısı
Stanley Kubrick, ister korku ister bilim kurgu olsun, üzerinde çalıĢtığı her türü
endisi fiilen yeniden icat etmiĢ bir yönetmendir. Agora Yayınları bu ocak ayı
içinde büyük ustanın röportajlarının ve onunla ilgili bazı makalelerin toplandığı
“Stanley Kubrick” isimli Gene D. Philips‟in derlemesini yeni yayınladı. Kubrick
hakkında bu kitapta toplanan röportajlar, yapıldıkları dönemde onun henüz
baĢlangıç aĢamasında olan projelerine referanslar da içeriyor ve fikirlerini
olgunlaĢtırana kadar onları uzun zaman boyunca beslediğini gösteriyor. 1971
yılında Michael Hofsess‟e verdiği bir röportajda Kubrick, Viyanalı roman yazarı
Arthur Schnitzler (La Ronde)‟in 1926 yılında yayınladığı Traumnovell‟in (Hayal
Hikâyesi) [Büyüleyici bir isim] adaptasyonunu yapmayı planladığından
bahsediyor. Nitekim bu röportajdan aĢağı yukarı otuz yıl sonra, cinsel takıntı ve
kıskançlığı irdeleyen roman, Kubrick‟in son filmi Eyes Wide Shut‟a (Gözleri
Tamamen Kapalı) dönüĢüyordu. Yönetmenin bir sanatçı olarak yaratıcı kaygısının
ayrıntılarını gördüğümüz bu kitabı dilimize NeĢfa Dereli çevirmiĢtir. University
Press of Mississippi‟nin Film Yönetmenleriyle konuĢmalar serisinde benimsediği
politikadan dolayı, bu kitaptaki röportajlar üzerinde hiçbir oynama veya düzeltme
yapılmadan yayımlanmıĢ olması da doğru bir karar. Bu yüzden okur kimi zaman
10. X
Kubrick‟in kendini tekrar ettiğini gözlemleyecektir. Aslında bu tekrar bolluğu,
sözü edilen fikirlerin birer anlayıĢı yansıttığı, yönetmen için önemli olduğu ve bu
yüzden bunları vurgulamak istediği noktasında anlam taĢıyorlar. Bu kitap ustayı
tanımak isteyenler için son derece faydalı bir çalıĢma.
Son yıllarda film yönetmenleri hakkında yazılan kitapların her biri, konu ettiği
yönetmenin Amerika‟nın en büyük yönetmeni olduğunu iddia ediyor. Sinema
tarihçilerinin bu uzayıp giden tartıĢmaları bir yana, adeta insanların karanlık
yüzünün bir ressamı olarak bilinen Stanley Kubrick, çağının en büyük Amerikan
film yönetmeni olduğunu yapıtlarıyla ilan ediyor. Amerikan sinema endüstrisinin
stüdyo sisteminde çok az kiĢi onun elde ettiği çalıĢma fırsatına sahip oldu.
Filmlerinin bütün sanatsal denetimini elinde tuttu. Bu özgürlüğü rahatça
kullanabiliyordu, çünkü mesleğini sıfırdan öğrenmiĢti. Kubrick, film çekme
tekniklerini bizzat kendisi geliĢtirmiĢtir. Sektörde bağımsız bir film yapımcısı
olma konumuna odaklanan yönetmen böylece en karanlık düĢlerini gerçeğe
dönüĢtürebilmiĢti. Teknik kusursuzluk arayıĢı, entelektüel sembolizmi,
mükemmelciliği ve ince ayrıntılarıyla tanınan yönetmen; elde ettiği bu özgürlükle
dilediği filmleri dilediği Ģekilde çekebilmiĢtir.[dilediği derken, Amerika‟daki
marjinal sinema akımının dahilinde kabul edilip edilemeyeceği hususunu net
bilemiyoruz.]
Sinemaya yeni ve eĢsiz boyutlar getiren büyük ustanın bütün filmleri “her
tarafından vasatlık taĢan bir endüstride” ender görülen bir damgayı taĢımaktaydı.
“. O filmlerinin her Ģeyi ile ilgilenen ve en iyisi olması için gerekirse filmini iki
veya üç yılda çekmekten kaçınmayan bir mükemmeliyetçi olarak bilindi her
zaman. Her filminde özgün ve etkileyici olabilen bir sinema dehasının
özelliklerini taĢıyordu. Kendi üslubunu oluĢturmuĢ ve hiçbir kategoriye dâhil
edilemeyen bir üstattı. Bakın bu durumu kendi sözleriyle nasıl anlatıyor: "Ben
fikir üretiyorum -sinema yönetmeninin temel iĢi budur. Yönetmenin ikinci görevi,
filmin seyirciye nasıl bir zevk vereceğini belirlemektir. Konu aktörlere gelince ise,
ben hep en iyileriyle çalıĢmayı denesem bile burada bir orkestra Ģefinin
karĢılaĢtığı sıkıntıları çekmek kaçınılmazdır. Kendimin bu film yapma sürecinin
en çok hangi aĢamasını sevdiğimi soracak olursanız, o zaman da 'kurgu' diye
cevap veririm. Çünkü yaratıcı bir iĢ çıkarmanıza en yatkın zemin, kurgudur.
Önceden yazarak hazırlanmak, sonradan senaryoyu kaleme almak elbette çok
tatmin edici bir duygu, fakat yazarken bir film üzerinde doğrudan çalıĢmıĢ
olmazsınız. Filmin çekimi baĢladığındaysa, bir sanat eseri yaratmak için tasavvur
edebileceğiniz en ağır koĢullarla baĢ baĢa kaldığınızı bilirsiniz..."
Kubrick Ülkesi
11. XI
Kubrick genç yaĢında fotoğrafçılıktaki yeteneğiyle dikkat çekmiĢtir. Henüz 14
yaĢındayken bir fotoğrafını ünlü "Look" dergisine satmayı baĢarabilmiĢti. 17
yaĢında bu ünlü derginin foto muhabiri olarak çalıĢtığı sırada film yapımcısı
olmuĢtur. Aralıksız sinemaya giden biri olarak, Modern Sanat Müzesi‟nin bütün
film koleksiyonunu en az iki defa seyretmiĢ; derken Alex Singer adlı arkadaĢından
kısa belgesel çekimlerinde bir servet yattığını öğrenmiĢ. [Pragmatistte sayılabilir
bir ölçüde] Böylece, fotoğrafçılıktan kazandıklarıyla yaptığı birikimi
değerlendirmek için, orta sıklet boksör Walter Cartier‟le ilgili bir belgesel
çekmeye karar vermiĢ. Çektiği bu filme Day of the Fight adını koymuĢtur. (1951)
Bunu, iki kısa film daha izledi. 1953 yılında ailesi ve arkadaĢları tarafından
finanse edilen ilk uzun metrajlı filmi "Fear and Desire"ı çekti. Bu filmde düĢman
hatlarının arkasına düĢen bir grup askerin yaĢam mücadelesini anlattı. Bu
yapıtında, daha sonraki filmlerinin çoğunda iĢleyeceği, "düĢman bir dünyada
maddi ve manevi temelleri elinden alınan insanın kendisini anlayabilmek için
verdiği mücadele" konusu belirgin bir Ģekilde görülür. "Killer's Kiss"(1955) ve
klasik bir soygun filmi olan "The Killing"le (1956) Hollywood'un dikkatini
çekti.1957 yılında Kirk Douglas'ın baĢrolünde olduğu "Zafer Yolları(Paths Of
Glory)" filmiyle ilk baĢyapıtını ortaya çıkarmıĢ oldu. Sinema tarihinin en baĢarılı
savaĢ karĢıtı filmlerinden olan bu yapıt, Birinci Dünya SavaĢı sırasında, Fransız
ordusunda görevli üç erin, akılsızca bir saldırının bozguna dönüĢmesinden dolayı
günah keçisi ilan edilip, idam edilmesini konu alıyordu. Cephe gerisindeki
subayların terfi edebilmek için, binlerce askeri acımasızca ölüme göndermesini,
Kubrick ustaca gözler önüne serdi. Özellikle askerlik sistemini sert bir Ģekilde
sorgulayan film, Fransa‟da yasaklandı ve 1970'lere kadar gösterilemedi.( Sözünü
ettiğimiz film, Türkiye‟de de yasaklandı ve ülkeye sokulmadı.) Paths Of Glory‟yi
izlemek unutulmayacak bir deneyimdir. SavaĢın sonsuz periĢanlığı, insanları
umutsuzluğa sevk ediĢi ve faydasızlığı, filmin yalınlığı ve gücüyle ortaya çıkıyor;
savaĢın bütün bu olumsuz yanları, kuvvetli Alman birliklerine yapılan anlamsız
saldırıda korkaklıkla suçlanan üç masum Fransız askerin keyfi idamıyla tasvir
ediliyor. Kubrick, kimi diyalogların kusurlu olduğuna katılıyor, fakat bu kusurlu
diyaloglar konunun gücüne ve samimiyetine katkıda bulunuyor. Filmin finalinde
Fransızların esir aldığı ve çatıĢmaya geri gönderilmek üzere olan bir grup sarhoĢ
Fransız asker tarafından Ģarkı söylemeye zorlanan genç bir Alman kız karĢımıza
çıkıyor. Kız çok korkuyor, askerlerse gaddar. Kız Ģarkı söylemeye baĢlıyor,
yaĢanan anın insani yanı askerleri önce suskunlaĢtırıyor, sonra gözyaĢlarına
boğuyor. (Film‟deki bu kızla yönetmen daha sonra evlenmiĢtir.) Kubrick, 1960
yılına kadar yeni bir film üzerinde çalıĢmamıĢtır. O yıl, Kirk Douglas Kubrick‟ten,
prodüksiyonunu üstlendiği ve baĢrolünü oynadığı Spartacus filminin
yönetmenliğini devralmasını istedi. Kubrick, diğer bütün filmlerinin aksine,
Spartacus‟te senaryo ve filmin son hali üzerinde bütün kontrolü elinde
bulunduramadı. Spartacus‟un kurgusu yapılırken, Kubrick ve James B. Harris,
12. XII
Vladimir Nabakov‟un Lolita adlı romanının haklarını satın aldılar. Her türlü
toplumsal gruptan Lolita‟nın filminin çekilmemesi konusunda büyük baskı
geliyordu ve bir süre bu proje için hiç para bulamadılar. Fakat sonunda para
bulundu ve film Londra‟da çekildi. Kubrick filmin zayıf yanının erotizm eksikliği
olduğunu düĢünüyor, oysa bu kaçınılmazdı. Kubrick, “Romandaki önemli nokta,
ilk baĢta Humbert‟in sapıklığının esiri olduğunu düĢündürmesi,” diyor. Kitabın
sonuna gelene kadar, Lolita‟nın artık bir genç kız değil, evli ve hamile bir kadın
olduğu ana dek Humbert‟in Lolita‟ya âĢık olduğunu anlamıyorsunuz. Filmdeyse,
cinsel saplantısı gerektiği Ģekilde ortaya konmadığı için, baĢından intibaren
Humbert‟in Lolita‟ya âĢık olduğuna dair imalar var. Ġngiltere‟ye bu filmden sonra
yerleĢen yönetmen sonraki bütün filmlerini bu ülkede çevirdi. Bu ülkeye
gidene kadar usta ama klasik üslupta bir sinemacı sayılan Kubrick, bu ikinci
döneminde bir sinema dehası olarak kabul edilmesini sağlayan filmlerini
çekecektir. Bu dönemin ilk filmi ve baĢyapıtı "Dr.Strangelove"dır.(1964)Dünyayı,
atom bombası atarak yok etmekle tehdit eden çılgın bir eski Nazi bilim adamının
neden olduğu karmaĢayı anlatan film; soğuk savaĢ dönemini, silahlanma yarıĢını,
militarizmi, beceriksiz politikacıları keskin ve ürkütücü bir Ģekilde hicveder.
Kubrick, nükleer strateji analizlerini okurken, bu stratejiler o kadar iyi
hazırlanmıĢ görünüyor ki geçici bir güven hissine kapılıyorsunuz. Ama derinine
indiğinizde ve konuyla daha fazla ilgilendiğinizde, bütün bu düĢünceli satırların
birer paradoksa sebep olduğunu fark ediyorsunuz. Nükleer stratejiler ve onlara
yönelik konvansiyonel tavırların içinde barındırdığı bu daimi paradoks öğesini
Kubrick, Dr. Garipaşk‟ın temel öğesi haline getirmiĢtir. Bu ilk dönem filmleri
sayesinde o, film sanatı açısından, Kubrick ülkesi diye tanımlayabileceğimiz
sinematografik bir dünyanın kapıları aralanmıĢ oluyordu.
2001: Bir görsel deneyim olarak uzaya ve geleceğe bakıĢ
Kubrick‟in diğer bir filmi olan 2001‟le ilgili tartıĢmaların büyük bölümü,
filmde bol miktarda bulunan metafizik sembollerin anlamlarıyla ilgili-örneğin
parlak siyah anıtlar ve bu anıtların insan kaderine müdahale ettikleri her aĢamada
Dünya, Ay ve GüneĢ‟in yörüngesel kesiĢimleri, ayrıca hayatta kalan astronotu
çevreleyen ve o “yıldız çocuk” olarak yeniden doğup Dünya‟ya doğru
sürüklenirken zaman ve uzayın kaleydoskopu andıran bir girdap oluĢturduğu
nefes kesen final sahnesi… Hatta bir eleĢtirmen, filmin ana temasını
Nietzsche‟nin „insan pek insanca‟ temasıyla kıyaslayarak, ilk Nietzscheci film
olarak nitelemiĢtir. Kubrick, film müziklerini hazırlarken de bu tavrını korumuĢ,
Strauss'un üstün insan teorisinin mimarı Nietzsche'nin etkisiyle bestelediği "Also
Sprach Zarathustra / Böyle Buyurdu ZerdüĢt" parçasını filme dâhil ederek, alt
13. XIII
metni desteklemiĢti. Kendimize asıl sormamız gereken Ģudur: 2001‟in metafizik
mesajı neydi? Arthur C.Clarke'ın kitabından yola çıkarak birlikte hazırladıkları
senaryoyla çekilen film; Ġnsanlığın gelecekteki yaĢayıĢı, teknoloji karĢısındaki
konumu, evrenin sırlarına vakıf olup olamayacağı konularına özgün ve felsefi bir
bakıĢ açısı getiriyordu. 2001, görkemli bir anlatıma sahip olmakla birlikte
hayallerimizin sınırlarını hala zorlamaya devam ediyor. Burada değindiğimiz
filmler, bu ilginç yönetmenin sadece birkaç filminden ibaret. Bunlardan baĢka;
Otamatik Portakal (1971), Barry Lyndon (1975) ve bu filmlerden sonra korku
filmlerinin popüler olmasıyla Stephan King'in ünlü romanı “The Shining” (1980)'i
sinemaya uyarladı. 7 yıl uzun bir aradan sonra 1987 yılında “ Full Metal Jacket”
(1987) ile sinamaya dönüĢ yaptı. Full Metal Jacket, insanoğlunun ikiliğinin ve
hükümetlerin ikiyüzlülüğünün bir hikâyesi. Kubrick, her zaman yaptığı tüm
iĢlerde bir yaratıcılık kaygısı taĢıyordu. Yine aynı kaygı ve amatör ruhla son filmi
"Eyes Wide Shut" (1999)‟u çekmiĢti. Dahi yönetmenimiz, Gözleri Tamamen
Kopalı‟nın son baskısını Warner Bros‟a teslim ettikten dört gün sonra hayata
gözlerini yumdu. GerçekleĢtirme fırsatı bulamadığı "AI-(Yapay Zeka)" adlı
fütüristik film projesi baĢarısız bir Ģekilde Steven Spielberg tarafından filme
alınmıĢtır. Eğer Kubrick bu filmi tamamlasaydı daha baĢarılı bir kurguyla bizi
selamlardı sanırım.
Büyük Ģehir insanını büyüleyen aĢk
„Bir insanı ancak onu ümitsizce seven tanır.‟ Yazdığım ilk cümle dahi bu
konuda söylenecek sayfalar dolusu Ģey olduğunu anlamaya yeter sanırım. Eskiler,
sev de istersen bir putu sev diye söylermiĢ. Niçin böyle demiĢler? Belki sevginin
en sıradanında bile çok sırlı hakikatler olduğunu belirtmek istemiĢlerde onun için
böyle bir cümle kurma ihtiyacı duymuĢlardır. Bir insanı tanımaya yönelik
söylediğim ilk cümle durumu mükemmel biçimde özetliyor.
Acı çekmiĢ ruhların mutluluğa ve tamamlanmaya hakkı vardır. Eğer böyle bir
öngörüde bulunmasak hayatın değeri gözümüzde öyle küçülüyor ki bunu
anlatmak hiç mümkün değil. Son bakıĢta aĢk olgusu bahsettiğim sade ve temiz
duygulardan oluĢan ilk durumdan oldukça farklıdır. Walter Benjamin, bu konuda
çok güzel sayfalar kaleme almıĢtır. Nurdan Gürbilek ve Sabir Yücesoy‟un
derlemiĢ olduğu “Son bakıĢta aĢk” isimli bir kitabı vardır. Benjamin Seçkisi'nin
3. Basımı olarak tekrar bu kitap Metis Yayınları tarafından basıldı. Kitabı
piyasada tükendiği için uzun süredir bulamıyordum. 1993'te ilk yayımlanırken
Türkçe'de pek az çevirisi vardı Benjamin'in. Yapıtına giriĢ niteliğinde en önemli
ve tipik saydığımız metinleri biraraya getirilmiĢ, 20. yüzyılın en ilginç, en ilham
verici düĢünürünün tanıtılması amaçlanmıĢtı. Son Bakışta Aşk'ın bugünkü
okurları daha Ģanslı çünkü artık Pasajlar'la, Parıltılar‟la, sürdürebilirler Benjamin
okumayı. Edirne‟de “Yalnız Göz” köprüsünde durup suyun parıltılarını
seyrederken aĢkın bir son bakıĢını düĢünmüĢtüm.
14. XIV
Ġlk bakıĢta aĢk, klasikleĢmiĢ bir durum olarak birçok romanda iĢlenmiĢtir.
Dostoyevski‟nin „Beyaz Geceler‟ ini sanki bu bağlamda yazılmıĢ diye
hatırlıyorum. Beyaz Geceler, tuhaf bir üçlü karĢılaĢma anına konumlanmıĢtır.
Olay örgüsü yapılmak istenen tercih durumuyla pekiĢtirilmeye çalıĢılıyor.
Romanı okuduktan sonra Dostoyevski‟nin tüm psikolojik analiz yeteneğine
rağmen aĢk karĢısında çaresiz kaldığı hissi uyandı bende. Öyle veya böyle ilk
bakıĢta aĢk mitinin pek yabancısı değilizdir. Ġzlediğimiz çoğu Türk Filmi de
senaryo itibariyle aynı konudadır. Peki, aynı durum; „Son bakıĢta aĢk‟ teması için,
hayatın bizzat içinde nasıl gerçekleĢir, onu anlatmaya çalıĢacağım. „Son bakıĢta
aĢk‟ kavramı modern zamanlardaki çözük ve parçalanmıĢ kiĢilik üzerinden analiz
edilebilir. Sevim Kantarcıoğlu, “ T. S. Eliot‟un Ģiirlerinde insanın kendisini
gerçekleĢtirme teması” adlı kitabında “Prufrock‟un AĢk ġarkısı” isimli Ģiiri
çözümlerken aynı durumdan bahsediyor. Modern zaman insanının acıklı durumu,
onun kendine ve topluma yabancılaĢmasından ve Tanrı‟sından kopukluğundan
ileri gelmektedir. Eliot, çözük bir kültürün neticesi olan çağımız insanının
trajedisini onun kiĢiliğindeki çözülmenin ve parçalanmanın bir sonucu olarak
görmüĢtür. Bu yüzden modern zaman insanı dıĢ dünyada objektif karĢılığı
bulunan bir sistem oluĢturamamaktadır. Prufrock‟un temsil ettiği ruhi durumun
bir neticesi olarak gerçekleĢtirilememiĢ, niyette kalmıĢ bir aĢk söz konusudur.
Benjamin‟in „Son bakıĢta aĢk‟ teması tam da böyle bir duruma iĢaret ediyor. „Son
bakıĢta aĢk‟, geleceği ve ümidi olmayan aĢktır. Ġnsanın bilinci üzerindeki etkileri
„Ġlk bakıĢta aĢk‟ mitine göre çok daha tesirlidir. „Son bakıĢta aĢk‟, kapanmayan bir
yara gibi modern zaman insanında her daim var olagelmektedir.
Kalabalık bir caddede yürüyen insanları gözümüz önüne getirelim. Kalabalık
caddede „karınca sürülerinin iletiĢimi‟ gibi bir iletiĢimsizlik vardır. Belki
karıncalar bile bu durumda bizden daha fazla iletiĢim kurma ihtiyacı hissederler.
Benliğin tek bir unsuru içine hapsolmuĢ, uygar seçiciliği hastalığına tutulmuĢ,
Ģuursuz bir kitle adeta. Bu insanların küçük dünyasında tutarlı bir durumdan söz
edilemez. KurgulanmıĢ mekanik yalnızlık ve çaresizlik duygusu hâkimdir yapılan
her fiilde. Kantarcıoğlu‟na göre: “ Prufrock, dıĢ dünyanın kargaĢası ve değiĢken
akıĢı içinde kaybolmuĢ, hür iradeden yoksun bir eĢya gibidir.” Bu atmosfer onun
zekâ ve duygularını yutmuĢtur. Onun için dıĢ dünya, karmaĢık olan iç dünyasının
bir yansımasından ibarettir. Böyle bir ruh hali içindeyken tanımadığı bir yüze ki
yüzler ruhlara açılan pencereler gibidir, son bir istekle bakar. Ani bir sevgi
parıltısı görür bir anlık. AteĢ böceklerinin erkeğini tanıması için ıĢık yakmalarına
benzeyen bir durum gibi diyelim biz buna. Çok kısa süren bu durum geleceği ve
ümidi olmayan bir aĢktır. Aniden parlar ve kayan bir yıldız gibi kaybolur
karanlık gecede.
Benjamin‟e göre seven kiĢi sevilenin sadece kusurlarına, bir kadının sadece
garipliklerine ve zayıflıklarına bağlılık duymaz. Onun yüzündeki kırıĢıklıklar
yada benler, sade elbiselerle çarpık bir yürüyüĢü onu bütün güzelliklerden daha
15. XV
sürekli ve daha acımasızca bağlar. Peki niçin? Sevgiliye bakarken de öyle, kendi
dıĢımızda oluruz. „Son bakıĢta aĢk‟ metaforu bu durumu engelleyen bir iç dünya
egemenliğidir aĢk için. Benjamin bir fragmanında Ģöyle söylüyor: Sevene dair,
“Bu sefer eziyet veren bir gerilim ve hayranlık içinde. Duyum gözleri kamaĢmıĢ
biçimde, bir kuĢ sürüsü gibi, kadının yaydığı ıĢık içinde uçuĢup durur. Nasıl
kuĢlar ağacın gizleyen yaprakları arasında korunak ararsa, duyumlar da gölgeli
kırıĢıklara, hoĢ bir eda taĢımayan el-kol hareketlerine ve sevilen gövdenin göze
çarpmayan kusurlarına sığınır, sinip gizlendikleri o yerlerde güven bulurlar.”
ĠKĠ DÜNYA ARASINDA BĠR SEYYAH: ESSAD BEY
Weimar Almanya'sının kültürel atmosferinde doğuya özgü çiçekler açmıĢtı.
Essad Bey‟in düĢlediği gibi tutumsuzca olarak oldukça az ve nadir çiçeklerdi
bunlar. AĢırı derecede popüler kitaplar ve gizemli seyahat yapıtları Batıya Ġslami
bir dünyanın pencerelerini açıyordu. Siyasi kargaĢalarla sarsılan Çarlık Rusya'sı
ve onun egzotik kabileleri…
Müstear ismi „Kurban‟ olan yazar tarafından okuyucuları için, Hıristiyan bir
kız ile Müslüman prensin aĢklarının romantik hikâyesini anlatılıyordu. „Ali ve
Nino‟ Rus Devrimi arifesinde Kafkasya‟da geçen bir aĢk hikâyesidir aslında. Ġlk
basımı 1937 yılında Almanya‟da yapılmıĢ; yetmiĢlerde çeĢitli dillere çevrilmesiyle
yeniden gün ıĢığına çıkmıĢ, küçük bir klasik olmuĢ. Essad Bey, ikinci sınıf ucuz
romanlar yazmak yerine daha ciddi eserler kaleme alsaydı belki de bir Pierre Loti
16. XVI
olabilirdi. Ne var ki, yazarın kimliği hiçbir zaman açıklığa kavuĢmamıĢ. Herkes
Kurban Said‟in Kafkasya‟daki, petrol kenti Bakü‟de doğmuĢ bir yazarın takma adı
olduğu konusunda hemfikirdi. Almanya'nın en sevgili Müslüman'ı olarak
adlandırılan Essad Bey (Lev Nussimbaum)gerçekte bir Musevi‟ydi. Ġstanbul‟daki
sahaflara Ģöyle bir göz attığımızda „Ali ve Nino‟ kitabının 1970‟lerdeki Hürriyet
Kitabevinden çıkan ilk Türkçe baskısına rastlayabiliyoruz. Bu kitaptan önce ise
Essad Bey‟in “Hz. Muhammed” isimli tuhaf risalesinin Hüseyin Avni tarafından
yapılan tercümesi 1959 yılında Ġnsal Kitabevince yayınlanmıĢtı. Yani bu dönemde
aĢağı yukarı bizde de benzer bir ilgi görebilmiĢti Essad Bey.
ĠletiĢim yayınları, bugünlerde Amerika‟da da popüler olan ve Kurban Said‟in
gerçek hayat hikâyesinin serüvenini konu alan “Oryantalist” isimli eseri
yayımladı. Kitabın yazarı Tom Reiss, Essad Bey‟den namı diğer Lev
Nussimbaum‟dan bahsederken „ Babası zengin bir petrolcü, annesi ise komünist
sempatizanı ve eylemcisi olan Lev, aldığı iyi eğitimden çok serüven romanlarıyla
ruhunu besleyen yalnız ve hayalperest bir çocuktu. Ekim Devrimi, kendisinin ve
ailesinin hayatını altüst etti. Ömrü boyunca komünistlerden nefret edecek olan
genç Yahudi, çok sevdiği ancak giderek tekinsiz ve yaĢanmaz bir yer haline gelen
Bakü‟yü ve Kafkasya‟yı babasıyla birlikte terk etmek zorunda kaldı. Bu zorunlu
göç onun bütün hayatını değiĢtirecekti. Kendisini inançlı ve samimi bir
Müslüman, Kafkasyalı, Türk veya Doğulu olarak tanıttığı yeni bir döneme
girmiĢti. Dillerini bildiği Batılılara karĢı herhangi bir yakınlık duymuyordu. Terk
etmek zorunda kaldığı topraklar onun için dürüstlük, sahicilik ve cesaret demekti.
Ġstanbul‟u veya ıssız çölleri, Bakü‟deki saray gibi binaları düĢünerek saatler
geçirebilirdi. Kurban Said mahlasıyla egzotik ve romantik Doğu‟yu anlatan aĢk ve
serüven romanları yazmaya baĢladı…‟ demektedir. Gerçekte, Essad Bey, Tom
Reiss‟in kitaba koyduğu “Tuhaf ve Tehlike Dolu Bir Hayatın Aydınlanan Sırrı”
alt baĢlığından da anlaĢılabileceği gibi, düĢsel bir oluĢumdur.
Kitabın editörünün dediği gibi Oryantalist yazarının kullandığı kinik dil
okurun dikkatini hemen çekecektir. Yazar olgulardan çok bizzat yaĢadığı olayları
öne çıkarmaktadır. Bir Oryantalistin hayatını okura aktarırken oryantalist bir
edayla yazmaktadır. Tipik bir oryantalist bakıĢ tarzı olarak konumlanan “aslolan
gerçek değil anlatıdır” biçimindeki yaklaĢım metnin tamamında özenle
sergileniyor. Tabi bu durum bazı Arap edebiyat eleĢtirmenlerinin de dikkatini
çekmiĢtir. Al Ahram‟ın kitap ekinde yazılar yazan Faiza Hassan‟ın sentimental
semitist olarak tanımladığı Tom Reiss‟ı değerlendirirken; „ArĢivlerin tozlu
raflarında belgeler ve hatıralarla boğuĢarak zorlu sınavını Ģansı yardımıyla
halletmeye çalıĢan Reiss, Essad Bey‟in gerçek hikâyesine olan ilgisini takıntı
haline getirmiĢtir. Yazarın yorumu gerçeği ve akılcılığı umursamayan ama ısrarla
gerçeği ifĢa ettiğini iddia eden siyasal romantizmini hatırlattığı çok açık. Yazar
oryantal köklerini bulmak için onu diriltmeye umutlu gözüküyor. Bu anlamda,
17. XVII
Lev gerçek bir Ģey, çünkü yaĢadığı hayat kendi mirası üzerinde Ģekilleniyor.
Yalnızca çizim olan Ġngilizce ürün farklı.‟
Lev, bir anlamda, 19. Ve 20. Yüzyıllarda çok görülen ama Ģimdilerde
unutulmuĢ bir tipin aĢırı bir örneği, yani Yahudi oryantalistti. Bu olguya ilk kez
Viktorya dönemi Ġngiltere‟sinde, Palgrave ve Disraeli gibi asimile olmuĢ son
derece etkili ailelerin genç erkeklerinin “Doğulu kökenlerini” aramak için
çıktıkları çöl yolculuklarıyla tanık oluyoruz. Bunlar kadim Ģarkı egzotik Öteki‟yi
keĢfedecekleri bir yer olarak değil, tersine kendi kökenlerini bulacakları yer
olarak görmüĢlerdir. Ne yazık bizim kahramanımız Oryantalist Essad Bey, Irvin
Cemil Schick‟ın Ģarkiyatçı söylemlerde çözümlemelerini yaptığı bir çizgide
hayatını sürdürmeyi seçmiĢtir. Tom Reiss‟in fantazyasındaki doğuya yolculukta ;
„Kurban‟ Said‟in izinde çokça minareler ve bazen de ipek çoraplar görüyoruz.
ÖZGÜRLÜK VE ZORUNLULUK ARASINDA
GERĠLĠM ĠMGELERĠ
Fotoğraf Sanatçısı Bülent ġangar‟ın 1990‟lı yıllarda Türkiye ortamı içindeki
yerini, öncelikle o dönemin tartıĢmaları içinde ele almak doğru ve anlamlı
gözükmektedir. Ve ne yazık ki bizde çağdaĢ fotoğraf sanatı üstüne hazırlanmıĢ
incelemeler oldukça azdır. Dünyada sanat yapıtlarının değerini ortaya çıkaran bu
nitelikteki eserler sanat dünyası ile sanatçıya bir hayli katkılar sağlamaktadır.
Bülent ġangar, ilk dönemlerinde resim ve serigrafi ile uğraĢırken bugün fotoğrafa
yönelmeye karar vermiĢtir, ama Aydan Murtazaoğlu ile birlikte bunu hala
tartıĢmaktadır. Resim ve temsili gelenekten çıkmak nasıl mümkün olacaktır? Veya
baĢka türlü temsil yolları nasıl olacaktır? Ġkincil bir malzeme olarak bakılan
fotoğraf aslında 1970‟lerden itibaren Batı sanat dünyasına girmiĢ ve artık
yerleĢmeye baĢlamıĢtır, ancak bir Ara Güler dıĢında Ġstanbul sanat dünyasının
bunu kabul etmesi bir hayli uzun yıllar alacaktır. ġangar, „avangart söylemden,
sanatta deneysellikten, kavramsal sanattan, sanatın sanat olmayanı da içeriyor
olmasından etkilenmiĢ; sanat yapıtının tek bir ifade dilinden oluĢmayacağını,
disiplinlerarasılığın önemini‟ daha o yıllarda fark etmiĢtir. Ali Akay‟ın da
belirttiği gibi; “Teorik olarak Walter Benjamin‟in yeniden üretim tekniği çağında
sanat eserinin aura‟sının kaybolması ve Yeni Melek (Angelus Novus)”
alegorisinden oldukça etkilenir. Metaforik sanat analizinde bir yandan nostaljiyle
tarihe bakarken diğer yandan yeni bir sanat uğraĢına ve yeni teorik okumalara
kendisini teslim etmeye baĢlar.
Yapı Kredi Yayınları tarafından Vehbi Koç Vakfı‟nın desteğiyle yayımlanan
„Türkiye‟de Güncel Sanat‟ baĢlıklı monografi dizisine yeni bir kitap daha
hazırlanıp yayımlandı. Serinin bundan önceki Aydan Murtezaoğlu‟nun sanatını
anlatan „Yakınlıklar Kaybolup Mesafeler Kapanırken‟ kitabından sonra Ali
Akay‟ın „Gerilim Ġmgeleri‟ ise Bülent ġangar‟ı ve sanatını ele alıyor. Felsefi
18. XVIII
Soruşturmalar‟da Wittgenstein ilginç bir soru atar ortaya: sese ya da yazıya
dökmeden sadece zihinde hesap yapmak mümkün müdür? Bunu yapan kabileler
olabilir, ama bu bir sınır durumudur. Diğer taraftan, yazma zorunluluğunu
dıĢlamayan bir durumdur bu, zira Wittgenstein gene de “imgelemde”, yani seste
ve kâğıtta değilse bile en azından belleğin levhasında hesap yapmaktan bahseder.
Gösterge ve yazı özelliklede fotoğraf üzerine çağdaĢ düĢünceler, bu geleneğin,
daha kesin ifadelerle bu sorunun mirasçısıdırlar. Kitabın giriĢ yazısında René
Block, ġangar‟ın asıl önem verdiği Ģeyin „Türk toplumu içerisindeki çeliĢkileri
görünür kılmak‟ olduğunu söylüyor. Tabi bu çeliĢkilerin görünür kılınması için
bazen sanatçı fazlasıyla kurguya yaslanabiliyor. Türkiye’de Din ve Siyaset adlı
kitabında sosyolog ġerif Mardin „mahalle etosu‟dan ve „mahalle baskısı‟ndan
bahsetmektedir. ġangar‟ın çalıĢmalarında genellikle bu bağlamda bir imgelemin
mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Mahalle etosu ile mahalle baskısı kavramları ise
birbirinden oldukça farklıdır. Bu noktada mahalle baskısı zorunluluklar ile
iliĢkiliyken mahalle etosu özgürlüklerle ilgili bir durumdur. Bülent ġangar‟ın
fotoğraf, serigrafi ve videolardan oluĢan eserlerinde genellikle gazetelerin üçüncü
sayfalarına yansıyan olaylara rastlıyoruz. ġangar‟ın sanatı bize gerilim
imgelerinin temsilinden çok onların kurgusal temsilleri hakkında bir Ģeyler
söylüyor.
Serigrafik Ve Fotografik ÇalıĢmalara Doğru
Severek bir çırpıda okuduğum bu kitaba ayrıca ek olarak Erden Kosava‟nın
Bülent ġangar ile yaptığı söyleĢi de dâhil edilmiĢ. Bu söyleĢide sanatçının,
fotoğrafa geçiĢ süreci ve bu geçiĢ sürecinde onu besleyen disiplinler, fotoğraftaki
kiĢisel dilini geliĢtirmesi, çalıĢmalarını besleyen sosyal ortam, fotografik imge ve
kendini kullanma, inandırıcılık, sunum tekniği gibi konulara açıklık getiriliyor.
ġangar‟ın iĢleri kitapta tematik olarak açıklanıyor. Bu temalar sırasıyla Kurban,
Devlet ve Sivil Toplum, Kamusal ve Özel, Individuation: Çokluk Olarak Sanatçı,
İkizlik, Risk ve Suç alt baĢlıkları altında sırasıyla inceleniyor. Tabi bu çalıĢmaların
hepsinin fotoğrafları da kitapta mevcut. Kitapta ilk çözümlenen tema ġangar‟ın
„Ġsimsiz”(Kurban) tuval üzerine serigrafik çalıĢmasıdır. Diğer temalar pek pürüzlü
olmamakla birlikte fena sayılmazlar. Ali Akay bu fotoğrafı anlatırken; “Taksim‟de
meydanda bir genç delikanlı (Bülent ġangar‟ın Kendisi) yere yatırılmıĢ, gözleri
bantlanmıĢ, kolları bağlı, belli ki can çekiĢmekte. Kafasında dindarlığı gösteren
baĢlığı ve elinde kör bir bıçak olan, kendisinden yaĢlı biri tarafından kurban
edilmeye hazırlanmakta.” diyor. (s.32) Okunduğunda ilk anda anlaĢılacağı gibi bu
ifadeler insana antropolojik imgelemin kliĢelerini çağrıĢtırıyor. Kafasında
dindarlığını gösteren baĢlığı dediği Ģey Müslümanların „takke‟sidir, ayrıca bıçağın
kör olduğuna ve yatan insanın can çekiĢtiğine dair fotoğrafta herhangi bir
gösterge yoktur. Ali Akay‟ın yaĢadığı topluma bir sosyolog olarak aline olması
doğrusu beni biraz ĢaĢırttı. Kurban motifi Aztekler den beri insanlık tarihinde
19. XIX
vardır. Eski Aztek sanatçıları da bunu bir imgelem olarak kullanmıĢlardır.
Eylemin kendisinden ziyade bence toplumdaki etkisine odaklanmalıyız.
Özgürlük ve zorunluluk arasında gerilim imgelerini kuran sanatçı zihinde yaptığı
hesaplar kadar yaĢadığı toplumun gelenekleriyle de bir Ģekilde eklemlenerek
yeniden üretme döngüsünü kurabileceğini düĢünüyorum.
Beyaz Gülün Siyah Gölgesi
Heidegger bir gölgeler insanıydı, dıĢavurumcuydu ve romantikti. Yazıma
seçtiğim ironik baĢlık yıllar önce hakkında çokça spekülasyon yapılan “Heidegger
ve Nazizm” iliĢkisini irdeleyen metin için yazdığım derkenara aittir. Altını
çizdiğim satırlardan bazısı ise Ģöyle; “Batı düĢüncesinde „metafiziksel‟ adını
verdiği bir damara son vererek 'Varlığın' sesinin duyulmasına çalıĢan ünlü bir
filozofun; Almanya'da tarihsel olarak belirli bir dönemde sınırlı bir hareket yanı
Nazizm ile arasındaki iliĢki, niye bu kadar büyük bir ilgi görüyor? „Heidegger ve
Nazizm‟ baĢlığı niye özellikle Amerika ve Avrupa akademik çevreleri ve
entelektüel kesimleri arasında halen ağırlıklı bir konu olmayı sürdürüyor?” Bu
eski kitap bu sorulara bir nebze olsun cevaplar veriyordu. Aradan bir hayli zaman
geçtikten sonra yine aynı kıĢkırtıcı entelektüel konu karĢıma çıktı. Yıllar önce bu
meseleyi halledebilmiĢ miydim pek hatırlamıyorum. Doğan Yayınları, Arjantinli
Felsefeci José Pablo Feinmann‟ın “Heidegger‟in Gölgesi” isimli kitabını yeni
yayınladı. Kitaba değinen bazı köĢe yazarları oldu fakat onlarda kitabın bir roman
olduğunu unutarak bu dev filozofu birazda Jurgen Habermas‟a öykünerek
anlamaya çalıĢtılar. Heidegger, Nazi polemiğine malzeme yapılabilecek bir
düĢünür değildir.
Kitabın yazarı José Pablo Feinmann, 1943 yılında Buenos Aires‟te doğmuĢ ve
Buenos Aires Üniversitesi Felsefe Bölümü‟nü bitirmiĢtir, yayımladığı yirminin
üzerindeki kitap çok sayıda yabancı dile çevrilmiĢtir. Kurbanın Son Günleri, Los
crìmenes de Van Gogh, Sabor a Freud eserlerinden bazıları. Ülkesi Arjantin‟in en
önemli felsefeci ve romancılarından biri olan Feinmann halen mezun olduğu
üniversitede felsefe dersleri veriyor. Feinmann için kurgu, felsefi konulara
yaklaĢırken daha iyi bir yöntemdir. Bu romanda ana karakter olan Dieter Müller,
stilistik yönden bazı pasajlarda bir iç söylem ifadesiyle konuĢturuluyor. Müller,
Alman bir profesör olmakla birlikte, her zaman Heidegger‟in fikri üstünlüğünü
kabul etmekte ve kendisini onun öğrencisi saymaktadır. Bireysel bir trajik
kaderin yer aldığı bu romanda 20. yüzyılın en etkili filozoflarından biri olan
Heidegger suskunluğu bozularak konuĢturulmaya çalıĢılmıĢtır. Bu sayfalarda
tarafsız ve bir o kadar sade düĢüncelerde vardır. Sayfalar boyunca varlık adeta
zamanın içinde nefes almaktadır. Kitap iki bölümden oluĢuyor ve ilk kısım
Profesör Dieter Müller‟in oğluna yazdığı bir mektupla baĢlıyor. Ġkinci bölümde
ise profesörün oğlu olan Martin Müller‟in hikâyesi anlatılıyor.
20. XX
Wittgenstein‟dan söz edilirken insanın aklına nasıl onun maĢası ve yaptığı o
ünlü tartıĢma geliyorsa Heidegger‟den söz edildiğinde de kaçınılmaz olarak
Freiburg Üniversitesindeki Rektörlük konuĢması ve Naziliği hakkındaki
söylenceler geliverir. Kitapta bu konuda birçok ima vardır. Müller‟in ağzından;
“Rektörlük KonuĢması‟nı bitirirken söylediklerini söyleyen çıkmamıĢtı. Onun
gibi „Bütün büyük Ģeyler, fırtınada durur‟ diyen olmamıĢtı.”sözlerini dinliyoruz.
Bir insanın hatalı politik tercihler yapabilir fakat bu onu bir zanlı haline getirmez.
Heidegger‟de bunu anlamıĢ olacak ki daha Nazi katliamı baĢlamadan rektörlük
görevinden istifa etmiĢtir. Bizde de Tanpınar bir askeri darbeyi desteklemiĢ ve
daha kötüsü yargılananlar için idam kararını dahi hafif bulmuĢtur. Fakat hiç
kimse yazılarından dolayı onu bir zanlı ilan edip yargılamamıĢtır. Kitaptaki bu
konuda tarafsız olan birkaç cümleyi de burada alıntılamak istiyorum.“ Heidegger
aĢağılandı. Nazilikten arındırma iĢlemine maruz kaldı. Üniversitedeki derslerini
sürdürmesini engellediler. Fransa‟da herkes Varlık ve Hiçlik‟i okuyor ya da
okumaya çalıĢıyor. Bu Heidegger‟den esinlenmiĢ bir kitap. Sartre tarafından
ustaca yazılmıĢ, yeniden yaratılmıĢ. Bu kitap –birçoklarına göre- Fransız
Direnişi‟nin ruhunu ifade ediyor. Sartre nasıl bir mucize yaratmıĢ? Bir Nazi‟nin
yazdığı kitaptan yola çıkarak Fransız DireniĢi‟nin ruhunu nasıl ifade
edebilmiĢ?”Bazıları onun nasyonal sosyalist düĢüncelerini ünlü kitabı “Varlık ve
Zamanda” da görmeye çalıĢmıĢtır. Varlık ve Zaman bir ontoloji çalıĢmasıdır. Bizi
Varlık sorusuna açmak için yazılmıĢ bir kitaptır, savaĢla ilgisi yoktur. Müller,
filozofun rektörlük konuĢmasını dinliyor ve ertesi gün; “daha önce bende hiç
olmayan bir kararlılığın itkisiyle, Nasyonal Sosyalist Alman ĠĢçi Partisi‟ne üye
oldum. Kısacası, oğlum: Nazi oldum.” diyordu. Bana göre bu fazlasıyla zorlama
bir yorum. Kabul etmek gerekir ki o yıllarda Almanya ölüme âĢık olmuĢtu. Der
Tod ist ein Meister aus Deutschland. (Ölüm Almanyalı bir üstattır.) Fakat filozofun
düĢüncelerinin bu canilerle aynı olduğunu söylemek en basit manada onun
felsefesini hiç bilmiyoruz demektir. “Eski hikâyedir: büyük entelektüeller,
fikirleriyle yönlendirmek için büyük politik liderlere yanaĢırlar; oysa büyük
politik liderler, yönlendirilmedikleri için büyüktürler. Tam tersine,
yönlendirilmeye kalkıĢanlardan nefret ederler. Bu nedenle pek çok entelektüelin-
bilirsiniz bu sevilmeyen bir kelimedir- ve filozofun kaderi acı doludur. Bay
Heidegger, en azından, canını kurtardı.” Herman Mellvile‟nin ünlü romanın
sonunda Kaptan Ahab, Moby Dick‟le karĢılaĢır. Besbelli elindeki zıpkınla onu
mıhlama arzusu hayatını besliyorsa da büyük okyanusun derin sularında
kaybolmaya mahkûm olur. Heidegger‟e sorular sorarak onu sorgulayanların
durumu bana her zaman niyeyse Kaptan Ahab‟ın bu halini hatırlatmıĢtır.
Carventes der ki: “Gerçeklik simetri sever.” Masamın üzerinde duran beyaz
güllere bakarken onların simetrik bir Ģekilde yüzeye yansıyan siyah gölgelerini
fark ettim. Burada Heidegger‟den tek satır okumamıĢ insanlara Ģunu da
hatırlatmak isterim; o günkü bakanlık iki dekanı sırf Yahudi olduğu için
görevden aldığı için rektörlük görevinden istifa etmiĢtir. O günlerdeki Yahudi
21. XXI
aleyhtarı bir afiĢin üniversite içinde asılmasını engellemiĢ ve kitap yakma
Ģenliğini de yasaklamıĢtır. Oruç Aruoba‟nın bir sözüyle yazımı bitirmek
istiyorum. “Ġnsan düĢüne düĢüne faĢist olmaz.”
Sözcük Oyunları
Nasıl bir hayat serüveni geçirmiĢtir ki bir insan "yaĢam kullanma kılavuzu"
(Ġmge Kitabevi–2009)gibi bir kitap yazabilsin? Uzun yıllar boyunca bu sorunun
zihnimi meĢgul ettiğini hatırlıyorum. Perec‟in anlatısı gerçektende bir kılavuz
gerektirecek Ģekilde düzenlenmiĢ gibidir.(Bu konuda Enis Batur; BaĢkalaĢımlar
XV‟te : Perec Kullanım Kılavuzu diye yazdığı kitapta bize bir takım çağrıĢımların
ipuçlarını verebiliyordu.) Perec, çok yönlü ve karmaĢık bir sanatçıdır. Onun ilk
çalıĢmaları küçük denemeler Ģeklinde Lettres nouvelles, N.R.F., Partisans, Cause
commune gibi dergilerde çıkmıĢtı. 1965‟de çıkardığı Les Choses (ġeyler–1965) adlı
yapıtıyla da sanatçı Renaudot ödülünü almıĢtır. O sinema alanında da etkinlik
gösterdi ve bazı filmlerin çekimine katıldı. Yeteneklerini ve kültürünü sergilediği
baĢyapıtı La Vie mode d’emploi kendisine 1978 Médicis ödülünü kazandırdı.
YaĢam Kullanma Kılavuzu, 1978 Médicis Ödülü jürisini tam anlamıyla hayran
22. XXII
bırakan bir titizlik ve büyüleyici bir virtüözlükle kurulan ve düzenlenen
yaĢanmıĢ ve düĢlenmiĢ anıların, yan yana gelen, zincirlenen, iç içe geçen
yaĢamların olağanüstü romanıdır. Aynı düzeyde daha birçok çalıĢması olmuĢtur
bu sevimli yazarın; Les Revenants (Hayaletler 1972), La Disparition (YokoluĢ
1973), La Boutique (Karanlık Butik 1973), W (1975) ilk aklıma gelenler. Perec, bir
yazar için çok genç denecek bir yaĢta hayata veda etmiĢtir. Buna rağmen birçok
nadide yapıt bırakabilmiĢtir geriye.
Yakın bir geçmiĢte kaybettiğimiz sevgili Ulus Baker ile tanıĢmak istiyordum.
Onunla tanıĢma fırsatı elde edemedim fakat askerdeyken onun bir arkadaĢıyla
görüĢmüĢtüm. ġimdi ismini hatırlayamadığım bu arkadaĢın elinde ilk defa
Perec‟in “KayboluĢ” isimli romanını gördüm. Fırsat bulduğum anlarda parçalar
halinde bu romanı okuyabilmiĢtim. Ulus Baker ile aramda ve de Perec arasında
bazı benzerlikler oluĢmuĢtu zihnimde. Ama Ģu an ayrıntılı olarak
hatırlayamıyorum. “Perec‟in tüm yaĢamı Paris‟te geçmiĢ. II. Dünya SavaĢı'nda
henüz 3 yaĢındayken babasını kaybetmiĢ. Annesi 1942'de Paris‟te ortadan
kaybolmuĢ. Sonradan Auschwitz kampında öldüğü öğrenilmiĢ galiba. Akrabaları
tarafından büyütülen bir çocuktur o…La Disparition (KayboluĢ) adlı romanını hiç
E harfi kullanmadan yazmıĢ.” Ġsmini tam çıkaramadığım arkadaĢım bunları
söylemiĢti onun hakkında. Aradan yıllar geçtikten sonra geçenlerde bu sevimli ve
bir o kadar tuhaf bulduğum yazarın yeni bir kitabıyla karĢılaĢtım. Ve bayağı
sevindim. Ġmge Yayınları, onun basılan ikinci kitabı olan “L‟art et la manière
d‟aborder son chef de service pour lui demander une augmentation” (Ücret ArtıĢı
Talebinde Bulunmak Ġçin Servis ġefine YanaĢma Sanatı ve Biçimi!, 1968;)isimli
çalıĢmasını son derece özenli bir Ģekilde çevirerek yayımladı. ĠĢin ilginç yanı;
Perec, bu garip konuyu nasıl olup ta bir edebiyat nesnesi haline
dönüĢtürebilmiĢti? Sıradan bir konuyu ya da nesneyi ele alıp bir sanat eseri ortaya
koymak gerçekten zordur. Cansever‟in „Masa da masaymıĢ ha‟ Ģiiri aklıma geliyor
bu minvalde. Perec, ilginç bir Ģekilde bu iĢin de üstesinden gelebilmiĢtir.
Bu kitapta da Perec tarafından bize deneysel bir sürpriz hazırlanmıĢ. Metinde,
yoğunlaĢtırma kaygılarıyla hiçbir yazım iĢareti kullanılmamıĢtır. Bu ise sanki
gramerin baskıcı yapısına anarĢist bir tepkiyi ifade etmektedir. Ġlk baĢta biraz
ĢaĢırtsa da metne hemen alıĢıyor ve ritmine uyuyorsunuz. Kaygısız bir okuma
içinde ilerleme kaydettikçe merakınız artıyor. KarmaĢıklıkla hiçbir ilgisi olmayan
bir anlatı. Büyük bir üslup becerisi gerektiren ve mizah özellikleri de içeren bu
anlatı gerçekten eğlendirici... Çünkü Perec; yoğun okuma alıĢtırmaları yapmak
isteyenler için bulunmaz bir örnek... Burada kitaba dair okuyucuya bir fikir
vermesi açısından ilk kısmından bir alıntı yapmak istiyorum. “Ġyice düĢünüp
taĢındıktan ve cesaretinizi iyice topladıktan sonra ücret artıĢı istemek amacıyla
servis Ģefinizle görüĢmeye karar veriyorsunuz iĢi basite indirgemek gerekir adı
mösyö xavier ya da mösyö ya da daha ziyade mr x dolayısıyla mr x‟i görme
konusunda iki Ģık var ya mr x odasındadır ya da yoktur mr x odasında olsaydı
23. XXIII
muhtemelen problem olmayacaktı ama mr x kesinlikle odasında değil dolayısıyla
yapabileceğiniz tek Ģey koridorda dönüĢünü ya da geliĢini beklemek ama diyelim
ki gelmiyor ve bu durumda tek bir çözüm yolu kalıyor kendi odanıza dönmek ve
öğle sonrasını ya da ertesi günü bekleyip yeniden giriĢimde bulunmak ama her
gün gecikmesi olağan bir Ģey ve bu durumda sizin için en doğrusu koridorda
dolaĢıp” (s.7) Birçok okuyucunun mesleki yaĢamlarında, iĢ yaĢamlarında
yaĢadıkları ya da yaĢayacakları bir durumu sözcüklerle bir Ģemaya dönüĢtürmek...
Ücretinin arttırılması talebiyle amiriyle görüĢmek... Her Ģey kitabın baĢlığında
söylenmiĢtir. Yazar bu giriĢim bağlamında olası bütün durumları anlatmayı
üstleniyor. Ne var ki Perec'tir söz konusu olan. Dolayısıyla sözcük oyunları, farklı
durumlar, saçmalıklar... Bütün bunlara bir balık kılçığını, belki çürümüĢ
yumurtaları, bir kızamık salgınını ve baĢka bazı sürprizleri ekleyin. Kitabın
tanıtım yazısında da belirtildiği gibi; „Ġlk bakıĢta yazarın sürekli bir yineleme
içinde olduğu, sürekli aynı Ģeyi gündeme getirdiği sanılabilir ancak gerçek hiç de
öyle değildir ve Perec, anlatısının her evresinde değiĢkeler, sözcük oyunları
getirir, Ģema her seferinde yeni bir veri ya da öneriyle geniĢler.‟
BAġLANGIÇLAR ÜZERĠNE BĠR TEFEKKÜR
Her yazar yazacağı Ģey açısından baĢlangıç tercihinin kritik olduğunu bilir:
“Yalnızca sonrasında yazacaklarını belirlediği için değil, aynı zamanda bir eserin
baĢlangıcı, kestirmeden söyleyecek olursak, sunduğu Ģeye ana giriĢ olduğu için de
kritiktir.”(s.21) Dahası aynı durum Ģu an ben bu metni yazarken de fazlasıyla
geçerlidir. Edward W. Said gibi bir entelektüel için, onun Türkçeye çevrilen en
son kitabı olan BaĢlangıçlar‟a nasıl bir baĢlangıç yapabileceğim hususunda bir
hayli düĢünmüĢtüm. Sonra onun yazmıĢ olduğu bir kitap tanıtım yazısı aklıma
geldi. Said, Erich Auerbach‟ın; „Mimesis: Batı Yazınında Gerçeğin Temsili‟
kitabını “Maddi Dünyanın EleĢtirisi” isimli yazısında tanıtıyordu. Pratikte Ģu an
benimle aynı iĢi yapıyordu. Niye söylemeyeyim, belki de aynı sıkıntılı ruh halini
taĢıyordu. EleĢtiri yazarları için, “özellikle de eğer yazdıkları yazıların bir
dönemden fazla okunmasını istiyorlarsa, bu kitapların etkisi son derece az ve
itibarlarının süresi Ģevk kırıcı bir Ģekilde kısa olacaktır.” (Ayraç, 2009) Hele bu
yazılar daha kısa bir Ģekilde dergi vb. yerlerde çıkıyorsa. Bu yüzdendir ki eleĢtiri
yazıları genelde kısıtlı bir çevre tarafından beğenilir ve gerçekten entelektüel bir
keĢfin etkisiyle iliĢkilendirilir.
BaĢlıktan da anlaĢılabileceği gibi, Said‟in kitabı, niyet ve yöntem açısından
baĢlangıçlar üzerine geliĢtirilmiĢ bir dizi tefekkür çabasının neticesinde ortaya
çıkmıĢtır. BaĢlangıçlar, bazı akademisyenlerin tabiriyle söylersek “tekinsiz
eleĢtiri” adını verebileceğimiz türe ait, yani esasen tarihsel ya da filolojik
araĢtırmacılığın geleneklerine, sağduyuya dayalı uzlaĢımlara ve hatta ne
saklamalı, takvalarına dayalı olmayan eleĢtiri kitaplarından biridir. Auerbach‟ın
Ġstanbul‟da yazdığı Mimesis gibi BaĢlangıçlar‟ın da uzun yıllar boyu bir eleĢtiri
24. XXIV
baĢyapıtı olarak kalacağı kanaatindeyim. Gerçekten büyüleyici bir kitap.
“Tekinsiz EleĢtiri” konusunda kitabın Morningside baskısına yazdığı önsözde
Said, “Fakat BaĢlangıçlar‟da yapmaya çalıĢtığım Ģeyi nitelendirmek için bu yeterli
değildir, ya da en azından tekinsiz eleĢtiri ile beyhude ya da iktidarsız bir
akıldıĢılık-varlığı „uçurum‟ ya da „aporia/çıkmaz‟ gibi sözcüklerle ifade edilmeye
baĢlanmıĢ bir akıldıĢılık- arasında kurulan özdeĢleĢtirme konusunda.” diyordu.
Zira bir inceleme konusu olarak baĢlangıçları ayrı bir değerlendirmeye tabi tutan
Said‟in tüm amacı akli ve iĢe yarar bir baĢlangıç belirlemekti ve esasen mantıksal
baĢarısızlıklarla ve bunun uzantısı olarak, tarihdıĢı absürtlüklerle ilgilenmek
Ģöyle dursun, Ģeyleri baĢlangıçtan itibaren, tarih içinde tahrif etmeye giriĢen
tarihsel geribakıĢın gerektirdiği muazzam çabayı tasvir etmeye çalıĢıyordu. Bu
minvalde Said kitabına yaĢlanmayan zekânın bir abidesi olarak değerlendirdiği
Vico‟dan bir alıntıyla baĢlıyordu: “Öğretiler baĢlangıçlarını, inceledikleri
meselelerin baĢlangıcından almalıdır.”(Yeni Bilim)
BAġLANGIÇ FĠKĠRLERĠ
Said‟in bu muazzam eseri önsöz dıĢında altı bölüme ayrılmıĢtır. Kitabın ilk
kısmında baĢlangıç fikirleri konusu anlatılıyor. Sonra sırasıyla; BaĢlangıç Niyeti
Olarak Roman, Bir Metinle BaĢlamak, Abecedarium Culture (Bizim ifademizle
Kültürün ABC‟si) Madumiyet, Yazı, Bildirim, Söylem, Arkeoloji, Yapısalcılık
konuları anlatılıyor. Sonuç kısmında ise Bundo Vico‟nun kendi eserlerinden yola
çıkarak bir takım değerlendirmeler yapılıyor. Kitabın sonuç bölümünden sonra
ise okuyucuya faydalı olabilecek kısa notlar açıklamalar halinde
verilmiĢ.(Kitapların bu kısımları çoğu nitelikli okuyucu için eminim ki en keyif
alınan yerleridir.) Said, çokça düĢündükten sonra kitabına Ģu cümlelerle
baĢlamıĢtır:“Nedir baĢlangıç? BaĢlamak için ne yapmak gerekir? Bir faaliyet ya da
bir an ya da bir mekân olarak baĢlangıcı özel kılan nedir? Öyle kafamızın estiği
zaman baĢlayabilir miyiz? BaĢlangıç için nasıl bir tutum ya da ruh hali gerekir?
Tarihsel açıdan bakıldığında, baĢlangıç için en elveriĢli denebilecek bir an,
baĢlangıcın en önemli faaliyet olduğu bir birey var mıdır? Edebiyat eseri
açısından baĢlangıç ne kadar önemlidir? BaĢlangıç hakkında bu tür sorular
sormaya değer mi? Eğer öyleyse, bunları somut, anlaĢılır ve bilgilendirici Ģekilde
ele almak ya da cevaplamak mümkün müdür?”(s.15) Aslında bunlar kitabın
baĢlangıç sorularını oluĢturuyor. Bu soruları ayrıntılı olarak düĢünen Said bazı
sınırlamalar getiriyor kendince. Çünkü uzun uzadıya tartıĢılması neredeyse
olanaksız tüm bu sorular. Dolayısıyla bir baĢlangıcı tarif etmek için Said‟in
ifadesiyle söylersek; ya da buna dikkat çekmek istediğimizde belli bir lügat
kullanırız – başlangıç ve yola çıkış kökenler ve özgünlük, iptida, açılış, devrim,
otorite, kalkış noktası, radikalizm vs. Kısaca Ģunu diyebiliriz ki kiĢi gerçekten
yazmaya baĢladığında baĢlangıç giriĢimini niteleyen bir dizi karmaĢık koĢul
oluĢur. Said, tam da bu manada bize bu karmaĢık süreci açıklamaya çalıĢıyor.
25. XXV
Yazar bu kitabında Milton, Hopkins, Wordsworth gibi büyük Ģairler ile, Dickens,
Hardy, Conrad, Mann, Proust gibi romancıların eserlerini, özellikle Vico,
Auerbach, Freud ve Foucault'dan hareketle geliĢtirdiği kendine özgü kuramsal
perspektiften okuyarak, bir eser yazmaya "baĢlama"nın filolojik, felsefi,
psikolojik ve tarihsel boyutlarını analiz ediyor. Bu esrinde Said, edebiyatı; tarih,
felsefe ve toplumsal söylem ile birlikte değerlendiriyor. BaĢlangıçlar‟ın
üslubunun hem kitabın yapısı hem de argümanının takip ettiği çizgi bakımından,
birçok farklı Ģeyi ifade eden melez bir dili olduğunu düĢünüyorum. Tabi dildeki
bu nüansları bize kazandıran sayın çevirmene de ayrıca teĢekkür etmem
gerekiyor.
Önce Cevaplar, Sonra Sorular…
Agora Yayınları, sinema ile ilgilenenler için Gerald Peary‟nin “Yönetmenlerle
GörüĢmeler” serisinden bir kitabı daha bu yakınlarda dilimize kazandırdı.
“Quentin Tarantino” kitabı, bu usta yönetmen ile önceden yapılmıĢ bazı
söyleĢilerin derlemesinden oluĢuyor. Tarantino Kitabı çoğu insanın gündelik
hayattan aĢina olduğu bir olay anlatımıyla baĢlıyor. “ Sinemaya düĢkün olan
herkesin müdavimi olduğu videocuda çok sevdiğim bir eleman vardır; bu eleman
o kadar donanımlıdır ki aslında orada çalıĢmaması gerektiğini düĢünürsünüz,
fakat saatlik 6 dolar maaĢ, bu elemanın filmler hakkında- ama Avrupalı
amatörlerin baĢyapıtlarından Hollywood tür filmlerine ya da Hong Kong kung fu
filmlerine kadar aklınıza gelebilecek her çeĢit film hakkında- bir sohbete
dalmasını engellemez.” Tarantino 28 yaĢında ilk kez bir film festivaline
katıldığında kendi deyimiyle bir „film moronu‟ydu. Kaliforniya‟da böyle bir video
tezgâhının arkasında dolu dolu beĢ yıl geçirmiĢti. Burada sayısız filmi izlemiĢ, bu
filmler hakkında durmadan konuĢmuĢ ve bu filmleri kendi filmleri haline
getirmek için bir oyun planı geliĢtirmiĢti. Sonrasında ise bir dizi senaryo yazmıĢ
ve bunları filme çekmek için uğraĢmıĢtı. Buraya kadar olan çoğunluk sektörün
bilindik bir hikâyesiydi. Senarist olmak istiyordu fakat birbiri ardına ret cevapları
alıyordu. Sundance (Utah) Film Festivalinde geçirdiği bir haftanın ardından
annesinin evine döndü. Telefon durmaksızın çalıyor. Ajanslar arıyordu. Bir sürü
teklif sunuyorlardı.
Hollywood‟un Tarantino hakkındaki fikirlerini değiĢtiren Ģey ne olmuĢtu? Çok
basit. Tarantino‟nun Reservoir Dogs (Rezervuar Köpekleri) filmi. Senaryo
Hollywood‟da birçok yere ulaĢmıĢtı. Ajanslar senaryoyu okuyup bütün aktörlere
gönderdiler. Bu da insanların senaryo hakkında konuĢmaya baĢlamasını
sağlamıĢtır. Çoğu kiĢi Ona Rezervuar Köpekleri‟nin bir yap boz gibi inĢa
edildiğini söylemiĢtir. Aslında, sunuluĢ Ģekline bakılırsa bu filmin bir romana
benzediği söylenebilir. Film farklı bölümlerden oluĢuyor, geçmiĢe dönüĢler yok.
26. XXVI
Fakat birçok filmde olduğu gibi Amerika‟da filmler doğrusal bir düzende olması
gerekiyor. “Eğer bir sahne yarıĢın baĢıyla baĢlıyorsa, o sahnenin yarıĢın sonuyla
bitmesi gerekir.” Ya da bir sahnede bir tabanca gördüyseniz bu muhakkak
patlamalı, fakat silahın patlama sesi duyulup sonra olay anlatılıyorsa bu pek
alıĢılmıĢ bir durum değildir. Tarantino bu filminde Sergio Leone‟nin “Bir
Zamanlar Amerika” filminde kullandığı ve aslında bütün filmleri için geçerli olan
bir yöntemi tercih etmiĢti. “Önce cevaplar, sonra sorular..” Tıpkı romanlarda
olduğu gibi. Peki, Tarantino kendi filmini nasıl tanımlıyor? “Soygun yapmaya
çalıĢan bir grup adamı anlatan ve ters gidebilecek her Ģeyin ters gittiği bir soygun
filmi,” diyor, senarist ve yönetmen Tarantino. Film kan ve Ģiddet içeriyor ama
sonunda kara mizaha dönüĢüyor. Peary‟nin Quentin Tarantino” kitabının
neredeyse yarıdan fazlası bu muhteĢem film hakkındaki röportajlardan oluĢuyor.
Yönetmenin bu filmi nasıl değerlendirdiğini öğreniyoruz bu söyleĢilerden.
Abartının Heyecanı
Tatantino‟nun tüm filmlerinde akla hayale sığmaz bir abartı vardır. Tarantino,
sıradanlıkların içine sıkıĢmıĢ sıra dıĢılıkları sınırları tanımadan; vahĢet ve
fantastik öğeleri kullanarak hazırladığı diyaloglarla sunarken; normal olmanın
anormalliğini haykıran sahnelerle filmlerini donatır. Bu sahneleri izlerken
abartının heyecan verici deneyimini yaĢarsınız. O sinema literatürüne
"tarantinovari" deyimini kazandıracak kadar özgün filmler ve senaryolar
yarabilmiĢtir. Genelde göz ardı edilen, kaybetmeye mahkum marjinal kiĢileri
Shakspeare oyunlarındaki kahramanlar edasıyla iĢlemiĢ ve onlara muhteĢem
replikler eĢliğinde hayat vermeye çalıĢmıĢtır. Tarantino'nun baĢyapıtı ise 1994
yılında, senaryosunu Roger Avary ile beraber yazdığı, ayrı ayrı filme alınması
düĢünülen üç öyküyü, tek bir öyküde birleĢtiren muhteĢem Pulp Fiction(Ucuz
Roman)" filmi oldu. Bu film de ilginç bazı özelliklere rastlıyorsunuz; tuhaf
sahtekârların, kaderine terk edilmiĢ romantiklerin, muhteĢem repliklerin ve
insanlığa karĢı iĢlenen suçların komik fakat tam anlamıyla grotesk bir karıĢımını
izliyorsunuz. Tarantino bu filmde komedi ile vahĢi Ģiddeti sapkın bir Ģekilde
birlikte kullanıyor. Fuller‟in de dediği gibi “Tezatlıkların verdiği haz
Tarantino‟nun alâmet-i farikası” oluyor böylece.
Peary‟nin “Quentin Tarantino” kitabında severek okuduğum bazı bölümler var.
Özellikle; “Film, Senaryodan Daha Ġyi Olmalıdır!”, “Karakterlerin Doğaçlama
Yapmasına Ġzin Veririm”, “Bir Sanat Eseri Olan Filmlerin Değerinin Yüzde
Yirmisi Ġzleyicilerin Katkısıdır”, “BaĢıma Gelen Her ġey Bir Yolunu Bulup
27. XXVII
Çektiğim Sahnelere Sızar” gibi bazı bölümlerde usta yönetmenin sanatı
hakkındaki kendi poetikasına dair fikirler ediniyorsunuz. Yönetmen benim pek
sevmediğim “Kill Bill” için; “Çok büyük bir tuval üzerine çok basit bir hikâye
anlattım” diyor. Benim açımdan Tarantino için bu film bir olgunluk dönemi
niteliğini yansıtmıyor. Bu filmi onun abartılı Ģiddeti dahi ne yazık ki
kurtaramıyor. Kitabın sonuna okuyucular için son derece yararlı olabilecek bir
kronoloji ile onun filmografisi ilave edilmiĢ. Kitabın son bölümünde Mali
Elfman‟ın onunla yeni filmi olan “Soysuzlar Çetesi” hakkındaki söyleĢisi yer
alıyor. Hollywood‟da neredeyse her yönetmen bu Nazi konusu veya Yahudilerle
alakalı bir ajitasyon filmi çekmiĢtir. Ajitasyon diyorum çünkü bu Hollywood‟un
politik duruĢuyla alakalı bir durum. Ve yönetmen bu durumu iyi bildiğini “Bu
türün ilk filmlerine bayılıyorum. Ġtalyan sömürü filmlerini seviyorum.” sözleriyle
anlatıyor. Yönetmen filmi değerlendirirken; “Soysuzlar Çetesi: Bu film benim „Ġyi
Kötü Çirkin‟im olsun istedim” demiĢtir. Soysuzlar Çetesi, Ġkinci Dünya SavaĢı‟nı
anlatan filmlerden referans noktaları açısından bayağı farklı gözüküyor. En
azından kurgu itibariyle farklı. Buradaki çoğu sahnede yine yöntem olarak „önce
cevaplar, sonra sorular” sıralanıyor. Örneğin, Soysuzlar Çetesi‟nde bir yara izi
görüyorsunuz; yönetmen yara izini açıklamıyor, ne olduğunu sizin açıklamanız
gerekiyor. Adamın nasıl yaralandığını sizin bulmanız gerekiyor. Tarantino, ortaya
bir Ģeyler atıp, merak uyandırıp, soruları cevapsız bırakmayı ve seyircinin olup
biteni kendi kendine çözmesini istiyor. Bu haliyle onun filmleri fazlasıyla takdir
edilmeyi hak ediyor
Oryantalizmin Kısacık Altın Çağı
Oryantalizm genelde Batı akademisyenliğinin bir altbölümü olagelmiĢtir. unun
böyle alımlanıĢı konunun otantik çekiciliğini asla azaltmamıĢtır. Doğu
araĢtırmaları özellikle Ġslamın doğuĢundan sonra Batı düĢünsel yaĢamında önem
kazanmıĢtır. Napolyon‟un Mısır seferi oryantalizm için bu bağlamda bir milat
olarak kabul edilebilir. Irwin‟in Doğu araĢtırmalarının kapsamlı bir tarihi olarak
nitelenebilecek “Oryantalistler ve Düşmanları” isimli kitabı, Ģarkiyatçılığın
seyyah, kâĢif ve bilginlerin kiĢisel tutkusu ve ilgi alanı olmaktan çıkıp akademik
bir disipline dönüĢme serüvenini Ortaçağ Ġspanyası‟ndan Çarlık Rusyası‟na,
oradan günümüz Ġsrail ve Ġngilteresi‟ne kadar uzanan çok yaygın bir coğrafyada
ve geniĢ bir zaman diliminde ele alıyor. Ülkemizde de bilindiği Ģekliyle
“Oryantalizm; sömürgeciliğin keĢif kolu.” (C. Meriç) tarzı yaklaĢımlara karĢı
çıkıyor. Bir nevi bu kitap Oryantalizmin müdafaanamesi olarakta düĢünülebilir.
Yazar yinede bir kısım Edward Said gibi entelektüellere karĢı ise dengeleyici bir
bakıĢ açısı geliĢtirdiği rahatlıkla söylenebilir. Doğubilimi eleĢtirilerine karĢı
çabası ve hassasiyeti takdire Ģayandır bana göre.
Bu kitap, Edward Said‟in ilk kitaplarından, ilk basımı 1978 yılında yapılan
Şarkiyatçılık olmasaydı yazılamazdı diye belirtiyor yazdığı önsözde Ġrwin. Said,
28. XXVIII
kitabının 1995‟deki yeni basımına bir sonsöz eklemiĢtir fakat ilk basımdaki olgu
ve yorum hatalarının hiçbiri bu geniĢletilmiĢ baskıda ne yazık ki
düzeltilmemiĢtir. Said‟in bu yüzyılımızın en önemli düĢünce metinlerinden biri
olarak kabul gören kitabı ne anlatıyor? Yazara göre kısaca Ģunu: “ Hegemonyacı
emperyalizmin söylemi olan Oryantalizm, Batı‟da Doğu ve özellikle Ġslam ve
Araplar hakkında yazılıp çizilen her Ģeyi sınırlandıran bir söylemdir. Batı‟nın
Arap topraklarına nüfuzunu ve burayı kendine mal etmesini meĢrulaĢtırmıĢ ve
Siyonist tasarıyı sağlama bağlamıĢtır. Said Oryantalizm‟in baĢlangıcı konusunda
tutarlı olmamakla birlikte genelde 18. yüzyıl sonlarında Fransız ve Ġngiliz
bilginlerin yapıtlarında ortaya çıktığını öne sürüyordu.” (s.9) Bu söylemin
oluĢumu sanıldığının aksine emperyalist yöneticiler, kâĢifler [coğrafyacı, zoolog
ve antropolog vb.] ve romancılarında katıldıkları gezilerle sınırlı kalmamıĢtır.
Batı düĢüncesi bu söylemin kurbanı olmakla birlikte Ģunu da iddia edebilme
cüretini gösterebilmiĢtir; Doğu‟nun nasıl temsil edileceği Batı‟nın tekelindedir.
Ġrwin, özellikle Said‟in; Doğu‟nun, Oryantalizmin bir yapıntısından ibaret
olduğu, nesnel bir gerçekliği olmadığı hakkındaki görüĢlerini özellikle
eleĢtirmiĢtir. Aslında sorun bana göre kadim ġark‟ın birtakım soytarı kılıklı
entelektüellerce özcü, ırkçı, büyüklenici ve ideolojik güdümlü bir Ģekilde
değerlendirilmesidir. Bu konuda özellikle kullanılan kliĢe dili tartıĢmalıyız
sanırım öncelikle. Şarkiyatçılık‟ta Ġrwin‟e göre konunun çarpıtılması öylesine
temeldir ki kitabın geniĢ çerçevesini, üstünde çalıĢılıp düzeltilecek bir Ģey olarak
kabul etmek boĢa zaman harcamak olur. Ne yazık ki belirtmeden geçemeyeceğim
Ġrwin‟in bu cümlesi yine de havada kalıyor. Bir iddia daha temellendirilmiĢ bir
düĢünceyle ispatı gerektirir çünkü. Değilmi ki kibirin eleĢtirilmesi büyük cürettir.
ĠĢin aslı Ġrwin, kitaptan çok Said‟in kendinse saldırıyor gibi.
Bu kitapta sunulan konuların, kuĢkusuz Doğu araĢtırmaları alanında
çalıĢanların yanı sıra yazınsal, tarihsel, dinbilimsel ve kültürel araĢtırmalar
alanlarında çalıĢanlar açısındanda bazı anlamları vardır / olmalıdır. Anouar
Abdel-Melek‟in, Edward Said‟in, Alain Grosrichard‟ın ve daha baĢkalarının
oryantalizm üstüne eleĢtirel kitapları da söylemin doğası, “Öteki”, “BakıĢ” ve
ilgili bir dizi epistemolojik konu hakkında derin ve çetin sorular ortaya atmıĢtır.
Ġrwin, bunları ve diğer eleĢtirel anlatıları ele almak için Antonio Gramsci, Michel
Foucault ve daha baĢkaları tarafından formüle edilmiĢ kavramların Oryantalizm
incelemesi açısından olası uyarlığını göz önünde bulundurarak çalıĢmasını
hazırlamıĢtır. Oryantalizmin gerçek tarihi üstüne bir çalıĢmanın sonunda
varılacak sonuçların birbiriyle kabaca ilgi alanları açısından uyarlılığını göz
önünde bulundurmak konuyu aydınlatmada daha belirleyici olabilir. Ġlk elden
aklıma örneğin, Martin Bernal‟in “Kara Athena” isimli klasik uygarlığın
Afroasyalı kökenleri hakkındaki kitabı geliyor. Batı‟nın büyük anlatıları
çözümlemeye yönelik daha birçok bu tarz metni var olagelmiĢtir. Ġrwin, kitabında
1960‟lı yıllardan bu yana Ġslamcıların, Marksistlerin ve daha baĢkalarının saldırısı
29. XXIX
altında ve “oryantalist” sözcüğü küçültücü çağrıĢımlar edindiğini belirttikten
sonra kendisinin “oryantalist” yakıĢtırmasıyla anılmasından gocunmadığını
aksine bundan övünç duyduğunu da söylüyor.
Ġrwin, kitabını on ayrı bölüme ayırmıĢtır, bazı konu baĢlıkları altında; Antik
uygarlıkların çatıĢması döneminden baĢlayan, örneğin Troya, bir oryantalist savaĢ
alanı mı? Persler, tarihin babası, Perslerle aĢk ve nefret, Arap Roması, eski bir
sapkınlık ya da yeni paganizm, Ġslamın geliĢi, Doğu Hıristiyanlarının yanıtı,
Ġspanyolların yanıtı, çeviri hareketi, Batı‟da Ġbn Sina, Ġbn RüĢd ve Latin Ġbn
RüĢdcüler, haçlılar ve komĢuları, günahkâr Hıristiyanlar, Ortaçağ Batı
edebiyatında Müslümanlar, Ġslamın günahkârlığı ve papalık, Doğu romantizmi,
Rönesans Oryantalizmi, Arap bilgi birikiminden kaçıĢ, hermetik bilgelik, küresel
üstünlük çabası, gezi edebiyatının yükseliĢi, Oryantalizmin çılgın babası:
Guillaume Postel, çokdilliler, 16. Yüzyıl Oryantalizminin Latinliği, Doğu
araĢtırmalarının kutsallığı, bilginliğin dili, bir ibadet biçimi olarak çalıĢma,
Ġngiliz Oryantalizminin ilk altın çağı, Arapça Oxford‟a geliyor, Edward Pococke,
Arapça Cambridge‟e geliyor, Hollanda Oryantalizminin altın çağı, Katolik
Oryantalizmi, bir tür aydınlanma, ilk Ġslam ansiklopedisi, uykulu üniversite
üyeleri ve yoksul düĢmüĢ Oryantalistler, Doğulu Jones, Rusya Asya‟da,
Danimarka Doğu‟da, uzmanların Mısır‟a geliĢi, buhar ve samimiyetsizlik çağında
Doğu araĢtırmaları, Silvestre De Sacy‟nın düĢünsel mirası, Almanya Doğu
araĢtırmaları, Lane‟in Mısır Etnografyası, Renan ve Gobineau, Vambery, Browne,
Soas, kutsal kaçık Massignon, Nazi Oryantalizmi, Gibb ve Arberry, Amerikan
Oryantalizmi, Fransa‟da Marksistler ve daha baĢkaları, Ġsrail Oryantalizmi gibi
daha sayılamayacak kadar çok konu tarihi seyri içinde ayrıntılı olarak
incelenmiĢtir. Kitabın son bölümü “Oryantalizm DüĢmanları”na hasredilmiĢtir.
Peki, kimdir bu Oryantalizm düĢmanları; BaĢta Said olmak üzere Suriyeli tarihçi
Kürt Ali, iki dünya arasında kalmıĢ bir deli olarak tanımladığı Ġranlı entelektüel
Celal Al-i Ahmed, sonradan Ġslamiyete geçen Muhammed Esed, Rene Guenon,
Hüseyin Nasr, A. L. Tibawi, Faslı tarihçi ve romancı Abdullah Laroui, Hintli yazar
ve editör Profesör Ziya-ul-Hasan Faruqi ve daha baĢkaları.
19. yüzyıl sonlarına dek Oryantalizm kurumsal yapılar yönünde pek
geliĢmemiĢtir ve kurumsal Oryantalizmin en parlak dönemi ancak 20. Yüzyılın
ikinci yarısına denk gelmektedir. Oryantalizmin kasacık süren bu altın çağı bir
dönem Batı‟yı oldukça etkilemiĢtir. „Oryantalistler ve DüĢmanları‟ Flaubert‟in
Mısır mektuplarının, Disraeli‟nin romanlarının, Delacroix‟nın “Sardanapalus‟un
Ölümü” tablosunun ya da Verdi‟nin Aida‟sının birer değerlendirmesini içermiyor.
Kitap öncelikle çoğu hayatta olmayan entelektüeller tarafından oluĢturulmuĢ bir
yazınsal veya baĢka sanatsal baĢyapıtlar kanonunun yanı sıra Oryantalizmin en
önemli yönü bakımından akademik hamallık ve filolojik ayrıntıya gösterilen
büyük özen üstüne yapılan önemli bir çalıĢmadır. Batı düĢüncesi de galiba bu
30. XXX
bağlamda yegâne orijinal özelliği olan filoloji ile bu kısacık altın çağını
yaĢayabilmiĢtir.
MAVĠ OKTAV DEFTERLERĠ
Kafka‟nın ölümünün ardından notları içinde sekiz adet mavi oktav defteri
bulunmuĢtu. Bu defterlerde aforizmalarla birlikte bazı fragmanlar ve birtakım
bitmiĢ hikâyeler ki bunların bazıları önemli hikâyelerinin öncülleri hatta ilk
örnekleri sayılabilirler, vardır. Mavi oktav defterlerinin diğer kısımları ise
Kafka‟nın notlarından (tarihlendirildiği için günlük Ģeklindedir birçoğu)
oluĢmaktadır. Kitabın çevirmeni Sayın Osman Çakmakçı (Babil Yayınları: yürek
söken kitaplar dizisi,2000) ne yazık ki sondaki notların kimin tarafından
yazıldığını belirtme ihtiyacı duymamıĢtır.
Mavi oktav defterlerini baĢtan sona okuduğumuzda yazarın içe dönük ve
huzursuz kiĢiliğini bir kez daha görmekteyiz. Satır aralarında geçen derin
melankoliği hissetmemek neredeyse mümkün değil. Birinci defterden Ģu cümleyi:
31. XXXI
„Her insan kendi içinde bir oda taĢır.‟ Altını kırmızı kalemle çizerek „Odamda
kayboluyorum?‟ diye bir fragman eklemiĢim. Ġnsanın bariz Ģekilde en çok
rahatladığı belki özgür kaldığı yegâne yer odasıdır. Bütün dünya sessizliğe
gömülmüĢken odamızda yalnız kaldığımızda dıĢarıda yağan yağmurun sesini
dahi hissederek duyabiliriz. Ġçe dönük konuĢmaları her insan bazen yapar. Bir eve
benzeyen kalbimizin duvarlarında bu sesler çoğalarak yankılanır. Kafka‟nın
birinci defterdeki ilk sözünü farklı bir biçimde de söyleyebiliriz. Her insan kendi
içinde bir yalnızlık taĢır. Ve bazen bu yalnızlık insanı ruhsal olarak yokluğa,
kayboluĢa doğru sürükleyebilir.
Oktav defterlerinin ikincisinde yorumlanabilecek düzeyde bir cümleye
rastlamadım. Üçüncü defterin ilk aforizmasını mavi bir kalemle çizmiĢim: „Doğru
yoldan sapıyorum.‟ Kim sapmıyor ki doğru yoldan? Hayat çizgisi ne kadarda
engebelerle dolu. Ve kimileyin bir düĢ kadar karadır hayat. YaĢadığımız bahar ayı
hayata dair mutsuzluğu arttırıyor. Bütünün parçaları ıĢık huzmeleri gibi
ruhumuzda nedensizce kırılıyor. Bildiğimiz bütün, yanlıĢ yöne kayan
yürüyüĢümüz de saklı gibi. Kafka üçüncü defterinde dıĢ dünya gibi iç dünyanın
gözlemlenemeyeceğini iddia ediyor. Ġç dünya çoğu insanın da kabul ettiği gibi
sadece yaĢanabilir. Tanımlanması zordur. Kafka‟ya göre Don KiĢot‟un Ģansızlığı
hayal gücünden çok Sanço Panço‟dur. Çünkü Sanço Panço Don KiĢot‟un iç
dünyasını yaĢamaktan çok onu tasvir etmeye çalıĢarak hayal gücüne sınırlar,
engeller koyuyor. Böyle bile olsa Sanço Panço‟ya Kafka‟nın haksızlık ettiğini
düĢünüyorum. Zavallıyı defalarca ölümden kurtardığını unutmamak gerekiyor.
Don KiĢot‟taki stilistik hayallerden çok bunların gerçekle kesiĢtiği anlara da
dikkat etmemiz gerekiyor. Kafka gün ıĢığında defterine Ģöyle yazmıĢ:‟ DıĢarıdan
insan her zaman baĢarıyla kuramlara baĢvurarak dünyayı çökertebilir, ama sonra
dosdoğru birisinin kazdığı hendeğe(Bu sevgilide olabilir) düĢecektir, ama insan
yalnızca içeriden kendisini ve dünyayı dinginlik ile gerçeklik durumunda
tutabilir.‟ Kafka yaĢasaydı O‟na sevgili Don KiĢot‟un bu dinginliğe asla sahip
olamayacağını söylemek isterdim. Dostum Servantes‟te bana bu konuda hak
verecektir.
Diğer önemli bulduğum bir cümle ise:‟ Dünyadaki seslerin usul usul susuĢu
ve azalıĢı.‟ idi. Cümle mükemmel. Bir sönme halini imliyor. Sesler bu haliyle
durgun suyu seyreden birinin ruhunu yansıtıyor sanki. Kafka editörüne yolladığı
bir kartta: „ AkĢamleyin ormana doğru yürüyüĢ, büyüyen ay, arkamda kalan
karmaĢık bir gün.‟ Diye yazarken de sanırım aynı melankolik ruh haline sahipti.
Editörüne yolladığı kart ile yukarıda alıntıladığım cümle aynı tarihlerde yazılmıĢ
olmalı. Üçüncü defterle ilgili diğer yorumlamalarım ise Ģöyledir;‟Kendini bil sözü,
kendini gözlemle anlamına gelmez. Kendini gözlemle, yılanın söylediği sözdür.
Anlamı: Kendini eylemlerinin efendisi yap. Ama sen zaten öylesindir,
eylemlerinin efendisisindir. Öyleyse bu söz Ģu anlama gelir: Kendini yanlıĢ anla!
Kendini yok et! , ki bu söz kötülük içerir.-ama ancak insan iyice eğilip de ta
32. XXXII
derinlere kulak verirse bu sözde gizli olan iyiliği de iĢitir: Kendini olduğun Ģey
yapmak için.‟ Yorum A: Kelebekler ateĢe tutulurlar Ģüphesiz ateĢin kendisine
değildir bu yöneliĢ. BaĢka bir forma dönüĢmek içindir. Kendini bilen ruhunu
bilir. Ruh bilgisinin ehilleri kendiliksizdir böylece. Delidirler.‟Suskunluk‟ Hayata
karĢı verebileceğimiz en yüce tepkidir.‟Birinin ruhuna bir kılıç saplanmıĢsa,
yapılacak iĢ, serinkanlılıkla durumu izlemek, kan kaybetmemek, kılıcın
soğukluğunu bir taĢın soğukluğuyla kabullenmektir. Birbiri ardına saplanan kılıç
darbeleri sayesinde, yaralanmazlık aĢamasına varmaktır.‟ Yorum B: Nabakov‟a
göre; yara zehirlenmiĢse iyileĢmez artık. Bir Kazak atasözüne göre ise eğilen baĢı
kılıç kesmezmiĢ. Fatom kaderden de büyüktür. Kılıcın iradesine teslim olmuĢ
Ġsmail Peygamber‟i anlatıyor kıssalar. „ Çalılık eski bir yol kapayıcısıdır. Ġleri
geçebilmen için onu ateĢe vermen gerekir.‟ Yorum C: Sığınılacak bir kalp ararız
çoğunlukla. Ama bilmeyiz ki engeller üzerlerine gidildikçe aĢılır. Sevilen, seveni
bilir ama seven, sevileni bilmez. Kalbi bilemeyiz. Onun kapısını açabilecek
anahtarlara da sahip değiliz. „Kendine yabancı bir nesne gibi bakmak, baktığın
Ģeyin görüntüsünü unutmak, bakıĢın kendisini hatırlamak.‟ Yorum D: Zamandan
çalınan son bir mutluluk anı gibi. Sonra bin yıllık üzüntü. Daha sonra
akvaryumun içindeki balıkları düĢündüm. Üçüncü defter Cennetten kovuluĢ
sahnesiyle bitiyor. Dante Cennetine Beatrice son noktaya kadar izleyerek
ulaĢırken Kafka daha trajik olan yolu tercih ediyordu.
Üçüncü defterde Kafka günah, ıstırap, hüzün, umut ve doğru yol üzerine
çeĢitli aforizmalar söyledikten sonra dördüncü defterinde Prag anıları, Kurt Wollf
ile yazıĢması, Ojeblikket broĢürlerine bir gönderme, sezgi ve yaĢantı analizleri,
Kierkegaard‟ın „korku ve titreme‟ yapıtıyla ilgili görüĢleri, ruhsal yoksulluğu gibi
çeĢitli konulara değinmiĢtir. Dördüncü defterden aklımda kalan en güzel imge ise
Ģudur: „Bir gül pencereden kaldırıma düĢüyor.‟ Bu imge bana Oscar Wilde‟nin
„Gül ve Bülbül‟ öyküsünü hatırlattı. Dördüncü defterde bir takım Ģiirlerde var
ancak değerlendirilecek kadar iyi değiller.
BeĢinci defter kayboluĢun öyküsü. „Neye dokunsam dağılıp dökülüyor.‟
Kafka bu cümleyi nasıl bir yerde yazmıĢ olabilir diye düĢünüyorum. Manzara
satır aralarından yavaĢça kayarak gözümün önünde beliriyor. „Irmak kıyısında
akĢam. Suda bir sandal. Bulutların arasında batan güneĢ…‟ Daha sonra
dokunulmazlığı olan bir rüyanın parçaları sıralanıyor bu defterde. Altıncı ve
yedinci defterde kayda değer bir Ģey bulamadığım için bu defterler hakkında
herhangi bir yorum yapmaktan sakınıyorum. Sekizinci yani son defterde
manzaraya dair bir cümle daha bulabildim. „Kıraç tarlalar, kıraç bir yüzey, sislerin
altında ayın soluk yeĢili.‟ Kafka‟nın yaĢadığı bu an bana, Kazakistan‟ın Türkistan
Ģehrindeki, mavi gecelerde kurduğum düĢleri hatırlatıyor. Bu yazımı Türkistan‟ın
masalsı gecelerinde bıkmadan ve
33. XXXIII
sıkılmadan beni dinleyen Davut Bayraklı, Dr. Ġbrahim ġahin ve Abdullah YakĢi
dostlarıma armağan etmek isterim. Eminim bu dostlarım Rahmaninov dinleyip
onlara âĢık olduğum kızı defalarca anlatmama sıkılmamıĢlardır. Türkistan‟daki
odamda kaybolduğum günlerin geri gelmesi dileğiyle..
Andrei Tarkovski Ve Tanrının Eli
Entelektüel Rus yönetmen Andrei Tarkovski akıcı ve olağan üstü
kadrajları, kiĢisel anlatım tekniği ile devleĢen ama değeri bilinememiĢ bir
yönetmendir. Sosyalist Rusya‟nın Komünist Partisi politikaları doğrultusunda
filimler yapmak yerine kiĢisel dönüĢümünün mesajlarını sinema karelerine
yansıtmıĢ bu nedenle sürgünde yaĢamıĢ ve filmleri otobiyografik özellikler
taĢımıĢtır. Çoğu filminde tanrının varlığını betimleme gayretine girmiĢtir
Tarkovski. Kendi yarattığı sinematografik dilin anahtarı görevini gören ve filmleri
birbirine bağlayan birtakım ortak imgeler geliĢtirerek, bu imgeleri, her biri sanat
eseri olan, filmlerinde kullanmıĢtır. Örneğin karakterler birdenbire görünmez bir
el tarafından göğe yükselir veya yere düĢerler. Adeta Musa‟nın yed-i beyza
mucizesini göstermek içindir bu çaba. Ġrlandalı yazar Samuel Beckett‟in da buna
benzer tekniklerle yönettiği tiyatro oyunları olmuĢtur. Ġsveçli yönetmen Ġngmar
Bergman‟a göre bu teknik büyüleyici bir etki yaratmaktadır. Filmlerindeki
kahramanlar, kendilerini keĢfin veya manevi arınmanın eĢiğine geldiklerinde,
açıklanamayacak Ģekilde tanrının eli değmiĢ gibi yere düĢerler. Birçok filminde
âĢıklar, seviĢmek yerine göğe yükselirler. Bu Hıristiyan mistisizmindeki göğe
yükseliĢ mitine benzemekle birlikte ilahi aĢkın sıradan insanlar tarafından da
elde edilebileceğine dair bir göndermeyi içerir. Tarkovski‟nin göğe yükseliĢ
mitine benzeyen (konu olarak) Turgut Uyar‟ın güzel bir aĢk Ģiiri vardır:
“GÖĞE BAKMA DURAĞI
Ġkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
ġu kaçamak ıĢıklardan Ģu Ģeker kamıĢlarından
Bebe diĢlerinden güneĢlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım Ģu gözlerimi al kurtar
ġu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa Ģimdi geliriz göğe bakalım
Ġnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoĢlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
34. XXXIV
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoĢuz nasıl olsa öpüĢürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
ġimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen baĢka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım”
Tarkovski‟nin Türkçeye çevrilmiĢ olan “MühürlenmiĢ Zamanlar” isminde
bir kitabı da bulunmaktadır.( Afa Yayınları, Ġstanbul 2000; 248 sf) Bu kitap
Tarkovski‟nin arayıĢını da anlamamıza yardımcı olabilir. MühürlenmiĢ zamanlar
usta yönetmenin duygu ve düĢünce dünyasının kapılarını aralarken, O‟nun
atölyesinden tanrının eline doğru nasıl yöneldiğine dair bize izlekler sunuyor.
MühürlenmiĢ zamanlar Tarkovski‟nin öznellik içinde kendi filmlerinin oluĢumu
ve akıbetiyle ilgili düĢünceleri dile getiriyor. Meraklısı için filmlerinden bazıları
Ģunlardır:
Kurban Offret - Sacrificatio (1986) Tempo di viaggio (1983) Katiller - Ubijtsi (1958)
Ayna - Zerkalo (1975) Silindir ve Keman - Katok i Skripka (1960) Solaris - Solyaris
(1972) Nostalji - Nostalghia (1983) Ġz Sürücü - Stalker (1979) Andrey Rublev -
Andrei Rublyov (1969) Ġvan'ın Çocukluğu - Ivanovo Detstvo (1962) Bugün Kimse
ĠĢten Çıkarılmayacak - Segodnya uvolneniya ne budet (1959) Konsantre -
Kontsentrat (1958).
Büyük Ustanın 4 Nisan (1932) de yani bu ay doğmuĢ olması vesilesiyle bu
yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. Ve zaman zamanın içinde kaybolup giderken
gerçeklik ve düĢlerin çatıĢmasıyla insan ruhundaki fırtınaların felsefi altyapısını
Andrei Tarkovski bir tanrının eli değmiĢçesine görünen imgelerden sinema
karelerine yansıtabilmiĢtir. Dostoyevski‟nin edebi sahada insan ruhuna eğilmesi
gibi Tarkovski‟nin çoğu filminde de bu altyapı vardır. “Recep Ġvedik” gibi insan
müsvvetelerini kusan ġahan Gökbakar yerine Andrei Tarkovski‟nin her biri sanat
Ģaheseri olan kaliteli filmlerini izlemenizi öneririm.
35. XXXV
ÇĠNGENE MĠTOLOJĠSĠ
Mitoloji tarihi denince genellikle günümüzde Yunan kaynaklı veya Hint,
Mısır vb. medeniyetlerin mitolojileri akla gelmektedir. Bir egzotik kültür olarak
(renkli ve gizemlerle dolu) Çingene mitolojisi konusunun çoğunlukla
yabancısıyız. Hermann Berger( Çingene Mitolojisi, Ayraç Yayınevi) aynı adı
taĢıyan eserinde göçebe bir toplum olarak Çingenelerin tanrılar dünyasını ve çok
renkli söylencelerini incelemektedir. Konu hakkında Ġngilizce olarak muazzam
bir edebiyat var ise de Türkçe yazılmıĢ makale kitap vb çalıĢmalar oldukça azdır.
Berger “Çingene” adı altında toplanan belli baĢlı bütün büyük grupları ad ve
yerleĢim yerlerini ayrıntılı olarak anlattıktan sonra Çingene mitolojisi hakkında
oluĢturulan literatürü bize tanıtmaktadır. “Çingene Mitolojisi” kitabı sözlük
Ģeklinde hazırlanmıĢtır. Bu kitap Çingenelerin kökenleri, dinleri, yaĢam biçimleri
ve gelenekleri hakkında bizleri oldukça bilgilendiriyor.
Çingene mitolojisine kaynak teĢkil eden bütün büyük gurupların listesi
bizzat Çingeneler tarafından yapılmıĢ olup çeĢitli (özellikle antropolog ve
tarihçiler) uzmanlar tarafından da incelenip kabul görmüĢtür. Temelde üç gurup
bulunup bunlar Kaldera, Gitano ve ManuĢlar olarak bilinmektedir. Kalderelar ;
lovariler, boybalar, luriler, çuraliler- dan oluĢurken Gitanolar dıĢ görünüĢleri,
lehçeleri ve gelenekleriyle kendi aralarında Ġspanyol ya da Endülüslüler ve
Katalonyalılar diye ayrılmaktadırlar. ManuĢlar; vansikanlar ya da Fransız
sintileri, gaygikanlar (Almanya‟dakiler), piemontesiler (Ġtalya‟dakiler) Ģeklinde
sınıflandırılırken bunların dıĢında Ġrlanda, Ġngiltere ve Ġskoçya da yaĢayan
Gypsieler ( Yaptıkları etnik muzik dünyada oldukça tanınmaktadır ki balkanlarda
yaĢayanların da durumu böyledir.) Berger bu listeyi Jean-Paul Clebert‟in “Çingene
Halkı” adlı çalıĢmasından aktarıyor. Belirtilen grupların temel meslekleri de
36. XXXVI
listede yazılmıĢtır. Biz bugün Çingenelerin tüm dünyaya yayıldıklarını bildiğimiz
için bu liste oldukça eksiktir. Tüm dünya ülkeleri araĢtırılarak bir harita
hazırlanması daha doğru olurdu.
Çingene adı daha birçok dilde aynı Ģekilde söylene gelmektedir. Örneğin
Almanca „zigeuner‟- Rumence „ciganu‟- Rusça „tsgan‟- Ġtalyanca „zingaro‟-
Fransızca „tsigane‟ Ģeklinde bibirine son derece yakın ve benzer sözcükler ile
karĢılandıklarını görmekteyiz. Berger bu sözcüğün menĢei konusunda Ģunu
belirtir. “ Çingeneler kendilerine Rom, diĢil Romni, dillerine ise romani derler. Bir
cins isim olan bu sözcük “adam, insan” anlamına gelmekte olup, bugün hala
Hindistan‟da rastlanan düĢük bir kastın adı olan Sanskritçe Domba sözcüğünden
türetilmiĢtir.” Berger‟in bahsettiği bölge bugünkü Pencap Eyalet‟ine yakın bir
yerdir. (Sindh olarakta bilinir) Kitaptaki bazi madde baĢlıklar; ağaç kültü, alako,
altın çağ, ana, antropojeni (yani dünyanın yaratılıĢı hakkındaki söylenceler), ateĢ,
ay, balık adamlar, beĢ baĢlı adam, bent(mitolojik kötülük tanrısı), carana, cohana,
cüceler, çingene incili, lanet, dağlar ve dağ kültü, devler, dünyanın yaratılıĢı,
güneĢ kralı, hagrin, hastalık, kadın büyücüler, kesali, koruyucu ruh, köpek, kutsal
aile, loholico, mula, müjde nivasi, orman, ölüler ülkesi, periler, phavus, proroe ve
ilia, ruh göçü, rüzgâr kralı, saç, sara, sis kralı, su , tanrı, iblis, tatula, tohum, tufan
(bu mit belki tüm dünya mitlerinde ortak olarak geçmektedir), yazının yokluğu,
yer ve gök, yılan, yeraltı canlıları, yıldızlar Ģeklinde geçiyor ve bu mitler çeĢitli
kaynaklar vasıtasıyla karĢılaĢtırmalı olarak inceleniyor.
Zanko adlı bilginin aktardığı, Kalderaslar‟a ait „traditions‟(gelenek)te –
kapsam, içerik ve biçimlendirme açısından eĢsiz olup, doğrudan Çingeneler‟den
bize ulaĢtırılan bu yegâne yazılı belgedir- baĢka gelenek katmanlarına ait öğeler
çarpıcı bir bütün içinde sunulmuĢtur. „Traditions‟, dünyanın yaratıldığına iliĢkin
Wlislocki‟nin de kaydettiği eski pagan döneme ait sözlü gelenek ve ilk insanın
yaratılıĢından bahsedip ilk olarak Ġncil kökenli sözlü geleneklerden az çok
etkilenmiĢ olan bir öyküyle baĢlar. Bunu, Firavun Efsanesiyle ilgili söylence izler.
Bu efsanede, „Pharavunure‟ların yaĢamını yitirdiği fırtınalı eski tufan olayı ile
birlikte canlandırılır. Tufan efsanesi bu yazılı eski belgenin adeta gövdesini
oluĢturur. Ġncildeki Ġsa motifi tanrısal çocuk öyküsüyle ele alınır. Zanko
tarafından bu metin “Çingene Ġncili” olarak nitelenmiĢtir. Bu metinde parçalar
halinde kısa kısa yazılmıĢ baĢka hikâyelerde vardır. Asıl kaynaklar içinde M.J.
Kuvanin adında bir Rus doktorun bir araya getirdiği metinler ile Dr. Elysejev‟in
derlemiĢ olduğu folklorik malzemeyi de sayabiliriz. Eski kitaplarda Çingenelerin
inanç ve dinine ayrılmıĢ olan bölümlerde genellikle son derece yanlıĢ olarak
onların herhangi bir dini yoktur veya misafir oldukları yörenin dinini,
göreneklerini benimserler Ģeklinde bir kanaat vardır. Bahsettiğimiz eserlerden de
anlaĢılacağı gibi Çingenelerin kendine özgü bir mitolojileri olduğu gerçeği
ortadadır.
37. XXXVII
Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi
Frankfurt Okulu'nun ve EleĢtirel bakıĢın öncülerinden olan Adorno teorik
birikimi ve yaratıcılığı ile okulun en önde gelen isimleri arasında yer almıĢtır.
Ömrünün her döneminde düĢüncenin eleĢtirelliğinin gerekliliğinin önemli bir
savunucusudur Adorno. Felsefe ile sosyal disiplinleri bir arada değerlendirerek
müzikten gündelik yaĢama, ahlaki sorunlardan somut iliĢkilerine kadar geniĢ bir
alanda modern kavram ve kategorileri ve onlara dayalı genel anlayıĢları
sorunsallaĢtırmıĢtır. Ele aldığı baĢlıca konulardan biriside Kültür Teorisi
olmuĢtur.
Theodor W. Adorno “Kültür Endüstrisi” kavramını 2 dünya savaĢı sona ererken
ortaya atar (1944).Bu dönemde nazizim giderek etkisini yitirmiĢtir. Daha sonraları
bu konuda “Kültür Endüstrisine Genel Bir BakıĢ” makalesini yazmıĢtır. Aynı
dönemde “Kültür ve Yönetim” üzerine düĢüncelerini de yayınlamıĢtır ve sarsıcı
yönleriyle birçok entelektüelli etkilemiĢtir bu yazılar. Adorno‟nun “Kültür
Endüstrisi – Kültür Yönetimi” (ĠletiĢim yayınları 2007) Elçin Gen, Mustafa Tüzel,
Nihat Ünler gibi üç kaliteli çevirmen tarafından Türkçeye kazandırılmıĢtır.
Kültür, tarihsel, toplumsal geliĢme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi
değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın
doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü
Ģeklinde tanımlanırken Adorno gerek kültür kuramı, gerekse kültürel hayatın
dönüĢümü konusundaki eleĢtirel çalıĢmaların vazgeçilmez kaynaklarını bu
sahaya katkılarıyla oluĢturur. Adorno yirminci yüzyılın baĢlarında, Endüstri
Devrimi'nin rasyonelliğine karĢıt bir anlamda tanımlanan sanatın nasıl giderek
maddi üretim süreçlerine ve onları yöneten akla yenik düĢtüğünü anlatır bize.
Kapitalist endüstrileĢtirici mantığın ve bürokratik merkezi disiplinlerinin
denetimine giren modern sanatın özerkliğini ve eleĢtirelliğini yitirmesini
incelerler. Adorno'nun düĢüncelerinin temelinde, kültür ve sanat yönetiminin