SlideShare una empresa de Scribd logo
1 de 61
Descargar para leer sin conexión
4
MEKKE DAR
GELİNCE
Gün geldi, müşriklerin zulmü dayanılmaz
boyutlara ulaştı. Merhametsiz kâfirler bütün
Müslümanları bir mahallede toplayıp, onları
imha etmeye karar verdiklerinde, güzel Mekke
sadece fakir ve kimsesizlere değil, ona da dar
geldi. İnsan, dinini Allah’ın istediği gibi
yaşayamadıktan sonra Mekke’de yaşamanın
ne değeri olabilirdi.
B
u sohbetimizde, Hz. Ebû Bekir’in hicret macera-
sını Sahîh-i Buhârî hadislerine dayanarak özetle-
meye çalışacağız.
Hz. Ebû Bekir Mekke’de doğdu, Mekke’de büyüdü.
İslâm güneşi parıldayınca ona gönül verdi ve onu ilk
kucaklayanlardan biri oldu. Dünya ayazında donup git-
memek için İslâm’a sarılan kimsesizlerin kimsesi oldu;
Müslüman köleleri zalim efendilerinden satın alıp hürri-
yetlerine kavuşturmak için servetini sular gibi akıttı.
Gün geldi, müşriklerin zulmü dayanılmaz boyutlara
ulaştı. Merhametsiz kâfirler bütün Müslümanları bir ma-
hallede toplayıp, onları imha etmeye karar verdiklerinde,
güzel Mekke sadece fakir ve kimsesizlere değil, ona da
dar geldi. İnsan, dinini Allah’ın istediği gibi yaşayama-
dıktan sonra Mekke’de yaşamanın ne değeri olabilirdi.
İşte o günlerde Allah’ın Rasûlü, Müslümanlara nefes
alabilecekleri bir hedef gösterdi. Habeşistan’a gidin, bu
zulümden kurtulun, buyurdu. Gidecek durumda olanlar
her şeyi göze alıp gittiler.
Hz. Ebû Bekir’e dayanma gücü veren, Rasûlullah’ın
arkadaşlığıydı. Kâinâtın Efendisi hiç olmazsa akşam
sabah ona uğrar, kendisiyle sohbet ederdi.
Bir gün o da tıkandı ve diğer kardeşleri gibi Habeşis-
tan’a hicret etmeye karar verdi. Ve bir sabah yola düştü.
Cidde limanına varacak, oradan gemiyle Habeşistan’a
gidecekti. Beş gün sonra Birkü’l-Gımâd’a vardı. Orada
Kare kabilesinin reisi İbnü’d-Dügunne ile karşılaştı. Bu
zât henüz Müslüman değildi, ama Hz. Ebû Bekir’i iyi
tanıyordu. Ona buralarda ne aradığını sordu. Hz. Ebû
Bekir:
“Zalimlerin zulmünden çok bunaldım. Mekke bana
dar geldi. Rabbime rahatça ibadet edebileceğim bir yer
arıyorum.” dedi.
İbnü’d-Dügunne duyduklarına inanamadı:
“Hayır, arkadaş!” dedi. “Senin gibi bir adam memle-
ketini bırakıp gidemez ve hiç kimse de seni yurdundan
çıkaramaz. Ben seni himâyeme alıyorum. Haydi, geri dö-
nelim.” dedi ve Hz. Ebû Bekir’i ikna etti.
Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR
5
Mekke’ye döndükleri zaman, İbnü’d-Dügunne ileri ge-
len müşrikleri bir bir dolaştı. Ebû Bekir’in değerini onlara
bir kere daha hatırlattı. “Onun gibi herkese yardım eden,
akrabasını görüp gözeten, misafirleri ağırlayan bir adamı
memleketinden nasıl çıkarırsınız? Onu himâyeme alıyo-
rum, artık kendisini rahatsız etmeyin!” dedi.
Müşriklerin bir şartı vardı. Ebû Bekir ibadetini evin-
de yapacak, dışarıda Kur’an okumayacaktı. Çünkü ka-
dınlar ve çocuklar onun tesirinde kalabilirlerdi.
Allah’ın Himâyesine Giriyorum
Hz. Ebû Bekir evinin önüne bir mescit yaptı ve orada
ibadet etmeye başladı. Çok duygulu bir insandı. Kur’an
okurken gözyaşlarını tutamazdı. Onun derin bir vecd için-
de ibadet edip Kur’an okuyuşu, özellikle kadınların ve ço-
cukların ilgisini çeker, Hz. Ebû Bekir’i hayretle seyreder,
duygulanırlardı.
Kadınların ve çocukların hassas ve yufka yürekli olma-
larını dikkate alan müşrikler, onların İslâm dinini benim-
semelerinden korktular. Hemen İbnü’d-Dügunne’ye haber
saldılar. Ebû Bekir kadınlarımıza, çocuklarımıza kötü
örnek oluyor. Ya onun kimseye görünmeden ibadet etme-
sini sağla veya onu himâyenden çıkar, dediler. İbnü’d-Dü-
gunne hemen Mekke’ye geldi ve Hz. Ebû Bekir’i uyardı. O
da “Öyleyse ben artık senin himâyenden çıkıp tamamen
Allah’ın himâyesine giriyorum” dedi.
O günlerde Rasûl-i Ekrem Müslümanlara hicret için
yeni bir hedef gösterdi. “Medine’ye gidin!” buyurdu. Bu-
nun üzerine o da Medine’ye gitmeye karar ver-
di. Artık hem Rasûlullah’tan hem de güzelim
Kâbe’den ayrılmayı göze alacak kadar bunal-
mıştı. Fakat Peygamberler Sultanı onun tek ba-
şına hicret etmesine izin vermedi. “Hele bekle!
Bana da hicret için izin verileceğini umuyorum,
beraber gideriz.” dedi.
Rasûl-i Ekrem’le birlikte hicret etmenin hayali
bile güzeldi. Yol boyunca ona hizmet etme şerefine
nâil olacaktı. O sevinçle hemen develerin yaylım ye-
rine gitti. En değerlisinden iki deve seçti. Onları evde
ağaç yapraklarıyla özel surette beslemeye başladı.
Aradan tam dört ay geçti. Bir öğle vakti, or-
talık sıcaktan kavrulurken Allah’ın Rasûlü çıka-
geldi. Mübarek başını bir örtüyle örtmüştü. Ebû
Bekir onun bu saatte geldiğini hiç görmemişti.
Çok meraklandı. Rasûl-i Ekrem hemen konuya
girdi:
“Odadakileri dışarı çıkar; önemli bir mesele
konuşacağız.” dedi.
Hz. Ebû Bekir boyun büktü:
“Yâ Rasûlallah! Sana can kurban, bunlar senin
aile fertlerin değil mi?” dedi. Hicrete izin çıktığını
öğrenince “Yanında ben de var mıyım?” diye he-
yecanla sordu. Rasûl-i Ekrem:
“Evet, varsın. Haydi, hazırlan!” deyince dünya-
lar onun oldu:
Kur’an okurken
gözyaşlarını tutamazdı.
Onun derin bir vecd
içinde ibadet edip
Kur’an okuyuşu, özellikle
kadınların ve çocukların
ilgisini çeker, Hz. Ebû
Bekir’i hayretle seyreder,
duygulanırlardı.
6
“Canım sana kurban olsun, ey Allah’ın Rasûlü! İki
deve hazırladım; beğendiğini al.” dedi.
Rasûl-i Ekrem:
“Parasını ödeyerek kabul edebilirim.” buyurdu ve
Kasvâ adlı deveyi aldı.
Medine Yolunda
Önce iyi bir kılavuz buldular. Kılavuz Müslüman
değildi ama güvenilir biriydi. “Üç gün sonra falan yere
gel!” diyerek develeri ona teslim ettiler ve kimseye gö-
rünmeden evin arka penceresinden çıkıp Sevr dağındaki
bir mağaraya sığındılar. Orada üç gün kaldılar. Hz. Ebû
Bekir’in oğlu Abdullah karanlık basınca geliyor, Mek-
ke’den haber getiriyordu; genç kölesi Âmir İbni Füheyre
de mağara civarında koyun otlatıyor, sağdığı sütün içine
kızgın taş koyarak onu birazcık pişirip efendilerine ik-
ram ediyordu.
Hz. Ebû Bekir dışarıda etrafı gözetlerken
bir grup Mekkelinin kendilerine doğru
geldiğini gördü. Büyük bir telâşa
kapıldı. Kâfirler Rasûlullah’ı ya-
kalayıp ona bir fenalık yapar-
lar diye korkuyordu. Adam-
lar gelip mağaranın önünde
durunca yüreği ağzına geldi.
Bir onların ayaklarına, bir
Rasûlullah’ın yüzüne bakıyor,
şimdi onu görecekler diye ter
döküyordu. Rasûl-i Ekrem:
“Üzülme, Ebû Bekir! Allah bi-
zimle beraberdir.” buyurdu. Ama onun
heyecanı yatışmamıştı:
“Ayaklarının ucuna bir baksalar bizi görecekler.” dedi.
Peygamber aleyhisselâm onun kulağına fısıldadı:
“Bizim yardımcımız Allah’tır, endişelenme!” O
sırada adamın biri mağaranın önünde abdest bozma-
ya başladı. Rasûl-i Ekrem onu göstererek “Eğer bizi
fark etselerdi, bu adam gözümüzün önünde bu işi
yapmazdı.” dedi.
Artık Hz. Ebû Bekir rahatlamıştı.
Dördüncü gün kılavuz develeri getirdi. Koyun çobanı
Âmir İbni Füheyre’yi de yanlarına alarak sahil yolundan
Medine’ye doğru yola çıktılar.
Hz. Ebû Bekir, yolda Rasûlullah’ın rahat etmesi için
elinden geleni yapıyordu. Uygun yerlerde onun bir süre
dinlenmesini istiyor, eliyle düzeltip temizlediği yere ya-
nındaki kürkü seriyor, Rasûlullah’ın onun üzerinde bi-
razcık yatıp dinlenmesini sağlıyor, ona kimseler zarar
vermesin diye gözcülük yapıyordu. Kâinâtın Efendisi’nin
susadığını gördükçe yolda rastladıkları çobanlardan süt
alıp Rasûlullah’a taze süt ikram ediyordu.
Yol boyunca Hz. Ebû Bekir’i derin endişelere sevk
eden bazı olayları geride bırakıp Medine’ye vardılar ve
Kuba semtinde yaşayan Amr İbni Avf ailesine misafir ol-
dular. Günlerdir yollarını bekleyen Medine-
liler, başlarına konan o devlet kuşunu
görmeye koştular.
Ticaretseferleridolayısıylata-
nıdıkları Hz. Ebû Bekir’i selâm-
lıyorlar, ama misafirlerden han-
gisinin Rasûlullah olduğunu
bilmiyorlardı. İşte o sırada Hz.
Ebû Bekir, Rasûl-i Ekrem’in
üzerine güneş geldiğini görün-
ce, onun Kâinatın Efendisi’ni in-
citmesine meydan vermemek için
hemen kalktı, ridasını çıkarıp güneşin
geldiği yeri kapadı. İşte o zaman Medine-
liler kimin Rasûlullah olduğunu anladılar.
Hz. Ebû Bekir yol boyunca gözü gibi koruduğu
Rasûl-i Ekrem’i, onun hasretiyle yanan Medinelilere sağ
sâlim emanet edince derin bir nefes aldı. Geri kalan ha-
yatı boyunca ondan bir daha ayrılmadı.
Allah kendisinden razı olsun, bizi de şefaatiyle şeref-
lendirsin (Âmin).
dular. Günlerdir yollarını bekleyen Medine-
liler, başlarına konan o devlet kuşunu
görmeye koştular.
Hz. Ebû Bekir dışarıda etrafı gözetlerken
bir grup Mekkelinin kendilerine doğru
geldiğini gördü. Büyük bir telâşa
kapıldı. Kâfirler Rasûlullah’ı ya-
kalayıp ona bir fenalık yapar-
şimdi onu görecekler diye ter
“Üzülme, Ebû Bekir! Allah bi-
buyurdu. Ama onun
ce, onun Kâinatın Efendisi’ni in-
citmesine meydan vermemek için
hemen kalktı, ridasını çıkarıp güneşin
geldiği yeri kapadı. İşte o zaman Medine-
liler kimin Rasûlullah olduğunu anladılar.
Üzülme, Ebû Bekir!
Allah bizimle beraberdir.
”
”
77
HİCRET GÜNLÜĞÜ
Hicret tevhit şulesi, tabuları yıkmaktır
Zifiri karanlıktan aydınlığa çıkmaktır
Hicret iman güneşi, ümidin çerağıdır
Vahdetin gül çeşmesi, hakikat durağıdır
Hicret şirkin zehrini idrâklerden koğmaktır
Yesrib’in üzerine güneş gibi doğmaktır
Hicret zulmetten nura, kardeşliğe akmaktır
Veda tepelerinden Medine’ye bakmaktır
Hicret cihad-ı ekber, köprüdür selâmete
Gözü gibi bakmaktır mukaddes emanete
Hicret anka misali, küllerinden doğmaktır
İmanın ziyasıyla karanlığı boğmaktır
Hicret vahdet ağacı, tutunulan daldır o…
Yesrip’ten Medine’ye giden kutlu yoldur o…
Hicret teslimiyettir, zincirleri kırmaktır
Kavruk Hicaz çölünde medeniyet kurmaktır.
Hicret vuslat neşesi, aşka açılan kapı…
İman coğrafyasında mübarek, nurlu yapı…
Hicret tebliğde milât, takvim onunla başlar
Kavuşma sevinciyle gözlerden akar yaşlar
Hicret selâmet yurdu, davete icabettir
Gurbet sıladır şimdi, gayri sıla gurbettir
Hicret Hakk’ta yok olmak, vahdette çoğalıştır
Hakikat nazarında bir verip bin alıştır
Hicret kutlu yolculuk, öz yurdundan firaktır
Onunla uzak yakın, yakınlar pek ıraktır
Hicret kaçış değildir, dosta doğru gitmektir
Hasret ateşinde köz, yanıp yanıp tütmektir
Hicret bir şah damardır, kalp göğünde güneştir
Gönül sahralarını yakan kızgın ateştir
Hicret genişlemektir, ebedî inşirahtır
İslâm’ın gür sesidir, göğü kuşatan âhtır
M. Nihat MALKOÇ
7
8
GERÇEK
MUHÂCİR
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
Abdullah b. Amr radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
“Gerçek muhâcir, Allah’ın nehyettiklerini terk edendir.”1
Muhâcir
İslâm tarihi ve sistemi bakımından büyük bir etki-
ye ve öneme sahip olan hicret olayının kahramanlarına
ilâhî kelâm muhâcir unvanını vermiş ve onları Muham-
med ümmetinin başında yer alan kesim olarak takdir ve
takdim etmiştir.
İnançları uğrunda dünyevî değer olarak neleri varsa
hepsinden vazgeçebilen bu çileli ve özverili mü’minler,
İslâm adına katlanılması gereken her türlü sıkıntıyı ilk
kez ve belki de en ağır şekilde göğüslemişlerdir. Bu se-
beple de erişilmez mevkilerini hakkıyla elde etmişlerdir.
İnanmanın; her şeyini kaybetmek demek olduğunu göre
göre, bile bile inanmak ve inancı uğrunda nelerle karşıla-
şacağını bilmediği diyarlara Habeşistanlara kadar gitmeyi
kabullenmek, emredilen yere göç etmek, Allah ve Rasûlü’ne
hicretten başka ne ile izah edilebilir! Bu sebeple de muhâcir
büyük şahsiyet, hicret büyük mazhariyettir.
Hicret
İmandan sonra ikinci farz olarak Müslümanların
gündeminde yer alan tarihi hicret, özellikle şirki ve müş-
rikleri terk etmek anlamında o günün Müslümanlarının
şuuruna vardıkları biricik İslâmî aksiyondu. Çünkü hic-
ret, İslâm’a, en güzele gitmek, ona hizmet etmekti. Onun
uğrunda her şeyden vazgeçmek, İslâm’ı mes’ele etmekti.
İslâm’dan başka her şeyi İslâm için terk etmekti.
Kelime olarak da tarihî uygulama olarak da hicretin
ilk manası, terk etmekti. Terkedilecek olanlar ve terk ni-
yeti hicrette pek önemliydi. Öylesine ki, muhâcir olmak
9
için Mekke’yi terk etmek ve hatta Medine’ye gelmek yet-
miyordu. Ümmü Kays ile evlenmek niyetiyle böyle bir
yolculuk yapmış Mekkeli, niyetine göre isimlendirile-
cek, “Ümmü Kays’ın muhâciri” olarak değerlendiri-
lecekti. Bu, hicret’te görüntü ve mekân değişikliğinin
değil; neyin, niçin terkedildiğinin önemli olduğunu
belgelemekteydi. Zaten “kişinin eline geçecek olan da
niyet ettiği” idi.
Hicrî 8. yılda Mekke’nin fethi, tarihi anlamı içinde
“muhâcir” olma şansını ortadan kaldırıyordu. Artık
cihad ve cihad niyeti gereği olarak hicret söz konu-
su olabilirdi. Yani hicret temel anlamıyla geçerliydi.
Mekke’den Medine’ye yönelik tarihî uygulamasıyla
hicret sona ermişti.
Çağların Cihadı Hicret
Tarihî hicretin İslâm için ifade ettiği mana, kuru-
luş döneminin çok zor günleri ve sıkıntıları göz önüne
getirildiği zaman anlaşılabilir. O gün hiç bir şey, hicret
kadar, yani şirki ve müşrikleri terk edip Müslümanlara
iltihak etmek kadar önemli olamazdı. O gerilimli hava
içinde hicretin temelinde yatan aslî mana, olayın sosyo-
lojik önemi karşısında biraz geri planda kalmış olabilir-
di. Zira hicret olayı, o güne kadar yaşanmamış bir inanç
yolculuğu olarak günün Müslümanlarının olduğu ka-
dar, müşriklerinin de gündemindeydi. Dehşetli ve garip
olaylar yaşanıyordu. Gündem tek maddeliydi. Hicret›ten
ibaretti. Hicret etmek isteyenlerin başına olmadık şeyler
geliyordu. eI-Muhâcir b. Kunfuz, hicret ederken yaka-
lanmış, tutuklanmış hicretten vazgeçirilmek istenmişti.
O bir fırsatını bulup kaçmış ve Medine’de Hz. Peygam-
ber’e ulaşmıştı. Hz. Peygamber kendisini dinledikten
sonra “Bu gerçek muhacirdir.” diye onu taltif etmişti. O
günden sonra da İbn Kunfuz’un adı “el-Muhâcir” kalmış,
asıl ismi unutulmuştu.
Böylesine iltifât ve “muhâcir” olabilme şansı elbette
her Müslüman için söz konusu değildi. Ancak bu mazha-
riyeti kaçırmış Müslümanların hicretten hiç mi nasibi ol-
mayacaktı? İşte hadisimiz bu sorunun cevabını vermekte,
hicretin sadece mekânda değil zamanda da olabileceğini,
her zaman ve herkes için geçerli ve temelli bir manasının
bulunduğunu belirlemektedir: “Gerçek muhâcir, Allah’ın
nehyettiklerini terk edendir.”
Hz. Peygamber, kendisine yöneltilen “Hangi hic-
ret daha üstündür?” sualine de aynı cevabı verecekti:
“En üstün hicret, Allah’ın sana haram kıldıklarını terk
etmendir.”2
Hadisimiz, hicretin öz ve temel manasını dikkatlere
sunmakta, başta şirk olmak üzere, Allah Teâlâ’nın “kerih
gördüğü”, “haram kıldığı” ya da “nehyettiği” şeyleri terk
eden, yasaklardan uzak kalan, iyiye, güzele, en güzele yö-
nelen herkesin gerçek bir hicreti yaşadığını vurgulamak-
tadır. İşte bu Peygamberî tespit, hicreti çağların cihadı
haline getirmektedir.
Hicret, İslâm’a, en
güzele gitmek, ona
hizmet etmekti.
Onun uğrunda her
şeyden vazgeçmek,
İslâm’ı mes’ele
etmekti. İslâm’dan
başka her şeyi İslâm
için terk etmekti.
10
1
Buhârî, İman 4; Rikak 26; Ebû Dâvûd, Vitr 2, 11, 12,
Cihad 2; Nesâî, İman 9, İbn Mâce, Fiten 2; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 11, 163, 192, 193, 205, 206, 209, 212,
215, 224, III.-154, VI, 21, 22.
2
Ebû Dâvûd, Vitr 11; Nesâî, Zekât 49, Bey’at 12; Dârimî,
Salat 135, Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 160, 491, 193,
195, 224, 391, III, 412, IV, 385.
3
Nesâî, Bey’at 13.
4
Tirmizî, Cennet 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 240.
5
Müslim, Fiten 130; Tirmizî, Fiten 31; İbn Mâce 14;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 25, 27.
Ensâr’ın da Muhâcirleri
Vardı
Unutulmamalıdır ki, şirkin temsil ettiği yasaklardan
her uzaklaşma bir hicret, böyle bir olayı gerçekleştiren
herkes de, nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun bir
muhâcirdir. Nitekim Nesâî’nin rivâyet ettiği bir hadiste
İbn Mes’ud’un açıkça ifade ettiği gibi aslında, “Ensâr için-
de de muhâcirler vardı; zira Medine dâr-i şirk iken Aka-
be’ye gelerek Hz. Peygamber’e bey’at etmişlerdi.”3
Bir başka
ifade ile Medine’de Yesrib’den Medine’ye hicret etmişti.
Hadisimiz iman gereklerinin yaşanabileceği mad-
dî-manevi bir muhit arama demek olan hicrete, önce
gönüllerde başlamak, sonra en yakın çevreden itibaren
mevcudu ıslah etmek anlamını kazandırmaktadır. Bü-
tün tebliğ ve irşâd faaliyetlerinin, Allah’ın nehyettikle-
rini terk etme hicretini gerçekleştirme hedefine yönelik
olduğu da ortaya çıkmaktadır. Zaten Sevgili Peygam-
berimiz, “İster Allah yolunda hicret etsin, isterse doğ-
dukları yerlerde vefat etsinler, İslâm esaslarına uygun
yaşayanları Allah bağışlayacaktır.” buyurmaktadır.4
Bu,
bağışlanma için İslâm’ın mes’ele edinilmesi gerektiğini
göstermektedir. Muhâcir de hiç şüphesiz İslâm’ı mes’ele
edindiği için her şeyinden ayrılmaktadır. Öte yandan
yine Sevgili Peygamberimiz “Fitne ve bozgun içinde
ibadet, bana hicret etmek demektir.” buyurmaktadır.5
Bu
hadiste de görüldüğü gibi, Allah’a kul olmaya çalışmak
hicret sevabı kazandırmaktadır. Zira hicretteki temel
amaç İslâm’ın yaşamasıdır. Kulluğunu diri tutmaya ça-
lışan da İslâm’ın yaşamasına çalışıyor demektir.
Haramları Terk Etmek
Belki birçok Müslüman’a “haramları terk etmenin
gerçek hicret olması”, tarihi hicret olayı karşısında bi-
raz zor anlaşılır bir değerlendirme gibi gelebilir. Ama
haramları terk etmenin, memleketi, çoluk-çocuğu, her
şeyi terk etmek kadar zor olduğuna da herkesin haya-
tında şu veya bu bahanelerle ve fakat yoğun şekilde ya-
şayan haramlar şâhittir. Günümüzde giderek artan ve
ağırlığını hissettiren haramlar, onları terk edebilmenin
gerçekten bir hicret, bunu yapabilen babayiğitlerin de
hakiki “muhâcir” olduklarını göstermiyor mu? Özellik-
le kurumlaşmış haramlardan uzak kalmak kaç Müslü-
man’a nasib olan bahtiyarlıktır?
Haramlardan uzak yaşayabilenlerin toplum tarafın-
dan algılanış şekli de, muhâcirlerin, müşrikler tarafın-
dan değerlendirilmesine ne kadar benzemektedir?
Bu sebeple hadisimizdeki tespit, hakikatin ta ken-
disidir: “Gerçek muhâcir, Allah’ın nehyettiklerini terk
edebilendir.”
Bu İlden Gitmek Yok
Yugoslavyalı bir Müslüman, içinde bulunduğu du-
rumdan yakınıyor. Dostu ona “Çok bunalmışsan, İstan-
bul’a gel, hicret et.” teklifinde bulunuyor. Yugoslavyalı
müminin cevabı şu:
“Eğer ben hicret eder, İstanbul’a gelirsem, dünya
haritasını çizenler, bizim oraları Müslümanların azın-
lık olarak yaşadıkları yerler olarak göstermezler. İslâm
dünyası küçülmüş olur. Ben yerimde kalacağım. Bir
gün Müslümanlar oralara gelirlerse, bana ihtiyaçları
olabilir...”
Bu cümlelerin ve buna benzer düşüncelerin sahip-
lerine “bulunduğu yerde muhâcir” dememek mümkün
mü?
Bu sebeple ve hadisimizin açıkça ortaya koyduğu
gerçeğe dayanarak, “Bu ilden gitmek yok. Hicreti bu-
lunduğumuz yerde ve şartlarda, her geçen gün biraz
daha iyi olmaya çalışarak, önce haramlardan sonra şüp-
helilerden uzak kalmaya gayret ederek yaşamak, var.”
diyoruz.
Unutulmayalım ki, amel dünyamızdaki her düzelme,
hicret yolunda atılmış bir adımdır.
11
HASRETLİK
Kurumuş toprak gibi yüreğimde çatlaklar
Ab-ı hayat bekliyor, bir damla suya hasret
Kurak bir güz mevsimi etrafımda yapraklar
Düşüyor dallarından sanki bahara hasret
Zaman denen değirmen öğüttükçe her anı
Mazi, hal ve istikbal eder feryat figanı
Kimler anlar halimden, kime edem beyanı
Vuslatın terennümü sadayı yare hasret
Bir uzun seferdeyim hedef yarin gözleri
Kafi gelir mi bilmem lügatlerin sözleri
Hisleri alevleyip tutmaktır tüm közleri
Yanmaya meyyal gönül ateş-i aşka hasret
Seher vaktinde esen serin bir rüzgar gibi
Gönlün gülizarında güllerin andelibi
Denizler ötesinde aks-i kamer sebebi
Cemalinin zuhuru bir küçük nura hasret
Düşüyor dallarından sanki bahara hasret
Vuslatın terennümü sadayı yare hasret
Yanmaya meyyal gönül ateş-i aşka hasret
Cemalinin zuhuru bir küçük nura hasret
Gülnur ALTUNTAŞ
11
12
HİCRET-I
Mutlu BİNİCİ
Medine Müminleri Bekliyor
Onlar, yüce dağlardan daha ağır bir yükün altına gir-
diler. Ne verdikleri sözden döndüler ne şikâyet ettiler. En
ağır sıkıntılara en derin acılara maruz kaldılar. Zulüm
dört bir yanı sardığında onlar Allah dediler, acılarını,
kederlerini Rablerine arz ettiler. Âlemlerin Rabbi, maz-
lum kullarının imdadına Medineli kahramanlarla yetişti.
Akabe’de söz veren yiğitler Muhammed aleyhisselâm’ı ve
Mekkeli mümin kardeşlerini Medine’ye davet ettiler.
Kureyş, Akabe Biati’ne mani olamamış, Medineli
Müslümanları ellerinden kaçırmıştı. Bunun verdiği hırs-
la müminlere daha çok işkence ediyor, baskılarını her
gün bir kat daha artırıyorlardı. Zulüm dayanılmaz bir hal
alınca Nebi aleyhisselâm, çilekeş sahabilerine Medine’ye
gitmelerini ve orada bulunan kardeşlerine katılmalarını
emretti:
“Sizin Hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasın-
da hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi. Orası Me-
dine’dir.”1
“Yüce Allah, onları size kardeş, Medine’yi de
emniyet ve huzur bulacağınız bir yuva kılmıştır.”2
Müminler hicret için hazırlanmaya ve küçük kafileler
halinde Medine’ye hicret etmeye başladılar. Ebû Seleme
Abdullah b. Abdulesed Akabe Biati’nden bir sene evvel
hüzün dolu bir yolculuğun sonunda Medine’ye varmış-
tı.3
Mus’ab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektûm ise
Birinci Akabe Biati’nden sonra Medine’ye gitmişlerdi.4
Allah Rasûlü’nün emrinden sonra ilk hicret edenler ise
Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ binti Ebî Hasme oldu.5
Müslümanlar çok gizli hareket ediyor, Kureyş’in ta-
kibinden, yakalanıp hapsedilmekten korkuyorlardı. Yal-
nızca Hz. Ömer hicret ettiğini tüm Mekkelilere açıkça
ilan etti. O, silahlarını kuşanmış bir halde gelmiş, Kâbe’yi
tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklerin
karşısına çıkarak onlara meydan okumuştu:
“Ben Medine’ye gidiyorum. Anasını ağlatmak, karısı-
nı dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa şu vadi-
nin arkasında karşıma çıksın.”6
İki ay gibi kısa bir süre içerisinde Müslümanların
büyük çoğunluğu Medine’ye hicret etmişti. Peygamber
Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir ile aileleri, Hz. Ali ve annesi
Fatıma binti Esed ise henüz Mekke’deydi. Hicret edecek
gücü olmayan, müşrikler tarafından yakalanıp zincire
vurulan ya da hastalığı sebebiyle hicret edemeyenler de
Mekke’de kalmışlardı.
Efendimiz aleyhisselâm gemisini en son terk eden
kaptan misali, müminlerin tamamı Medine’ye varıp can
güvenlikleri sağlanıncaya kadar Mekke’den ayrılmamıştı.
Müminler Medineli kardeşlerinin yanına gelip canlarını
kurtardıklarında O ve ailesi Kureyş cellatlarının tehdidi
altındaydı. O’nun, kardeşlerine karşı derin bir sevgi ve
merhameti vardı.
Kureyş Panik İçinde
Yesribli Müslümanlar yerini yurdunu terk eden,
imanları uğruna sahip oldukları tüm dünyalıklarından
vazgeçen Mekkeli kardeşlerine kucak açmış; evlerini,
sofralarını onlarla paylaşmışlardı. Kuba kasabasında top-
lanan muhacirlere daha düne kadar basit bir köle olan
Sâlim imamlık yapıyor7
, yeni bir dünyanın hayalleri ku-
ruluyor, müminler hasret ve heyecanla en büyük muha-
cirin Medine’ye gelmesini bekliyorlardı.
Sİyer-İ Nebİ Derslerİ 32
12
13
Hz. Ebû Bekir de hicret etmek için Efendimiz
aleyhisselâm’dan izin istemiş, Mübarek Nebi kendi-
sine “Acele etme. Umulur ki Allah sana bir arkadaş
bulur.” buyurmuştu.8
Hz. Ebû Bekir bu dostun Efen-
dimiz aleyhisselâm olacağını umut etmiş hazırlıklara
çoktan başlamıştı. Sekiz yüz dirheme satın aldığı iki
deveyi, Semüre ağacının yapraklarıyla en yüce yolcu-
luk için besliyordu.9
Kureyş liderleri panik içindeydi. Yıllar boyu işkence
ettikleri insanlar şehri terk etmiş, Yesribli iman kardeş-
lerinin yanlarına gitmişlerdi. Kureyş korkuyordu. Güç-
lerini birleştiren Müslümanlar Medine’de iyice kuvvet-
lenebilir ve bir gün Mekke’yi ele geçirebilirlerdi. Ayrıca
Medine, Mekke-Suriye ticaret yolunun tam üzerindeydi.
Müslümanlar Kureyş kervanlarına zarar verebilir, bu du-
rum Kureyş’in iflasına, Mekke ekonomisinin çökmesine
neden olurdu. Yakın zamanda Muhammed aleyhisselâm
da Medine’ye gidecek, Kureyş için asıl felaket işte o za-
man başlayacaktı. Neyse ki Muhammed hâlâ Mekke’de
ve oldukça korumasız bir haldeydi. Kureyş bu fırsatı de-
ğerlendirmeli, uykularını kaçıran tehlikeden bir an evvel
kurtulmalıydı. Ecel korkusu yaşayan Kureyş, derhal top-
lanmaya karar verdi.
Onlar Tuzak Kurarlar, Allah da Tu-
zaklarını Bozar
Daru’n-nedve’de sabahın erken saatlerinde başlayan
toplantıya tüm kabilelerin liderleri katılmış, Efendimizin
kabilesi Haşimoğullarından ise Ebû Leheb dışında kimse
çağırılmamıştı. Daru’n-nedve tarihindeki en önemli top-
lantı, sıkı güvenlik tedbirleri alındıktan sonra başladı.
İslam artık Mekke dışına yayılmış, durum Kureyş’in
kontrolünden çıkmıştı. Yakın bir zamanda Müslümanlar
Mekke’ye saldırabilirlerdi. Öyleyse hemen bir çare bu-
lunmalıydı. İlk teklif Esedoğullarının lideri Ebû’l-Bahte-
ri’den geldi. O, Peygamberimizin zincire vurulup hapse-
dilmesini ve ölünceye kadar zindanda tutulmasını teklif
etti. Fakat bu teklif yerinde bulunmadı. Zira Muhammed
aleyhisselâm’ın kardeşleri, onun uğruna her şeyi göze
alabilecek sahabileri vardı. Kureyş iman dolu yürekleri
durduramaz, Allah’ın sadık ve sevgili kulunu zindanda
çok fazla tutamazdı.
Sonra Ebû’l-Esved Rebîa b. Amr’ın sesi yükseldi. Ona
göre Muhammed aleyhisselâm sürgün edilmeli, Kureyş
rahat bir nefes almalıydı. Fakat bu fikir de kabul edilme-
di. Zira Allah Rasûlü samimi davranışları, tatlı sözleriyle
insanların kalbini kazanabilir, bir başka yerde çok daha
fazla güçlenebilir ve Kureyşli zalimlerin iktidarını orta-
dan kaldırabilirdi. Hayır, sürgün teklifi hiç de makul gö-
zükmüyordu.
Nihayet sözü ümmetin firavunu Ebû Cehil aldı. Ku-
reyş’in bu badireden kurtulmasının tek yolu Muham-
med’in öldürülmesiydi. Her kabileden güçlü kuvvetli bir
yiğit seçilecek, ellerine keskin birer kılıç verilecek, bu cel-
latlar hep birden Muhammed aleyhisselâm’ı öldürecek-
lerdi. Cinayeti işleyenler tüm kabileleri temsil ettiğinden
Haşimoğulları intikam için tüm Mekke’yle savaşmayı
göze alamayacak, bunun yerine fidye ödenmesine razı
olacaktı. Kureyş fidyeyi ödeyecek ancak yıllardır başları-
nı ağrıtan, hâkimiyetlerini tehdit eden İslam Peygambe-
ri’nden de kurtulmuş olacaktı.10
“Hani kâfirler seni tutuklayıp
hapsetmek, öldürmek veya
yurdundan çıkarmak için sana tuzak
kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlar,
Allah da tuzaklarını bozar. Allah
tuzak kuranlara karşılık verenlerin en
hayırlısıdır.”
(Enfâl 8/30)
13
14
Toplantıya katılanlar Ebû Cehil’in teklifini büyük bir
heyecan ve sevinçle karşıladı. Derhal cellatlar seçildi ve
kılıçlar teslim edildi. Kur’an-ı Kerim bu korkunç planı
bizlere şöyle anlatır:
“Hani kâfirler seni tutuklayıp hapsetmek, öldür-
mek veya yurdundan çıkarmak için sana tuzak kuru-
yorlardı. Onlar tuzak kurarlar, Allah da tuzaklarını
bozar. Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en
hayırlısıdır.” (Enfâl 8/30)
Firavun ve yandaşları Allah’ın salih ve sadık kulunu
yurdundan çıkarmak, onu etkisiz hale getirmek için her
şeyi yapıyorlardı. Fakat Rabbimiz, asıl onların bu mü-
barek şehirde fazla kalamayacaklarını haber veriyordu.
(Bkz. İsrâ 17/76)
Âlemlerin Rabbi, Kureyş’in suikast planını Sevgili
Peygamberimize haber vermiş, O’na Medine’ye hicret et-
mesini emretmişti11
:
“De ki: Yâ Rabbî! Gireceğim yere doğrulukla gir-
memi, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkmamı nasip
eyle. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuv-
vet ver.” (İsrâ 17/80)
Hz. Ebû Bekir’in Evinde
Hicret emrini alan Peygamberimiz, öğle saatlerinde
Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. Allah Rasûlü her gün sabah
ya da akşam vakitlerinde Hz. Ebû Bekir’i ziyaret ederdi.
Efendimizin hiç gelmediği bir saatte yaptığı ziyaret, Hz.
Ebû Bekir’i çok şaşırttı. Peygamberimiz Medine’ye hicret
için Rabbinin kendisine hicret izni verdiğini söyledi. Hz.
Ebû Bekir bu en zorlu yolculukta Allah Rasûlü’nün ya-
nında olacağını öğrenince sevincinden ağlamaya başladı.
Birlikte hicret etme ümidiyle satın alıp dört aydan beri
beslediği develerden birini Efendimize hediye etmek is-
tedi. Fakat Allah Rasûlü ancak ücretini ödemesi şartıyla
bu teklifi kabul etti.12
Peygamberimiz satın aldığı bu de-
veye Kasvâ ismini verdi.
Nebi aleyhisselâm hayatının hiçbir döneminde en
yakın arkadaşlarına dahi yük olmak istemedi. Rabbinin
rızası için yapacağı mübarek yolculuk için ne gerekiyor-
sa kendi imkânlarıyla karşılamak istedi. Kıyamete kadar
gelecek tüm İslam davetçileri, kimseye yük olmamak ve
Allah’tan başka kimseden bir şey istememek hususunda
O’nu örnek edindi.
Bir adım ötede ne ile karşılaşılacağı belli olmayan,
ölümle burun buruna yapılacak zorlu hicret yolculuğu
için çok iyi bir kılavuza ihtiyaç vardı. Efendimizin Mek-
ke’yi terk ettiğini öğrenen Kureyşliler, O’nun Medine’ye
gittiğini anlayacak ve yakalamak için yollara düşecekler-
di. Öyleyse Medine’ye varmak için insanların bilmediği,
kullanmadığı daha güvenilir ve tenha yolları kullanmak
gerekiyordu. İşte bu sebeple Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir,
henüz Müslüman olmayan fakat yolları gayet iyi bilen
Abdullah b. Uraykıt’ı kılavuz olarak tuttular. Abdullah’a
develeri teslim ederek üç gün sonra Sevr Dağı’nın eteğin-
de buluşmak üzere kendisiyle anlaştılar.13
Allah Rasûlü’nün insanlık tarihinde dönüm noktası
olacak bu yolculuğu sırasında müşrik bir kılavuz kirala-
ması oldukça önemlidir. Müminler ehil insanlarla hare-
ket etmeli, işlerini en güzel şekilde sonuçlandırmak için
sahasında uzman olan, güvenilir kimselerle çalışmalıdır.
Zâtünnitâkayn
Hz. Ebû Bekir’in kızları Hz. Esmâ ve Hz. Âişe de bu
mübarek faaliyetin içinde yer almış, zorlu yolculuk için
erzak hazırlamışlardır. Hz. Esmâ bir torbaya azık koyup
bir kırbaya da su doldurdu; ancak kapların ağızlarını
bağlamak için ip bulamayınca belindeki kuşağı çıkarıp
ikiye böldü; bir parçasıyla azık torbasının, diğer parça-
sıyla da su tulumunun ağzını bağladı. Bundan son dere-
ce memnun olan Hz. Peygamber’in, “Allah bu kuşağının
karşılığında cennette sana iki kuşak versin.” diye iltifat
etmesi üzerine Hz. Esmâ’ya “Zâtünnitâkayn” (iki kuşak-
lı) lakabı verildi.14
Yaman Bir Çelişki
Hazırlıkların tamamlanmasından sonra Peygamberi-
miz evine geldi ve Hz. Ali’yi yanına çağırdı. Kendisine
bu gece Medine’ye hicret edeceğini ve Kureyş’in suikast
planını haber verdikten sonra şöyle buyurdu:
“Bu gece benim yatağıma sen yat. Şu hırkamı da üstü-
ne ört. Korkma, sana hiçbir şey yapamayacaklar.”
Efendimiz ayrıca Kureyşlilerin kendisine güvendikle-
ri için emanet ettikleri değerli eşyaları Hz. Ali’ye teslim
ederek bu eşyaları sahiplerine vermesini, sonra kendisi-
nin de Medine’ye hicret etmesini emretti.15
Kureyş hem Muhammed aleyhisselâm’ı öldürmek is-
tiyor, hem de koca şehirde ondan daha güvenilir, ema-
netlerini teslim edebileceği emin bir kimse bulamıyor-
du. Allah’ın Rasûlü’nü öldürmek için bir araya gelenler,
aslında birbirlerine karşı ne bir samimiyet ne de güven
14
15
duyabiliyorlardı. Ama ne gariptir ki koca şehir toplanmış
herkese huzur ve güven veren kişiyi öldürmek istiyordu.
Düşmanlarına güven veren, katil ve canilere emniyet aşı-
layan sevgili Peygamberimiz ile ümmeti ile arasında ne
büyük bir uçurum var.
Bu Putlar İçin mi Rabbinize İsyan
Ediyorsunuz?
Rivayete göre o gün insanların evlerinde dinlendiği
bir saatte Allah Rasûlü, Hz. Ali ile birlikte Kâbe’ye gitti.
Efendimizin omuzlarına çıkan Hz. Ali Kâbe’nin üzerin-
deki putları kırıp parçaladı.16
Belki de Efendimiz Kureyş’e
son bir mesaj vermek, onları bir kez daha uyarmak istedi.
“Ey kavmim bu taşlar için mi Allah’a iman etmiyor, Rasû-
lü’nü öldürmek istiyorsunuz!” diyerek onlara tıpkı atası
İbrahim gibi hakkı gösterdi.
Gözleri Var Ama Göremezler
Gece olduğunda Nebi aleyhisselâm, Hz. Ali’yi yatağı-
na yatırdıktan sonra üzerine Hadramevt kumaşından ye-
şil hırkasını örttü. Bu sırada Kureyş’in eli kanlı cellatları
evin etrafında toplanmaya başlamışlardı. Allah Rasûlü
Mekke’deki mübarek hanesinde son dakikalarını yaşıyor-
du. Hz. Hatice ile bu evde yirmi beş yıl mutlu bir evlilik
sürmüş, çocukları bu evde doğmuş, nübüvvetin pek çok
hatırası burada yaşanmıştı. Efendimiz bir süre bekledikten
sonra kapıyı açtı. Evin etrafı katiller ve bu katillerin işleye-
ceği cinayeti izlemek için toplanmış Kureyş’in elebaşlarıyla
doluydu. Muhammed aleyhisselâm yerden bir avuç kum
alarak kendisini öldürmek isteyen katillerin üzerine attı.
Hem yürüyor hem de Yâsin Suresi’nden ayetler okuyordu:
“Önlerine bir duvar, arkalarına bir duvar çekip
onları öyle bir kuşattık ki artık göremezler.” (Yasin
36/8) Allah’ın salih kulu Kur’an okuyor, düşmanlarının
ortasından korkusuzca geçiyor ve kimse kendisini göre-
miyordu. Kalpleri kör olanların gözleri de kör olmuştu.
Muhammed aleyhisselâm evinden ayrıldıktan sonra
hemen Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. İki arkadaş evin arka
kapısından çıkarak Mekke’nin dört kilometre kadar gü-
neyinde bulunan Sevr Dağı’na doğru hareket ettiler.
Müslüman Gençlerin Önderi
Hz. Peygamber’i öldürmekle görevli cellatlar evin içi-
ni gözetlemişler ve Peygamberimizin yatağında yattığını
görmüşlerdi. Arap geleneğinde bir kimseyi evinde öldürmek
en büyük korkaklık ve utanç sebebi sayılırdı. O sebeple katil-
ler eve girmeyi değil Efendimizin evden çıkmasını bekledi-
ler. Ayrıca Peygamberimizi tek bir kişinin değil, tüm Kureyş
sülalelerinin ortaklaşa öldürdüğünü herkese göstermek isti-
yorlardı. Bu şekilde Haşimoğulları, Efendimizin intikamı-
nı almak için tüm Mekke’yi karşısına alamayacak ve fidye
ödenmesine razı olacaktı. Kusursuz planlarından son derece
emin olan Kureyşliler nihayet yolun sonuna geldiklerini, işin
burada biteceğini düşünüyorlardı. Sabah olup Nebi aleyhis-
selâm’ın yatağında Hz. Ali’nin yattığını anladıklarında ise
büyük bir panik yaşandı.
Kureyş’in gözü dönmüş liderleri Hz. Ali’yi dövüyor,
Efendimizin yerini öğrenmek istiyor fakat ne olursa olsun
Hz. Ali’yi konuşturamıyorlardı. Ali gözaltına alınmış17
fakat
vazifesini hakkıyla yerine getirmişti. O, Allah’ın rızasına er-
mek için canından vazgeçen, davanın lideri için nefsini feda
eden, Nebi aleyhisselâm’ın kurtuluşu için kılıçlara, mızrak-
lara kafa tutan cesur ve fedakâr bir yiğitti. O, bizzat Rasûl-i
Ekrem’in yetiştirdiği Allah’ın aslanı, Müslüman gençlerin
önderiydi. Rasûlün yatağında ölüme meydan okuduğunda
henüz yirmi üç yaşındaydı.
FiravununKarşısındaCesurBirKadın
Kureyş telaş içinde Muhammed aleyhisselâm’ı arı-
yor, onu sağ ya da ölü getirip teslim edene yüz deve
ödül vadediyordu. Tüm Mekke ayaklanmış evleri ve
sokakları aramaya başlamışlardı. Ebû Cehil’in aklına
gelen ilk yer Hz. Ebû Bekir’in evi oldu. Adamlarıyla
birlikte hemen oraya gitti. Evin her tarafını aratıp bir
şey bulamayınca Hz. Esmâ’ya babasının ve Peygambe-
rimizin nerede olduklarını sordu. Hz. Esmâ yerlerini
bilmediğini söyleyince Ebû Cehil tüm gücüyle Hz.
Esmâ’ya bir tokat attı. Tokadın şiddetinden Hz. Es-
ma’nın küpesi kopmuş, yere düşmüştü. Ebû Cehil bir
kadına vuracak kadar alçalmış fakat bir netice alama-
mıştı.18
Ama aramaktan vazgeçmeyecekti.
15
16
Sevr Mağarasında
Muhammed aleyhisselâm gece vakti Sevr Mağara-
sı’na gidiyordu. Bugün pek çok kimsenin tırmanama-
dığı mağaraya çıkarken Efendimiz elli üç yaşındaydı.
Karanlıkta batan taşlar dikenler Rasûlün ayaklarını
kana boyadı. Hz. Ebû Bekir mağaraya varıncaya kadar
Efendimizin bir önünde bir arkasında yürüdü. Önden
bir tehlike geleceğini hissettiğinde öne, arkadan bir
tehlikenin yaklaştığını düşündüğünde hemen arkaya
geçiyor, Allah Rasûlü’nü korumanın mücadelesini
veriyordu. Nihayet mağaraya geldiklerinde muhte-
mel tehlikeleri önlemek amacıyla önce Hz. Ebû Bekir
içeri girdi. Vahşi hayvanlar, yılanlar, zararlı pek çok
şey olabilirdi. Hz. Ebû Bekir mağarayı temizledikten
sonra Efendimizi içeri buyur etti.
Hz. Ömer, Ebû Bekir radıyallahu anh’ın hicret gecesi
yaptığı fedakârlıkları anarken şöyle derdi:
“Ebû Bekir’in bir gecesi Ömer’in ailesinin tamamın-
dan daha hayırlıdır. Ebû Bekir’in bir günü Ömer’in aile-
sinin tamamından daha hayırlıdır.”19
Üzülme, Allah bizimle beraberdir
Sevr Mağarasında bunlar olurken Mekke’de tam bir
kargaşa yaşanıyordu. Evler, sokaklar, tüm köşe başları,
vadiler ve dağlar didik aranıyor; çöldeki kabilelere ha-
berler salınıyordu. Yüz develik ödülün iştahıyla harekete
geçen bedeviler, çölü karış karış tarıyor, Medine’ye giden
tüm yolları kontrol ediyorlardı.
Efendimizin Medine’ye gideceğini bilen Mekkeliler
araştırmalarını bu bölgeye yönlendirmekle birlikte iç-
lerinde iz sürmekte mahir olan Kürz b. Alkame’nin de
olduğu bir grup, Sevr Dağı’nın eteğine kadar geldi. Kürz,
izlerin bittiği yeri gördüğünde Kureyşlilere aradıkları
adamın dağın tepesindeki mağarada olduğu-
nu söyledi. Müşrikler mağaraya yaklaştıkla-
rında Hz. Ebû Bekir, Nebi’ye bir zarar geleceği
endişesiyle ağlamaya başladı. Muhammed
aleyhisselâm sevgili arkadaşına “Üzülme, Al-
lah bizimle beraberdir.” buyurdu. Müşrikler
mağaranın ağzına kadar gelmişlerdi. Hz. Ebû
Bekir “Ey Allah’ın Rasûlü, aşağı baksalar bizi
görecekler!” dediğinde Son Peygamber’in ce-
vabı “Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında
neden endişe ediyorsun?” olmuştu.20
Bir Çift Güvercin ve Örümcek Ağı
Allah, Rasûlü’nü korumuş, zalimlerin tüm planlarını
boşa çıkarmıştı. Kureyşliler mağaranın ağzına geldikle-
rinde bir örümceğin yaptığı yuvayı gördüler. Ümeyye b.
Halef “Bu örümcek daha Muhammed doğmadan önce
ağını örmüş.” dedi. Örümcek ağı ile mağaranın önün-
deki çalılığın arasına bir çift güvercin yuva yapmıştı.21
Muhammed aleyhisselam bu mağarada değildi. Öyle ol-
saydı örümceğin ağı bozulur, güvercin yuvası dağılırdı.
Burada çok vakit kaybetmişlerdi. Kuzeye, Medine yoluna
bakmaları gerekliydi. Rabbimiz, kitabında Rasûlü’nü ve
ona samimiyetle inananları koruyacağını şöyle haber ve-
riyordu:
“Şüphesiz ki Biz; peygamberlerimize ve iman etmiş
olanlara hem dünya hayatında, hem de şahidlerin şe-
hadet edecekleri günde mutlaka yardım ederiz.” (Mü-
min 40/51)
Katillerle Allah Rasûlü arasında yalnızca bir örümcek
ağı ve bir çift güvercin vardı. Bir adım ilerleseler ya da
biraz eğilseler Efendimizi göreceklerdi. Bir örümcek ağı
ve bir çift güvercin şeytan ve dostlarını mağlup etmişti.
Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilemezdi.
(Müddessir 74/31)
Kur’an-ı Kerim bu hadiseyi bizlere şöyle anlatır:
“Eğer Peygamber’e yardım etmezseniz, Allah O’na
bir zamanlar yardım ettiği gibi yine edecektir. Hani
kâfirler O’nu yurdundan çıkardıklarında, iki kişi-
den biri olarak mağarada iken yanındaki arkada-
şına: Üzülme! Allah bizimle beraberdir, diyordu.
Nitekim Allah, O’na gönlünü rahatlatan iç huzuru
verdi, O’nu görmediğiniz ordularla destekledi ve
kâfirlerin davasını alçalttı. Çünkü yüce olan dava
yalnız Allah’ın davasıdır. Allah karşı konulmaz bir
16
17
kuvvete sahiptir ve her şeyi yerli yerince yapan-
dır.”(Tevbe 9/40)
Allah Rasûlü ve Hz Ebû Bekir Sevr Mağarası’nda üç
gün kaldı. Bu süre içinde Ebû Bekir’in oğlu Abdullah,
gün boyu Mekke’de yaşananları gece olduğunda ma-
ğaraya gelip Rasûlullah’a haber veriyor, sabah olma-
dan mağaradan ayrılıp Mekke’ye dönüyordu. Âmir b.
Füheyre ise Hz. Ebû Bekir’in koyunlarını dağın çev-
resinde güdüyor, bu şekilde hem Abdullah’ın ayak iz-
leri ortadan kaldırılıyor, hem de Efendimiz ve Hz. Ebû
Bekir’in süt ihtiyacı karşılanmış oluyordu.22
Rasûl’ün
yanında yer almak, düşmanlar etrafını sardığında O’nu
koruyabilecek tek kişi olmak, mağarada üç gün sohbe-
tinde bulunmak ne büyük bahtiyarlıktı! Efendimizin
Yâr-ı gâr’ı (mağara arkadaşı) Hz. Ebû Bekir, kimselerin
hayal edemeyeceği nimetlere nail olmuştu.
Üç günün sonunda ortalık bir nebze de olsa yatış-
mıştı. Dördüncü günün sabahında kılavuz Abdullah b.
Uraykıt daha önce anlaşıldığı üzere develerle birlikte da-
ğın eteğine geldi. Hira Dağı’nda başlayan kutlu yürüyüş,
Sevr Mağarası’nda yeni bir döneme giriyor, Efendimiz
ve Hz. Ebû Bekir pazartesi sabahı Medine’ye doğru yola
çıkıyorlardı. Âmir b. Füheyre’nin de katıldığı kafileyi
büyük sıkıntılar, ciddi tehlikeler bekliyordu.
1-Buhârî, Kefâle 4; Menâkıbu’l-Ensâr 45.
2-İbn Hişâm, es-Sîre, 404.
3-İbn Hişâm, es-Sîre, 404; Taberî, Tarih, II, 369; Ahmet Önkal, Hic-
ret, DİA, XVII, 460.
4-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 46.
5-İbn Hişâm, es-Sîre, 405; Ahmet Önkal, Hicret, DİA, XVII, 460.
6-İbn Esîr, Usdu’l-ğâbe,IV, 152-153.
7-İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 87; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 264;
Hâkim, el-Müstedrek, III, 251.
8-İbn Hişâm, es-Sîre, 414; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 198.
9-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 259.
10-İbn Hişâm, es-Sîre, 414-415; İbn Sa’d, et-Tabakât, I,227.
11-Bazı kaynaklarımız Peygamberimize Kureyş’in suikast planını
akrabalarından birisi olan Rukayka binti Sayfi’nin haber verdiğini
belirtmektedir. Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII,52.
12-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228.
13-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîre, 417; Belâ-
zurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260.
14-Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 198; İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228.
15-İbn Hişâm, es-Sîre, 416-418.
16-Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 84; Hâkim, el-Müstedrek, III, 6.
17-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260.
18-İbn Hişâm, es-Sîre, 419.
19-Hâkim, el-Müstedrek, III, 7.
20-Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 1; Tirmizî, Tefsir 10; İbn Sa’d, et-Ta-
bakât,III ,174.
21-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260;
Beyhâkî, Delâil, II,482; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348.
22-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîre, 419.
17
18
Hz. Peygamber (s.a.s) milâdî 622 tari-
hinde en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir ile
birlikte Mekke’den Medîne’ye doğru yola
çıktı. Hicret olarak isimlendirilen bu yol-
culuk Medîne’de duyulduktan sonra şehirde
bir çalkantı meydana geldi. Halkı büyük bir
heyecan kaplamıştı. Gözler yollara dikildi
ve bir bekleyiş başladı. Herkes Rasûl-i Ek-
rem Efendimizi evinde görmek ve ona ken-
di eliyle hizmet etmek düşüncesinde idi. Bu
heyecanı yaşayanlar arasında, hicretten iki
yıl kadar önce milâdî 620 tarihinde Müs-
lüman olan ve Medîne’de İslâmiyet’in ya-
yılmasında öncü konumunda bulunan Ebû
Eyyûb el-Ensârî ile hanımı Ümmü Eyyûb de
vardı.
Nihayet beklenen gün geldi. Kutlu mi-
safir Hz. Peygamber Medîne’ye ulaştı. Me-
dîneli Müslümanlar onu karşılamak için
yollara düştü. Evlerinin en iyi yerlerini onu
misafir etmek için hazırlamışlardı. Kimseyi
kırmak istemeyen Efendimiz, devesi Kus-
vâ’yı serbest bırakarak kapısına çöktüğü
evin misafiri olacağını duyurdu. Bu esna-
da duygulu anlar yaşandı. Bazı Medineliler
devenin dikkatini çekip onu evlerine yön-
lendirmek için gayret gösteriyordu. Ancak
Kusvâ hiçbir yere takılmadan yürüdü. Ebû
Eyyûb ile Ümmü Eyyûb çiftinin kapısına
geldi ve çöktü. Böylece Hz. Peygamber Ebû
Eyyûb el-Ensârî’nin evine indi.
Tatlı ve Heyecanlı Anlar
Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evi iki katlı idi
ve üst katını Efendimiz için hazırlamıştı.
Ancak Rasûlullah (s.a.s) alt katı yukarı-
ya tercih etti. Ebû Eyyûb da onun isteğine
uydu. Akşam olunca herkes odasına çekildi.
Üst kata çıkan Ebû Eyyûb ile hanımı rahat
değillerdi. İçlerinde bir huzursuzluk vardı.
Allah Rasûlü alt katta iken kendilerinin üst
EBÛ EYYÛB
EL-ENSÂRÎ
katta kalmaları hoşlarına gitmiyordu. Bunu
saygıda kusur olarak değerlendiriyorlardı.
Ayrıca biraz eski olan evin üst katında yü-
rüyünce alt kata ses gitmesi ve toz toprak
dökülmesi ihtimali vardı. Çok üzüldüler.
Evin bir köşesine çekilip sabaha kadar uyu-
madan beklediler. Sabah olunca Ebû Eyyûb
durumu Hz. Peygamber’e bildirdi. Efendi-
miz de ona, ziyaretçi çokluğu sebebiyle alt
katta kalmayı tercih ettiğini söyleyerek ken-
disini rahatlattı.
Ancak birkaç gün sonra bir olay cereyan
etti. Bir gece üst katta dolu bir testi devrilip
suyu döküldü. Ebû Eyyûb ve hanımı dökü-
len suyu evdeki kadife yorgana emdirerek
alt kata inmesine engel olmaya çalıştılar.
Buna rağmen Rasûlullah’ın üzerine dam-
lamış olabileceği endişesiyle sabaha kadar
uyuyamadılar. Sabah olunca Efendimize
geldiler, huzursuz olduklarını bildirdiler ve
testi olayını da anlatarak üst kata taşınması
için kendisine rica ettiler. Böylece Hz. Pey-
gamber evin üst katına taşındı.
EbûEyyûbHz.Peygamber’le
Rasûl-i Ekrem Efendimiz Ebû Eyyûb’un
evinde yaklaşık yedi ay kaldı. Mescid-i Ne-
bevî’nin ve evinin yapımı bittikten sonra
da kendi evine taşındı. Ancak kendisine
yaptıkları hizmet sebebiyle Ebû Eyyûb’u ve
eşini hiçbir zaman unutmadı. Bazı günler,
ashaptan bir grup arkadaşını yanına alır ve
onlarla birlikte Ebû Eyyûb’un evine misafir
olurdu. Ebû Eyyûb da Efendimiz hayat-
ta bulunduğu sürece yanından ayrılmadı.
O’na izzet ikramda bulunmaya devam etti.
Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına bera-
berinde katıldı. Hayber’in, Mekke’nin ve
Tâif’in fethinde de bulundu. Bu savaşlar
esnasında zaman zaman Rasûlullah’ın ko-
rumalığını yaptı.
HicretinMedîne
Ayağının Mihmandârı
...Kusvâ hiçbir
yere takılmadan
yürüdü. Ebû
Eyyûb ile Ümmü
Eyyûb çiftinin
kapısına geldi ve
çöktü. Böylece
Hz. Peygamber
Ebû Eyyûb el-
Ensârî’nin evine
indi.
Yrd. Doç. Mehmet
EFENDİOĞLU
19
Hz. Peygamber’den Sonra
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Allah Rasûlü’nün vefatından
sonra İslâm’ı yayma ve müdafaa işine önem verdi. Hz.
Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde birçok sefere katıldı.
Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethinde bulundu. Hz. Osman
döneminde Kıbrıs’ı fetheden orduda yer aldı. Hz. Ali,
halifeliği döneminde Irak’a gittiği zaman onu Medîne’de
yerine vekil olarak bıraktı. Bu vekâlet esnasında bir ara
Mescid-i Nebevî’de imam olarak görev yaptı. O, Müslü-
manlar arasında yaşanan iç çekişmelerde taraf olmadığı
gibi, herkesi birlik ve beraberliğe çağırarak bölücülüğü
ortadan kaldırmaya çalıştı.
Hazrec Kabîlesi’nden Ümmü Eyyûb ile gerçekleştirdiği
evlilikten üçü erkek biri kız olmak üzere dört çocuğu ol-
muştur. Erkek çocuklarının isimleri Eyyûb, Hâlid ve Ab-
durrahmân, kızının ismi ise Amre’dir.
Medîne’den İstanbul’a
Ebû Eyyûb el-Ensârî ilerlemiş yaşına rağmen İslâm
için çalışmaktan geri kalmazdı. Cihad maksadıyla yılda
en az bir defa sefere katılır ve herkesi buna teşvik ederdi.
Katıldığı en son sefer, hicrî 49 (669) tarihinde Müslüman-
lar tarafından gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasıdır. O,
Medîne’den binlerce kilometre uzakta meydana gelen bu
kuşatmaya katıldığı zaman yaşı sekseni geçmişti. Ordu ile
beraber İstanbul önlerine geldi ve şehrin fethedilmesi için
büyük gayret gösterdi. Ancak bir sonuç alınamadı. Bu ara-
da kendisi ağır bir şekilde hastalanarak yatağa düştü. Bir
vasiyetinin olup olmadığı sorulduğunda İslâm ordusunun
surlara yaklaşabileceği en ileri noktaya defnedilmeyi arzu-
ladığını söyledi. Kuşatma esnasında vefat etti ve vasiyeti
aynen yerine getirildi. Cenazesi yıkandıktan sonra bugün
kendi adıyla anılan Eyüp Sultan’daki türbesinin bulundu-
ğu yere defnedildi.
Kabir Nasıl Korundu?
Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye ait bu kabir Bizanslılar döne-
minde yüzyıllarca varlığını korudu. Zaman zaman ziya-
ret mahalli olarak kullanıldı. Yanında yağmur duaları ya-
pıldı. Hatta bazı hastalıkların şifası için müracaat edilen
bir mekân oldu. Asırlar sonra kabir ortadan kayboldu.
Ancak bulunduğu muhit ziyaret mahalli olmaya devam
etti. İstanbul’un fethinden kısa bir süre önce vefat eden
tarihçi Bedrüddîn el-Aynî (ö.855/1450), fetihten hemen
önceki tarihlerde bile Bizanslıların türbenin bulunduğu
muhiti hâlâ ziyarete devam ettiklerini ve kıtlık zamanla-
rında burada yağmur duası yaptıklarını belirtmektedir.
Yaklaşık 800 Sene Sonra
Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin vefatından yaklaşık 800
sene sonra, 1453 yılının bahar aylarında Fatih Sul-
tan Mehmed İstanbul’a gelip şehri kuşattı. Sultan,
kendisinden önce Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretle-
ri’nin de İstanbul’u fethetmeye geldiğini, burada
şehîd düştüğünü ve kabrinin burada olduğunu bi-
liyordu. Ancak yeri belli değildi. Nihayet hocası
Akşemseddin Hazretleri (ö.1459) tarafından kab-
rin yeri keşf ve ilham yoluyla tayin ve tespit edildi.
Fatih Sultan Mehmet de üzerine türbe yaptırdı ve
ziyaret edilmesini sağladı.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadîs-i şerifinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Ashâbımdan her biri, vefat ettiği belde halkı için
kıyamet günü önder ve nur olarak dirilteceklerdir.” (Tir-
mizî, “Menâkıb”, 58)
Cenâb-ı Hak cümlemizi kendisiyle birlikte haş-
retsin.
“Ashâbımdan her
biri, vefat ettiği
belde halkı için
kıyamet günü
önder ve nur olarak
dirilteceklerdir.”
20
Medeniyetin Anası
HİCRET, Hicretin Anası
... Ey İbrahim! Bizi kime bırakıp gidiyorsun?”
... “Sizi Allah’a bırakıyorum.”
H
er medeniyet bir hicret ile doğar; hicret ol-
madan Medine, Medine olmadan mede-
niyet olmaz. Yeryüzünün şahit olduğu ilk
medeniyet, insanlığın ilk atası Hz. Âdem ile başlamıştı.
Hz. Âdem, Havva annemizle cennetlerinden çıkarıldık-
ları zaman, hicret onların da kaderi olmuştu ve Âdem
ile Havva kendi cennetlerinden, bu dünyaya hicret et-
mişlerdi. İnsanlığın ikinci atası olan Hz. Nuh bir hic-
ret ile yeryüzünde yeni bir medeniyetin inşasına baş-
lamıştı. Hz. Musa hicret ile İsrailoğullarını Firavun’un
zulmünden kurtarmış, Hz. Yusuf bir hicret yolcuğu ile
kuyulardan saraylara, zindanlardan iktidara ulaşmıştı.
Her peygamberin hayatında hicretin yeri vardı. Sözün
Sultanı olan Efendimiz (s.a.s) bunu; “Hicret etmeyen
hiçbir elçi yoktur.” ifadesi ile açıklayacaktı.
Hicret söz konusu olunca hidayet önderleri olan
peygamberler içerisinden, Hz. İbrahim (as) ile Efendi-
miz (s.a.s) biraz daha fazla öne çıkarlar. Çünkü Hz. İbra-
him hicretin babası, Hz. Hacer hicretin anası, Hz. İsmail
ile Hz. Muhammed (s.a.s) ise hicretin meyveleridir.
Hz. İbrahim Nemrud’un zulmünden dolayı önce Har-
ran’dan Mısır’a gelmiş, orada hicretin anası olan Hacer’i
kazanmış ve Filistin’e hicret etmişti. Hacer tevazuu ve
beklentisizliğiyle Hz. İbrahim gibi bir peygambere eş, İs-
mail gibi bir çocuğa ana olmuştu. İsmail 100 yaşındaki İb-
rahim’in evinde bir çiçek gibi açınca, hanımı Sare onu kıs-
kanmış ve eşine; “Ey İbrahim! Bunları buralardan götür.”
demişti. İbrahim genç Hacer’i ve kundaktaki İsmail’i alıp
kuş uçmaz kervan geçmez, toprağında tek bir ot bitmez,
suya hasret coğrafya olan Mekke’ye getirmiş; oraya bırak-
tıktan sonra arkasına dahi bakmadan çekip gitmek iste-
mişti. Hacer Ana, bir Mekke’nin volkanik kayalarına, bir
kundaktaki yavru İsmail’ine bakmış ve “Ey İbrahim! Bizi
kime bırakıp gidiyorsun?” demişti. Hz. İbrahim, o mer-
hametin babası olan yüce insan, hiçbir şey söyleyemeden,
kelimeler boğazında düğümlenerek, ancak; “Sizi Allah’a
bırakıyorum.” deyivermişti. Hicretin gelini Hacer; “Eğer
Allah’a ise yürü ey İbrahim, sen bak işine… Allah sana
böyle yapmanı istediyse elbette bunda bir hikmet vardır.”
demişti. Hacer Ana işin en başında işte böyle teslim ol-
muştu. O, ne gelirse başa Allah için rıza göstermeye söz
Muhammed Emin YILDIRIM
HACER’dir
Medeniyetin Anası
HİCRET, Hicretin Anası
21
... medeniyetler ancak yürümekle inşa
edilebilirdi. Yatanlar medeniyeti tüketir,
yürüyenler ise medeniyetin mirasını
üretirlerdi....
vermişti. Ama Hacer’in teslimiyeti bizim anladığımız teslimi-
yet anlayışından oldukça farklı idi. Bu teslimiyet, içerisinde sa’y
yani gayret ve tedbir olan bir teslimiyetti. Bu teslimiyet eldeki
tüm imkânların son noktaya kadar kullanılmasını, ancak işin
sonunun Allah’a havale edilmesini öğütleyen bir teslimiyetti. Bu
teslimiyet, kul üzerine düşeni yapsın ki Allah da yetişsin; bittim
desin ki Allah’ta yettim desin, teslimiyeti idi.
Hacer Ana, giden Hz. İbrahim’in arkasından gözyaşları
dökmüş, ama yerinde dur(a)mamıştı. Teslim olduğu Allah’ın
kendisini bu ıssız vadide yalnız bırakmayacağını bilmiş, teslim
olduğu otoritenin kendisine rahmet edeceğinden şüphe duyma-
mış, bunun için bir sa’y, bir gayret ortaya koymanın bilincine
ermişti. Hacer Ana Safa ile Merve tepelerinin arasında koşuyor,
kundaktaki İsmail’ine su bulmak için gayret gösteriyordu. Bu
gayret Allah’ı hoşnut ediyor, bu gayrete melekler imreniyor ve
alkış tutuyor, bu gayrete ödüller yağıyordu. Hicretin nazlı gelini
Hacer’in gayreti zemzem oluyor, Kâbe oluyor, Hicaz oluyor ve
koca bir medeniyet oluyordu. O gün Hacer’in gayreti Mekke’nin
toprağına bir tohum ekmişti. O tohum yetişecek Adnan olacak,
Mudar olacak, Kinane olacak, Fihr/ Kureyş olacak, Kilâb olacak,
Haşim olacak ve anası Hacer’in kendilerine hediye ettiği kay-
bolan zemzemi bulmaya girişen Abdulmuttalib olacaktı. Ama
daha asıl olacak olan olmamıştı. Daha o, tam olarak meyvesini
vermemişti. O meyve Abdulmuttalib’in en küçük oğlu Abdullah
ile Amine’den olacaktı. Tohumlar meyveye duracak, cihan bek-
lediği sultana kavuşacaktı.
Sultanlar sultanı Muhammed (s.a.s) Miladî 610 yılında, 40
yaşında iken risalet ile görevlendirilince, daha ilk gün Mekke’nin
bilgini olan Varaka ibn Nevfel’den kader çizgisinde hicretin ola-
cağını öğrenmişti. Daha sonra gelen ayetler ve geçmiş peygam-
berlerden bahseden kıssalar nazil oldukça, Efendimiz (s.a.s)
medeniyetlerin inşası için hicretlerin şart olduğunu görecekti.
13 yıl Mekke’de imkânlarının tamamını tüketircesine gayret
gösterecek, bittim dediği yerde de imana yeni bir vatan araya-
caktı. Kul biterse, Allah yeterdi ve imkânları biten Muhammed’e
(s.a.s) Allah Yesrib’i iman yurdu edecekti. Artık yol gözükmüş,
hedef belirlenmişti. Yolun rehberi olan Hz. Muhammed (s.a.s)
yürümeliydi. O da arkasına bakmadan, Hacerî bir teslimiyet
ile yürüyordu. Çünkü medeniyetler ancak yürümekle inşa
edilebilirdi. Yatanlar medeniyeti tüketir, yürüyenler ise me-
deniyetin mirasını üretirlerdi.
“
22
Hicret; Teslimiyet ve Tedbir
Teslimiyet ve tedbir bağlamında Allah Rasûlü’nün
(s.a.s) hicretine baktığımız zaman bu iki önemli
hususun nasıl akıllara durgunluk verecek boyutta
beraberce gittiklerine şahit oluruz. İsterseniz fazla
ayrıntılara girmeden bu mukaddes göçe hep beraber
bir göz atalım:
Teslimiyet:Allah Rasûlü (s.a.s) elinin altında
ne kadar Müslüman varsa hepsini göndermiş, kendi
ise en son gitmeye karar vermişti. Risalet davasının
rehberi olan Efendimiz (s.a.s) bu davranışı ile nasıl bir
teslimiyet içerisinde olduğunu âleme haykırmaktaydı.
Tedbir: Hicret izni çıktığında Allah Rasûlü
(s.a.s) beklemiş ve yolunun yoldaşı Ebû Bekir’in
evine her gün uğradığı zamanın aksine bir öğle
vaktinde gitmişti. O günlerde aylardan temmuzdu
ve Mekke en sıcak günlerini yaşıyordu. Tüm halkın
yazın sıcağında öğle uykusuna daldığı bir zamanda
Efendimiz (s.a.s) hicret için Hz. Ebû Bekir’in evine
yürüyordu.
Teslimiyet: Efendimiz (s.a.s) yatağına o gün
için 23 yaşında bir delikanlı olan Ali’yi yatırıyordu.
Hz. Ali yıllardır yolunun rehberi olan Efendimiz’den
(s.a.s) teslimiyet dersi almıştı, şimdi o dersin uy-
gulaması yapılacaktı ve Ali “lebbeyk” deyip, yatağa
kalkmak için değil ölmek için yatacaktı. Allah Rasû-
lü (s.a.s) ise; “Yürü ya Muhammed! Yollar senindir”
diyen ilahî otoritenin emri gereği kapıda eli kılıç tu-
tan Mekke’nin gençlerinin kılıç seslerine aldırmadan
büyük bir teslimiyet ile dışarı çıkıp gidecekti.
Tedbir: Allah Rasûlü’nün (s.a.s) gideceği yer
Yesrib’ti, ama O (s.a.s) büyük bir tedbir ile Me-
dine’nin tam aksi istikametinde, Yemen yolunun
üzerinde bulunan Sevr dağına gidecekti. Sevr dağı
759 metre yükseklikte ve Mekke’ye 3 km. uzaklık-
ta idi. Bu dağda bulunan küçük mağarada 3 gün
kalacak, Mekke’nin aramaları biraz durulunca asıl
gitmesi gereken yere doğru hareket edecekti.
Teslimiyet: Mağarada beklerlerken Mek-
ke’nin en uzman iz sürücüleri bu kutlu kafilenin
kaldıkları yeri bulacaklardı. Mağaranın ağzına
kadar gelecek, eğilseler bu iki yolcunun ayaklarını
göreceklerdi. Arkadaşı yoluna baş koyduğu Efen-
dimiz (s.a.s) hakkında endişelenecek; ama Hacer
anadan teslimiyeti emercesine içselleştiren kutlu
Nebi; “Korkma! Tasalanma! Allah bizimle bera-
berdir.” diyecekti.
Tedbir: Mağarada kaldıkları 3 gün boyunca,
genç bir hanım olan Hz. Ebû Bekir’in kızı, Hz. Zü-
beyr’in eşi, karnında taşıdığı bebeğe aldırmadan
onlara azık götürecekti. Çünkü bu iş için dikkat
çekmeyecek biri lazımdı; o da ancak Esma ola-
bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in çocuk yaştaki oğlu Ab-
dullah, Mekke sokaklarında dolaşacak ve gecenin
karanlığında mağaraya haberler getirecekti. Hz.
Ebû Bekir’in hizmetlisi olan Amir b. Füheyre
yürünen yollardan davarları geçirerek izleri kay-
bettirecekti. Üçüncü günün sonunda, o günlerde
daha Müslüman olmamış, ama işinin ehli olan yol
rehberi Abdullah ibn Uraykıt, hazırlanan develeri
dağın eteğine getirecek ve bu kutlu kafile yine bü-
yük bir tedbir ile bilinen yolu değil, uzak olmasına
rağmen sahil yolunu kullanarak Medine’ye doğru
hareket edeceklerdi.
22
23
Teslimiyet: Kafile, Kudeyd Vadisi’nden geçer-
lerken başlarına konan 100 deveyi almak için bölgenin
en güçlü savaşçısı Süraka ibn Malik büyük bir hırs ile
onlara doğru yaklaşacaktı. Hz. Ebû Bekir, Süraka’nın
gelişini görünce endişelenecek ve Efendimiz’in (s.a.s)
selameti için korkulara kapılacaktı. Ancak teslimiyet
abidesi olan Allah Rasûlü’nün dilinde aynı söz yine
yankılanacaktı: “Korkma! Tasalanma! Allah bizimle
beraberdir.”
Tedbir: Bu kutlu kafile Medine’ye doğru gider-
lerken bazıları Hz. Ebû Bekir’i tanıyacak ve sadakat
abidesine yanındaki insanın kimliğini soracaklardı.
Hz. Ebû Bekir ömrü boyunca yalana değil hayatında,
rüyalarında bile yer vermemiş birisi olarak bu durum-
da ne diyeceğini şaşıracaktı ve o an tedbir silahına sa-
rılmak zorunda kalacaktı. Hz. Ebû Bekir sadakat ve
tedbir arasında düşünerek cevap bekleyen yüzlere di-
yecekti ki: “O benim yol rehberimdir.” Bu sözü duyan-
lar Efendimiz’i, o bölgenin yollarını iyi bilen bir rehber
olduğunu zannedeceklerdi; ama Hz. Ebû Bekir’in kastı
asıl kurtuluş yolu olan iman yolunun rehberi olacak-
tı. Böyle yapmak ile hem tedbiri elden bırakmayacak,
hem de yalana tenezzül etmeyecekti.
Bu bilgiler ışığında şimdi şu soruyu nefislerimize sora-
lım: “Medineleri inşa etmek için teslimiyet ve tedbir ile
yürüyebiliyor muyuz?”
Eğer vereceğimiz cevap; “evet” ise, varacağımız yer
bellidir.
Efendimiz (s.a.s) yatağına
o gün için 23 yaşında
bir delikanlı olan Ali’yi
yatırıyordu. Hz. Ali yıllardır
yolunun rehberi olan
Efendimiz’den (s.a.s)
teslimiyet dersi almıştı,
şimdi o dersin uygulaması
yapılacaktı ve Ali “lebbeyk”
deyip, yatağa kalkmak için
değil ölmek için yatacaktı.
23
24
MÜMİN HIYANET ABASINDAN SIYRILIP
EMANET HİL’ATINA BÜRÜNENDİR
Emanet, hıyanetin aksine emniyettir, güvendir,
korku ve endişeden emin olmaktır. Korumak
ve saklamak demektir. Emanet mümin olmanın şartı-
dır. Çünkü mümin; elinden ve dilinden emin olunan
kişidir. O; peygamberî bir sıfat taşıdığını bilerek izzetle
yaşayandır.
Mekke’nin zulmetli vakitlerinden birisi idi… Hicrete
engel olmak isteyen karanlık gönüllerin kumpasında, çe-
peçevre sarılmıştı Rasûlü Kibriya’nın evi… Hanesinden
çıkar çıkmaz O’nu (s.a.s) öldürmek arzusu içinde eriyip
yok olmuştu tüm iyi niyetler… Oysa O (s.a.s) emindi.
Rabbine güvenip dayanmıştı… Yardım ve zafer ancak
Allah’tandı.
Ne yaman çelişkiydi ki; şahsına duydukları güven ve
inancın ifadesi olarak Muhammedü’l-Emîn unvanını
O’na (s.a.s) layık görenler, tebliğ ettiği davanın doğrulu-
ğundan şüpheye düşüp O’nu (s.a.s) yok etmeye kalkan-
ların ta kendileriydi.
Efendimiz ne insanların emanetine ne de Rabbinin
onu memur ettiği ulvi vazifesine asla hıyanet etmedi…
Hz. Ali’ye (r.a) tembihi de bu doğrultuda idi. “Ya Ali!
Yarın bu emanetleri sahiplerine ver ve arkamdan bana
yetiş.” O (s.a.s) can tehlikesi altında iken dahi kendisine
teslim edilen emanetleri düşünüyordu. Onun insanlar
nazarında bu denli kabul görmesi bu sebeptendi. Sada-
kat, emanet, vefa gibi pek çok vasıf insanlar nezdinde
hayranlık uyandırıyor ve iman nurunun doğmasına ve-
sile oluyordu.
Emanet kavramı oldukça geniş bir anlama sahiptir.
İnsanın sorumluluk alanına giren her şey bu çerçevede
değerlendirilir. Muhakkak ki; bu yelpazenin ilk sırasında
Allah’a karşı olan sorumluluklarımız yer alır. “Biz ema-
neti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu
yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular.
Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahil-
dir.”(Ahzap 72)
Dinî sorumluluklarımızı içeren bu emanet, akıl ve
nefsin bileşkesinde ağırlık kazandı. İnsan; nefsini alt
edeceğine, iman edip Rabbini tanıyacağına, ibadet ve
taatte bulunacağına söz verdi. Sözünü tutarak felaha ka-
vuşanların yanında, çoktan emanetini unutup zayıflık
gösterenlerimiz de oldu… “Ey iman edenler; Allah’a ve
peygamberlerine ihanet etmeyin. Bile bile kendi emanet-
lerinize hıyanet etmiş olursunuz.” (Enfal 27)
“İki özellik vardır ki bunlar müminde huy haline gel-
mez. Bunlar hıyanet ve yalandır.” (Ahmed b. Hanbel, c.
İmanı ruha Kevser misali yudumlatmak boynumuzun borcudur.
Umut AĞBAYRAM
25
V, s. 252.) Mümin, Allah’ın ona verdiği sorumlulukları-
nı seve seve üstlenir ve isteksizlik göstermeden bunları
yerine getirir. Kur’an’a ve sünnete uygun bir hayat ya-
şar. Çünkü o, kâinat kitabını okurken aslında en değer-
li hazinelerin kendisine verildiğini keşfeder ve bu lütuf
karşısında şükrün gerekliliğini iliklerine dek hisseder.
Akıl nimetinden duygularına kadar, organ ve azaların-
dan his ve sezgilerine kadar sahip olduklarının ne denli
yüce hikmetler içerdiğini anlar. Böylece Rabbine verdiği
sözün tutulması gerektiği bilincine sahip olur. Ve dinî
yükümlülüklerini yerine getirme sorumluluğunun, üze-
rindeki en mühim emanet olduğunu idrak eder. Bilir ki;
bu can bu tene emanettir. İmanı ruha Kevser misali yu-
dumlatmak boynumuzun borcudur.
“Ölümden önce hayatın, hastalığından evvel sağlığı-
nın, meşguliyetinden önce boş vakitlerinin, ihtiyarlığın-
dan önce gençliğinin, yoksulluğundan önce zenginliği-
nin kıymetini bil.” (Hâkim, Müstedrek, 4/306)
Rabbimizin bizlere kurabilmeyi lütfettiği ailelerimiz
ve bahşettiği çocuklarımız da üstlendiğimiz emanetler-
dendir. Yavrularımızın dinî ve ahlakî vetireleri tam bir
şekilde kazanmalarını sağlamalıyız. Onlara hem bu dün-
ya hayatında hem de ahiret yurdunda mutlu olabilmenin
değişmez ilkelerini sunmalı, onların üzerimizdeki hak-
larını ödemeliyiz. “Ey müminler! Kendinizi ve ailenizi
yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden koruyunuz.”
(Tahrim 6)
Çocuklarımızı, sağlıklı düşünebilen, doğru ile yanlı-
şın ayrımını yapabilen, gelişmiş vicdanlara sahip bireyler
olarak yarınlara kazandırabilirsek; gelecek nesillerin de
sıhhatini temin etmiş oluruz. Bu onlara bırakacağımız
en büyük mirastır. “Hiçbir baba çocuğa güzel terbiyeden
daha üstün bir hediye vermiş olamaz.” (Tirmizi, Birr 33)
Üzerimizdeki bir başka sorumluluk ise devlete, mil-
lete ve vatana aittir. Özellikle devlet işlerinin bir emanet
olduğu ve öncelikle bunların ehline verilmesi gerektiği
Kur’anî bir ilkedir. “Allah size emanetleri ehline vermeni-
zi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hük-
metmenizi emrediyor. Allah size ne kadar güzel öğüt ve-
riyor. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve görendir.” (Nisa 58)
Özellikle devlet işleri aksamadan, doğrulukla, hak-
sızlıklara meydan vermeden yapılmalıdır. Bu da o işi
yapmaya en ehil olanın işin başına getirilmesi ile müm-
kün olabilir. Bir adam Peygamberimize gelerek sorar: Ey
Allah’ın Rasûlü, kıyamet ne zaman kopacak? Peygamberi-
miz: “Emanet zayi olduğu zaman kıyameti bekle.” buyurur.
Adam bunu anlayamamış olacak ki tekrar sorar: Emanetin
zayi olması nasıl olur? Bunun üzerine Peygamberimiz: “İş-
ler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle.”
buyurur. (Buhari, Sahih, Rikak,35)
Bizler pek çok sorumlulukla donatılmış emanetçile-
riz. Teneffüs ettiğimiz havadan, çevremize hizmet ver-
diğimiz işimizden, evimizdeki bireylerden kısacası, çok
geniş bir alandan mesulüz. Bu dairede her bir varlığın
üzerimizdeki hakkını unutmadan görev ve sorumluluk-
larımızı emanet bilinci içerisinde yerine getirmeliyiz.
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorum-
lusunuz. Devlet başkanı üstlendiği görevden sorumlu-
dur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan
sorumludur. Kadın, eşinin evinin koruyucusu ve eli al-
tında bulunanlardan sorumludur. Hizmetçi efendisinin
malının koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorum-
ludur. Dikkat ediniz. Hepiniz çobansınız ve hepiniz ço-
banlığınızdan sorumlusunuz.” (Buhari, Cuma 11)
Elimiz altındakilerin emniyetinden sorumluyuz. Ve
bu konuda mutlaka sorguya çekileceğiz. Bu sebeple ema-
nete ihanet etmekten korkmalı ve bu hususta son derece
hassas olmalıyız. “ Hiç kimse kıyamet günü (beş şeyden)
ömrünü nerede ve ne suretle tükettiğinden, gençliğini
nerede ve nasıl yıpratıp çürüttüğünden, malını nasıl ka-
zanıp nerelere harcadığından, elde ettiği bilgileri ile ne
yaptığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın yüce katın-
dan ayrılamayacaktır.” (Tirmizi, Kıyame I)
Ey nefsim! Hıyanet münafıklık kisvesidir. Sen mü-
min olmayı dilersen emaneti gözetmelisin. Kulak ver:
Rasûl-ü Zîşan emniyete çağırıyor. Bu davete tâbi ol ki;
durağın Firdevs Cenneti olsun… Boş ver bu dünyanın
derdini, tasasını; ötelerde kurulan eminler meclisinde
senin de bir yerin olsun…
Bir adam Peygamberimize gelerek sorar: Ey Allah’ın Rasûlü, kıyamet ne zaman
kopacak? Peygamberimiz: “Emanet zayi olduğu zaman kıyameti bekle.” buyurur.
Adam bunu anlayamamış olacak ki tekrar sorar: Emanetin zayi olması nasıl olur?
Bunun üzerine Peygamberimiz: “İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman
kıyameti bekle.” buyurur.
26
Ayet-i Kerime
Hadis-i Şerif
“Doğrusu ben
Rabbimin emrettiği
yere hicret
ediyorum.”
“Muhacir Allah’ın
yasakladığı kötülük
ve günahları terk
eden kimse.”
TEDBİR TEVEKKÜL
OLUNCA, TAKDİR
LÜTUF OLUR
Özkan ÖZTÜRK
Yolu hicret olan, peygamber-
lerle konaklar.
Hicret sözlükte “terk etmek, ayrıl-
mak, ilgisini kesmek” anlamına gelen
h-c-r (hicrân) kökünden gelen bir
kelimedir. Bir şeyden uzaklaşmak, ay-
rılmak, beri olmak demek. Gerek be-
denen, gerek lisanen, gerekse kalben
bir şeyden uzaklaşmak, bir yeri terk
etmek ve kendine yeni bir yer bulmak.
Göç etmek demek hicret. Kendini
başka bir yere taşımak, Allah uğrunda
başka bir yere göç etmek.1
Hürriyetini,
asalet ve haysiyetini alıp, tükenmiş bir
yurttan yeni imkânlara adım atmak,
yelken açmak. İçin dışa zuhurunu
mümkün kılmak ve imandan kay-
naklanan fiiller alanını genişletmek.
Hicret bir yenilenme, terk edişteki
kurtulma hazzı, bağların çözülmesiy-
le rahatlama demek. Kötü şeyleri terk
etmek de hicret.2
Efendimizin diliyle
“Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük
ve günahları terk eden kimse.”3
Öyle
bir terk etmek ki kalben ve zihnen,
köktenci bir ayrılışla, örgütlü bir inatla
uzaklaşmak oralardan.
Peygamberlerin tavrı olmuş hicret.
Tarih bu asil terk edişlerle dolu. Hz.
Nuh bir tufan bırakarak ardında deniz
yoluyla hicret etmiş memleketinden
yelkenler açarak. Hz. Hud ve Hz. Sa-
lih de bir helak bırakarak ayrılmışlar
kavimlerinden. Hz. İbrâhim, ateşleri
gül bahçesine dönüştürüp “Doğrusu
ben Rabbimin emrettiği yere hicret
ediyorum.” 4
demiş, Filistin, Mısır ve
sonra da Ken‘ân diyarına göçmüş. Hz.
Lût, arkasına bile bakmadan terk et-
miş kavmini.5
Ardına bakmadan hic-
ret etmenin usulünü öğretmiş davetçi
kuşaklara. Yine Hz. Şuayb’a kavmi “Ey
Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle bera-
ber iman edenleri memleketimizden
çıkaracağız yahut dinimize dönecek-
siniz.”6
demişler. Hicret nebevi bir yol
olmuş hep. Hz. Musa da yürümüş bu
yolda, bir gece yarısı kalabalıklarla.7
Ve Âlemlerin Efendisi (s.a.s) Mek-
ke’de sözün ve fiilin en estetik, müca-
delenin en şık unsurlarını serdi kav-
minin hafsalasına. Fakat kitlenmişler
27
“Ey İman edenler!
Düşmana karşı her türlü savunma tedbirinizi alın.”
ülkesindeki insanlarının kalpleri kanat, kalıpları
kucak açmadı bu mesaja. Böyle olunca artık za-
man hicrete ayarlanmıştır ve hicret fiili bir şahla-
nış ve ağırlıklarından kurtuluş demektir. İlk durak
Habeşistan ve sonra Medine. Taif hakkını kaybetti.
Oysa bir şehrin bahtiyarlığı kendisinde mekan-
lananların şerefi ile ölçülmez miydi? Yazık oldu
Taif’e. Medineliler daha ilk gelişmede açtılar kapı-
larını. Hem de yıldırımı çekmek; işkence, savaş ve
musibetlerin her bir rengi ile karşılaşmak pahasına.
Hicretin yurdu olmak ne büyük şeref oldu. Varlığın
sevinci Rasûlullah’ı (s.a.s) bekleyen olmak ve onu
bağrında taşımak, tüm müminleri ile birlikte. Onu
saklamak. Hem dünya hayatında, hem irtihalinde
O’nunla olmak. Rasûlullah (s.a.s) da nasıl bir vefa
sultanıymış ki akıllar almıyor, gönüller hayran kalı-
yor. Çünkü O da vazgeçmiyor Medine’sinden. Nasıl
bir nişanmış bu, nasıl bir şan. “Ayrılmak zorunda
kalmasam asla seni terk etmezdim.” dediği Mek-
ke’sine kavuşsa da orada kalmıyor artık. Medine’si,
kendi haremi vardır bekleyen. İslam’ın kurulduğu,
“Ya eyyühel-lezine âmenu” (ey inananlar) hitabının
bayraklaştığı şehir.
Her savaş öncelikle tedbir savaşıdır.
“Ey İman edenler! Düşmana karşı her türlü sa-
vunma tedbirinizi alın.”8
Müminler türlü yöntemler belirleyip, gizli hic-
ret ediyorlardı. Tedbir bu yolda en önemli usuldür.
Nitekim İslam ateşini yeni bir merkezde yedekleme
stratejisi başlı başına bir tedbirdi. Bunu gizli bir şe-
kilde yürütmek ise tedbir içinde tedbirdi. Allah’ın
yolları çoktur ve Allah dilediğini yollarına ulaştırır.
Fakat yolun da bir fıkhı vardı. Tedbirli olmak ve
duayı icrada aramak gerekliydi. Bu sebeple gizli-
lik şarttı. Diğer taraftan müşrikler de sanki tedbir
hakikatine uygun davranıyorlardı. Türlü türlü ön-
lemler alsalar da artık taşkınlaşan bu su, bendini
yıkacaktı. O yüzden Dârünnedve’de gizli toplan-
dılar ve tartışacakları konu son derece önemli ol-
duğundan Ebû Leheb dışında Hâşimoğulları’ndan
hiç kimseyi çağırmadılar. Güvenmedikleri kimse-
leri de içeri sokmadılar. İşte bunlar hep tedbir idi.
Oyunlarını iyi kuruyorlardı. Oysa bilmiyorlardı ki
tedbir mektubu, tevekkül kuşu ile takdir sevgilisi-
ne gönderilirdi. İlk strateji müşriklerden geldi, Ebû
Cehil’in teklifiyle. Kararları Peygamber’i öldür-
mek, usulleri bunu Kureyş kabilelerinin her biri-
ni temsilen gelen silâhşörlerden oluşan bir grupla
topluca gerçekleştirmekti. Böylece Hâşimoğulları
kan davası güdemeyecekti.
Allah, Rasûlü’ne (s.a.s) bütün olan biteni bil-
dirmişti. Takdir kazanacaktı ama müminlerin öğ-
retmeni Efendimiz (s.a.s) tüm devirlere ve çağlara
tedbir, tevekkül ve ilahi takviye kuramını öğrete-
cekti bu vesileyle. İlahi yardım ve teyidi celbetme-
nin, zaferi kesbetmenin kuralları nelerdi? Tedbir
ve tevekkül dersine oturup, umduklarımıza nail,
korktuklarımızdan emin olma nasıl gerçekleşiyor-
du? Kul vazife şuuru ile duayı icrada arayınca Al-
lah kullarını ummadıkları yerden, hesapsızca nasıl
rızıklandırıyor, nasıl destekliyordu? Oluş ve liyakat
şartları nelerdi başarının?
Şimdi bir liste çıkaralım. Hicretin tedbir listesi
olsun bu. Bir hareket planı gibi bakalım buna. Gö-
relim ki bir dava nasıl ince elenip sık dokunarak
ve sebepler dairesi tek tek tetkik edilerek hâkim
kılınırmış? Allah’ın Rasûlü’nde (s.a.s) bu konuda
28
bizler için nasıl bir örneklik varmış? Amellerin maddi
ölçeğine riayet etmeyi bize öğreten hicretin hareket pla-
nını şu maddeler altında sıralayabiliriz:
•	 Hz Ebu Bekir (r.a) ile ayrıntılı bir plan hazır-
lanmış, bütün ihtimaller göz önünde bulundurulmuştu.
•	 Hz. Esma (r.a) yol azıklarını hazırlamış, yükleri
kuşağı ile de sıkı sıkıya bağlamıştı.
•	 Yol için güvenilir bir kılavuz olarak Abdullah b.
Uraykıt seçilmişti. Nitekim bu kılavuz Müslüman olma-
sa da onun belirgin vasfı işinin ehli, güvenilir ve mert
olmasıydı.
•	 Yolculuk için iki deve hazırlanmıştı.
Bu hayvanlar yolun meşakkatini kaldıracak
güç ve kapasitedeydiler.
•	 Emanetleri teslim etmek
için geride bırakılacak ve Rasûlul-
lah’ın (s.a.s) şiltesine, kılıçların altına
yatacak kişi olarak Hz Ali (ra) seçil-
mişti.
•	 Gece yarısı yola çıkma ve ses-
sizce Mekke’den ayrılma kararı alınmıştı.
•	 Yol güzergâhını Yemen’e doğru çevirme,
Mekke’nin güneybatısındaki Sevr Dağı’na doğru yönel-
me ve orada bir müddet mağarada konaklama planlan-
mıştı. Sonra ise sahil yönünden ilerleyerek Kuba’ya ka-
dar müthiş bir hicret yolu tercih edilmişti.
•	 Mekke’de olan biteni öğrenebilmek için ve
bir iletişim unsuru olarak Hz Ebu Bekir’in (r.a) oğlu
Abdullah ile geceleri görüşüp değerlendirme yapılı-
yordu. Abdullah (r.a) gündüz Mekke’de olan biteni
onlara aktarıyor ve müşriklerin tedbirlerine karşı
tedbir alınıyordu.
•	 Amir bin Füheyre (r.a) onların bulunduğu ci-
varda koyun otlatmak ve bu vesile ile onları tarassud
etmek, izlemek, acil müdahalelerde bulunmak, yiyecek
ihtiyaçlarını karşılamak ve gece yürüyüşlerinden sonra
artlarından giderek kumlar üzerinde beliren ayak izle-
rini sürüsü ile yok etme işlemini üstlenmişti.
Görüldüğü üzere tevekkül tedbirden sonra devreye
giriyor, işi sıkı tutup, sebeplere yapıştıktan sonra Allah’a
dua ve münacat faslı başlıyor. Fakat bir incelik daha var.
Sebeplere yapışmak ve sebeplere güvenmek arasında
ince bir ayrım vardır. Tedbir almak iş bitti ve bunu hal-
lettim demek asla değildir. Mümin tedbir almakta aciz-
lik göstermez. Tedbire rağmen bir işe gücü yetmezse,
“Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.”9
veya “Allah
bana kâfidir, güvenenler de yalnız O’na güvensin-
ler.”10
der! Müslüman sebeplere yapışır ama sebeplere
değil sebeplerin de sebebi olan Cenab-ı Hakk’a iltica
eder. Tesiri sebeplerden değil Allah’tan bilir. Mümin
tedbir alır ama takdire iman eder. Çünkü takdir, ted-
birle değişmez. Ama bilir ki tedbir bizi tevekküle ta-
şır ve tevekkül de ilahi rıza ve yardımı celbedebilir.
Sadece tedbire güvenmek, tevekkülü bozar. Tevekkül,
kalbin her işte yalnız Allah’a güvenmesi demektir.
Kısacası müminin her işi marifetullahla iliş-
kilidir. el-Müdebbir, el-Kadir, el-Vekil
isimlerinin hakikatlerini bilmek ve
Rabbimiz ile bu isimler üzerinden
rabıtalanmak büyük bir irfan ge-
rektirir. Mümin bu bilişi ile her
şeyin hakkını verir. Sebebin de
hakkını verir, sebeplinin de, se-
beplerin sebebinin de.
Tevekkülle gelen lütufla ilerler.
Rasûl-i Ekrem’in bu tevekkülüne karşı Rabbi-
mizin verdiği lütufları, takdir kılıcının tedbire nasıl
kuvvet verdiğini, umduklarının da üstünde bir teyid
ile desteklendiklerini siyer kaynakları bizlere açıkça
göstermektedir. Tedbir tevekküle, tevekkül ikrama
dönüşmüştür. Hicret yolculuğu bu ikramlarla dolu-
dur. Bu ilahi teyid ve takviyeleri ise şu şekilde sıra-
layabiliriz:
•	 Rasûlullah’ı (s.a.s) öldürmekle görevlendirilen
Mekkeliler onu evinde bulamadılar, Efendimiz araların-
dan yüzlerine kum atarak geçti gitti. Kum nasıl bir kör
edici silaha dönüşmüştü? Akıllar suskun…
•	 Müşriklerin bütün çevreyi aramaları sonuç ver-
meyince, Mekkeliler etrafa haberciler göndererek onların
başına ödül koyduklarını ilân ettiler. Bu amaçla bir grup,
kutlu yolcuların saklandıkları mağaranın yanına kadar
gelmişlerdi. Fakat Allah onları belki de varlıkların en za-
yıfı olan bir örümcek ve ağı, bir de güvercin ve yumurtası
ile engellemişti. Ve duyduğu seslerden endişe eden Hz.
Ebû Bekir (r.a), “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğilip baksalar bizi
görecekler.” dese de, “Üzülme, elbette Allah bizimledir.”11
29
1
el-Bakara 2/218; Âl-i İmrân 3/195; en-Nisâ 4/89, 97; et-Tevbe 9/20.
2
el-Müddessir 74/5.
3
Buhârî, “Îmân”, 4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 4, “Vitir”, 11.
4
el-Ankebût 29/26.
5
Hûd 11/80-81; el-Hicr 15/65.
6
el-A‘râf 7/88
7
Yûnus 10/90; Tâhâ 20/77-78; eş-Şuarâ 26/52-67.
8
en-Nisa, 4/71.
9
Âl-i İmran, 3/173.
10
ez-Zümer, 39/38.
11
et-Tevbe 9/40.
12
el-İsrâ 17/80.
cevabını işitmişti âlemlerin sultanından. Aslında bu ifade
belki de “Tedbirde aciz olduğumuzu bilerek tedbir aldık
ve bu acizliğimizi bilince Allah’ı vekil bildik. O, ne güzel
vekildir! Artık aciz değiliz, üzülmeye ne hacet!” demekti.
•	 İkinci karşılaşma Müdlic Kabilesi’ne mensup
Sürâka b. Mâlik’in takibiydi. Süraka güçlü kuvvetli
idi, silahlıydı. Oysaki Allah’ın öyle orduları vardı ki…
Rabbimiz Süraka’yı atı ile durdurdu. Atının ayakla-
rı kumlara batıyordu ve her hamlesi sanki kendisine
yaptığı bir hamle idi. Ve hamle yapamayacağını anla-
yacak ve çekip gidecekti.
•	 Üçüncü karşılaşma hicret yolcularının Es-
lem Kabilesi’nin topraklarında, kabilenin reisi
Büreyde b. Husayb ve bir müfreze tarafın-
dan yakalanıp kuşatılması idi. Allah,
Rasûlü’nün tatlı dili ile bu topluluğa
yol göstermiş ve kısa bir konuşma
sonrası tamamı İslam’ı seçmişlerdi.
Hz. Büreyde (ra) mızrağına bağladı-
ğı sarığı ile Hz. Peygamber’e sancak
açarak kendi bölgelerinden çıkınca-
ya kadar refakat etmişti.
•	 Yine Efendimiz yiyecek bir şeyler
edinmek için Ümmü Ma‘bed Âtike bint Hâlid’in
bulunduğu çadıra uğramıştı. Burada Rasûl-i Ekrem
(s.a.s) sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş
bir keçiyi besmeleyle sağınca keçi oradakilere yetip ar-
tacak kadar süt vermişti. O kutlu şemail sahibine gelen
lütufla, keçiye de bereket ilişmişti sanki.
Demek ki hicret yolculuğunda rol alan hayvanlar
var. Allah’ın ordularından sayılacak hayvanlar bunlar.
Yolculuğun yapıldığı develer. Özellikle Kusva. Yere çö-
küşü ilahi emirle olan Kusva.
Koyunlar var bir de. Rasûl’ün mübarek ayak izlerine
ayaklarını değdirme telaşı ile yürekleri atan. Kendi ayak izle-
rini Rahmet elçisininki ile nişanlayan koyunlar, kuzucuklar.
Ve yine örümcek var. Ağı ile Rasûlullah’a (s.a.s)
bend olup sanki kimseyi o tarafa bırakmam diye hay-
kıran, efelenen.
Ve güvercin var yumurtaları ile hazırolda durmuş. Ai-
lesini Rasûl’ün dizlerinin dibine taşımış, yumurtalarından
çıkacak yavrularını Allah’ın habibine göstermek telaşesinde.
Ve Ümmü Mabed’in keçisi. Rasûl’ün (s.a.s) ellerinde
bir bereket pınarına çevrilen keçi.
Vebirdeatvar.Rasûl’e(s.a.s)hamleyapmayan.Ayaklarını
kumlararapteyleyipde,huzurdaayakkilitleyenbirdervişgibi.
Ve Büreyde b. Husayb (ra) canlanıyor gözü-
müzde. Sanki arkasına örümcek, kuş, at,
koyun, keçi ve develerden oluşan bu
askerleri katmış, sancağı elinde bü-
yük bir orduyla Rasûl’ün önünde
adım adım ilerliyor Medine’ye.
Tedbir tevekkül olunca,
takdir lütuf olur.
12 Rebîülevvel (24 Eylül 622) Cuma
günü son durak Medine.
Medine’de büyük bir bekleyiş.
Üç katlı bir evin damında bir Yahudi kızı.
Gördü ufukta Medine’ye doğru gelmekte olanı.
Gerçek gören, gördüğünün müjdesini verendir.
Ay doğmuştur üzerimize.
Müjde verilmiştir verilmesine de, hani senin hicretin,
tedbirin, tevekkülün, takdirin ve kuvvetin?
“Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla gir-
memi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve
tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver”12
30
İslam Medeniyetine giden hic-
ret yolculuğunun ilk önemli du-
raklarından biriydi Kuba. Burada
İslam’ın ilk mescidi bina edilmişti.
Her külfetten sonra gelen nimet
gibi mukaddes hicret yolculuğunda
çekilen külfetten, Peygamberimizin
doğup büyüdüğü yerden ayrılmak
zorunda kalışından sonra gelen ni-
met de temeli takva üzerine kuru-
lan Kuba Mescidi olmuştu.
Yeryüzünde bina edilecek tüm
yapıların ve özellikle de Allah’ın
dininin şiarı olan tüm mabedlerin
hangi manevi temele dayanması,
hangi niyet ve amaç için inşa edil-
mesi gerektiğinin numune-i imtisa-
li olmuştu Kuba Mescidi.
Amellerin niyetlere göre de-
ğerlendirileceğini ve Mü’minin
niyetinin amelinden daha hayır-
lı olduğunu bildiren nebevî emir
doğrultusunda ortaya konan bu de-
ğer ölçüsü, maddî olan bir binanın
dahi takva gibi manevî bir temele
dayanması gerektiğini kavramamı-
zı istemekte; bozuk ve kötü niyetler
üzerine bina edilen tüm yapılara
“(O kandil) Öyle evlerde yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının içlerinde
anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36)
İslam Medeniyetine giden
hicret yolculuğunun ilk
önemli duraklarından biriydi
İSLAM’IN İLK MESCİDİ OLAN
TAKVA MESCİDİNİN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Ahmet TÜRKBEN
KUBA
mescidi
31
karşı uyanık ve dikkatli davranmaya Mü’minleri sevk et-
mekteydi.
Toprağın imanla yoğrulması, alınların secde kıva-
mında toprakla buluşması ile mümkün olurdu. Bir bel-
denin İslamlaşması ve manen imarı da mescit merkezli
yapılardı. Bu sebeple yerleşim yeri olarak tespit edilen bir
beldede ilkin bir cami inşa edilirdi, sonra da onun çev-
resinde eğitim ve ilim yuvası olan medreseler. Toplumsal
değişimin merkez üssüydü bu mekânlar. Namazı hayatın
merkezine almanın ve her şeyi onun çevresinde şekillen-
dirmenin dışa vurumuydu.
Allah’ın nurunun bir kandil misali toplumu aydınlat-
tığı yapılardı mescitler, Beytullah olan Kâbe-i Muazza-
ma’nın başka beldelerdeki izdüşümüydü.
Öyle buyurdu Rabbimiz: “(O kandil) Öyle evlerde
yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının iç-
lerinde anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam
O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36)
Allah’ın nurunun akılları, gönülleri ve hayatı nurlan-
dırabilmesi için gerekli şartlardan biri de takvaydı. Takva;
sadece beden ülkesinin merkezi olan kalplerde değil, bir
beldenin iman coğrafyası haline gelmesinin de alamet-i
farikası olarak toprağa değer katan bir iman nişanesi idi.
Mescitler, takva üzerine yükselirse ve buralarda iba-
det ve namazla; ilim ve hikmetle yoğrulursa gönüller,
toprağın ve toplumun takva ekseninde dönüşümü müm-
kün olurdu.
Takva mescidinin mimarlarının kalplerinde Allah sevgisi, ihlas, samimiyet ve takva
olmalıydı ki orada yapılacak ibadetler toplumu manen ihya edebilsin. Kılınan namazlar,
Mü’minler için miraç olsun, onları dünyevi olandan uhrevi olana, şeytani olandan rah-
mani olana, nefsani olandan ruhani olana yükseltebilsin.
“Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini
Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten
alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı gün-
den korkarlar.” (Nur,37)
Yeryüzü Mü’minlere mescit kılınmışken, Allah’a ve
ahiret gününe iman eden gönül erleri, mescitler inşa
eder, madden ve manen mescitleri şenlendirirlerdi. Sade-
ce helal parayla yapılmış olması ya da sadece fiziki olarak
temiz olması yeterli değildi; bizatihi bir mescidin dağınık
ve birbirinden kopuk yaşayan insanları cemaat yapmaya
ve toprağının da secde edilmeye lâyık hale gelmesi için
temelinin takva üzerine kurulmuş olması gerekirdi.
İşte ilk mescidimiz olan Kuba Mescidi’nin temelinde
de öncelikle Rasûlullah’ın ve ashabın imanı vardı. Hur-
malığını vakfeden Gülsüm b. Hidm’in infakı, yapımında
en üstün gayreti gösteren Ammar bin Yasir’in ihlası, Ab-
dullah bin Revaha’nın şuur yüklü mısraları ve temizlen-
meyi seven iman erlerinin tertemiz yürekleri vardı.
“İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit içinde na-
maz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi
seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.”
(Tevbe, 108)
Takva mescidinde kurulan sohbet halkaları ve açılan
Kur’an sofraları manevi bir gıda olur, beslerdi gönülleri
ve kalpler ancak Allah’ın zikriyle doyuma ulaşırdı.
Takva mescitlerinde kılınan namazlar, birer ırmak
gibi yıkardı toplumu, kirlerinden arındıran bir yağmur
olurdu. Münkere, fuhşiyata ve tüm çirkinliklere çekilen
set olurdu.
Takva mescidinin mimarlarının kalplerinde Allah
sevgisi, ihlas, samimiyet ve takva olmalıydı ki orada ya-
pılacak ibadetler toplumu manen ihya edebilsin. Kılınan
namazlar, Mü’minler için miraç olsun, onları dünyevi
olandan uhrevi olana, şeytani olandan rahmani olana,
nefsani olandan ruhani olana yükseltebilsin.
Bir arınma iklimiydi takva mescitleri.
Bir yücelme vesilesiydi takva mescitleri.
32
Sadece bedenlerin değil ruhların toplandığı bu yapı-
larda tefrikaya, fitneye geçit verilmez; biz olmanın, aidi-
yetin ve cemaat olmanın hakkı verilirdi.
“Ey İman edenler, Allah’tan korkun ve sadıklarla be-
raber olun.” emri uyarınca bir sadakat iklimi aranırdı bu
yapılarda, korunmak için de gerekli olan bu idi. “Rükû
edenlerle beraber rükû edin.” emrince sadece Allah’ın
huzurunda eğilen bedenler, kula kul olmama iradesini
cemaat halinde burada ilan ederlerdi. Menzili cennet
olan bir seferde, salih bir daire içerisine giren saf olup
kenetlenen Mü’minler, salihler arasına katılma duasını,
ameli olarak bu mekânlarda yaşarlardı. “Ey Mü’minler,
kurtuluşa ermek için topluca tevbe edin.” emrinin de ad-
resiydi takva mescitleri. Felaha ermenin vizesiydi toplu-
ca edilen tevbeler. Evet, camilerde Mü’minlerin şahitler
arasında adlarını yazdırma ve iyilerle beraber vefat ça-
bası kalben, kavlen ve halen var oluşlarıyla kayıt altına
alınırdı.
Mescid bir mektep, bir medrese olur ilmen ve fikren
donatırdı Mü’minleri. İstişareler buralarda yapılır, kararlar
bu huzur ikliminde alınır, huzurun adresi belli olurdu.
Takva mescidleri, hayatın fırtınalarında savrulmaya
yüz tutan insanlar için sakin bir liman olurdu. Atanmış
değil, adanmış insanlar gözlenirdi mihraplarda. Huşu
ile kılınacak namazın ön şartlarından biriydi adanmış-
lık. Adanmış imamların kıldırdığı namazlar yük değil
kanat olur, toplumu yüceltirdi. Yormazdı cemaati, yo-
rulmazdı Mü’minler; bir sonraki namazın özlemiyle
kalpler mihrapta asılı dururdu.
Adanmışların kürsüsünden ve minberinden vahyin
hayat veren çağrısı duyulurdu. Diriliş muştusu olurdu hut-
beler ve vaazlar. Bazen direniş aşısı vurulurdu, gaflet uy-
kusundan uyansın diye Mü’minler. Cesur imamların gür
sesi; zalime yaman bir ihtar, mazluma bir teselli olurdu.
Tarih boyunca mescitlerden başlamak suretiyle yer-
yüzünde Mü’minlerin inşa edeceği mektep, medrese gibi
tüm yapıların kuruluş aşamasında ve dahi sadece bir ku-
rum olarak değil bir eser olarak yazılan tüm kitaplarda
iman, ihlas, samimiyet ve takva aranırdı.
Sakin bir limandı takva mescitleri.
Bir diriliş ve direniş üssüydü takva mescitleri.
Bir eğitim ocağı, ilim yuvasıydı takva mescitleri.
Var oluşun ve Biz olmanın adresiydi takva
mescitleri.
Takva mescidleri, hayatın fırtınalarında savrulmaya yüz tutan insanlar için sakin bir liman
olurdu. Atanmış değil, adanmış insanlar gözlenirdi mihraplarda. Huşu ile kılınacak namazın
ön şartlarından biriydi adanmışlık. Adanmış imamların kıldırdığı namazlar yük değil kanat
olur, toplumu yüceltirdi. Yormazdı cemaati, yorulmazdı Mü’minler; bir sonraki namazın
özlemiyle kalpler mihrapta asılı dururdu.
32
33
Asr-ı Saadette İslam düşmanları, içlerine sızarak ve
kendilerinden gözükerek Mü’minleri aldatmak istemiş-
lerdi. Bunun için de merkez üssü olarak bir mescid inşa
etmişlerdi. Bu mescidin adı Dırar Mescidi idi. Ayet-i ke-
rime Rasûlullah (s.a.s)’ı ve tüm inananları İslam toplu-
muna nifak sokmak isteyen bu tip girişimlere karşı dik-
katli ve uyanık olmaya çağırmaktaydı.
“Bir de, müminlere zarar vermek, küfrü kuvvet-
lendirmek, mü›minler arasına tefrika düşürmek için
ve bundan evvel Allah Teâla’ya (cc) ve Rasûl-i Ekrem
(s.a.s)’e savaş açan kimseyi beklemek maksadıyla bir
mescit yaptılar. Ve ‘Biz bu mescidi ancak iyilik için bina
ettik.’ diye yemin edeceklerdir. Allah Teâlâ (cc) şahadet
eder ki, onlar yeminlerinde yalancıdırlar.” (Tevbe, 107)
Bu ayet-i kerimenin iniş sebebi olarak Ebu Amir denilen
bir adamdan bahsedilmektedir. Kimdi bu Ebu Amir?
Bilgili ama bilgisini şer amaçlı kullanan bir adam;
Hanif dininden ayrılan, Tevrat ve İncil’in bütün hüküm-
lerini ezbere bilen, Halk içinde üstün bir mevkie ve şöh-
rete sahip bir adam; ikiyüzlü davranan, ama niyetinin iyi
olduğuna Allah adına yemin eden bir adam; Peygambe-
rimiz Medine’ye hicret ettikten sonra itibarı zedelenen;
hasedinden, kibrinden ve enaniyetinden dolayı Allah’a
ve Rasûlü’ne savaş açan ve bu savaşta üs olarak Müs-
lümanlara ait bir ibadet merkezi olan camiyi seçen bir
adam… Üstelik bu adam, Rasûlullah’ın (s.a.s) methet-
tiği ve meleklerin yıkadığı bir sahabi olan Hz. Hanzala
(r.a)’nın da babasıydı.
Oğul cennetle müjdelenen bir güzel sahabi, baba ise
kâfir ve lanetlenmiş biriydi. Hz. İbrahim ile babası putçu
Azer gibi baba ile oğul arasında derin bir uçurum olabi-
leceğinin örneğiydi.
Dırar Mescidi; evet bir camiydi; ama yapılış gayesi
İslam’ı ortadan kaldırmak ve hak dini içten çökertmek-
ti. Binanın fiziki yapısının ne olduğundan ziyade onun
hangi amaç için inşa edilmesi gerektiğinin bir
başka örneği olmuştu.
Bu mescidin inşa ediliş amaçları;
Müminlere zarar vermek, küfrü kuv-
vetlendirmek, Mü›minler arasına tef-
rika sokmak ve bu amaçları gerçekleş-
tirmek için emir aldıkları Ebu Amir’in
liderliğine zemin hazırlamaktı.
Ebû Âmir’in bu fasit eyleminde taşe-
ronluk yapan ise münafıklardı.
Binanın kurucuları ikiyüzlü davranmaktaydılar ve
“Biz bu mescidi ancak iyilik için bina ettik.” diye yemin
etmişlerdi. Tüm bozguncular her zaman aynı şeyi söyler;
ıslah ediciler olduklarını iddia ederlerdi.
Yapanların gerçek niyetlerini en iyi bilen Rabbimiz
Rasûlü’ne hitaben: “O mescid-i dırarda ebediyyen namaz
kılma! “ emrini vermişti.
Kâfirlerin inşa ettiği, bu ve benzeri mescitlerde namaz
kılınmayacağı umumi bir emir olarak kayda geçmişti.
Rasûlullah (s.a.s), bu ayetle mescidi yaptıranların ni-
yetiyle ilgili bilgiye sahip olunca sahabilerine: “Halkı za-
lim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve enkazını da ateşe
verin!” diye emir vermişti.
Bu zararlı girişimden hareketle tarih boyunca tüm
Mü’minler İslam’ı içeriden çökertme ve nifak, fitne, fe-
sat odaklı İslami görünümlü tüm girişimlere karşı tavır
almışlardır. Bu tavır; Dırar Mescidi gibi bazen bir mabed
görünümünde olmuş, orada namaz kılmamışlar; bazen
âlim kisvesiyle ortaya çıkan bazı insanlar olmuş, onların
batıl karışmış hak sözlerine itibar etmemişler; hatta çoğu
zaman da oryantalistler ve münafıklar tarafından kaleme
alınan birtakım kitaplar olmuş onlara karşı da temkinle
yaklaşıp onları asla başucu kitabı yapmamışlar ve onların
bal görünümlü baldıran zehirlerine karşı uyanık davran-
mışlardır.
Asr-ı Saddetten günümüze kadar Dırar Mescidi ör-
neğinden hareketle firaset ve basiret ehli olan iman erleri
hak ve hakikatin izini sürdüler ve bildiler ki:
Küfrün ve nifakın gölgesinde kılınan namazlarda ha-
yır yoktur.
Hak söze batıl karıştıran sözde âlimlerin yaptığı çağ-
rılarda hayır yoktur.
Allah rızası dışında dünyevi, ticari, hizbî kaygılarla
üretilen; fitne ve fesat içerikli eserlerin okunmasında ha-
yır yoktur.
Özellikle de din kisvesi altında ortaya çıkan,
hak dine karşı olarak üretilen batıl sentezlere
karşı tavır almak dün olduğu gibi bugün
ve gelecekte tüm Mü’minlerin üzerine
düşen bir vecibedir. Ne yaptığımızdan
daha önemli olan, niçin yaptığımızdır.
Ortaya koyduğumuz eylemlerin kime
ve neye hizmet ettiği, kimlerle ittifak
yaptığımız ve varlığımızın kimi hoşnut
ettiği dikkate alınmalıdır.
ti. Binanın fiziki yapısının ne olduğundan ziyade onun
hangi amaç için inşa edilmesi gerektiğinin bir
Bu mescidin inşa ediliş amaçları;
hak dine karşı olarak üretilen batıl sentezlere
karşı tavır almak dün olduğu gibi bugün
ve gelecekte tüm Mü’minlerin üzerine
düşen bir vecibedir. Ne yaptığımızdan
daha önemli olan, niçin yaptığımızdır.
Mescide Karşı Mescid/ Dine Karşı Din
33
34
İslâm güneşinin doğduğu ve Rasûlullah aleyhisselâm’ın
oraya hicret ettiği yıllarda Yesrib, Mekke gibi, Hicaz bölge-
sinin önemli yerleşim merkezlerinden biriydi.
Yesrib’in iklimi güzel olduğu gibi, toprağı da ziraat için
çok verimliydi. Yer altı suları da fazla derin değildi üstelik.
Yesrib’in etnik yapısı oldukça genişti. Benî Kurayza,
Benî Nâdir ve Benî Kaynuka kabilelerinden oluşan Yahu-
diler vardı. Güney Arabistan kökenli Evs ve Hazrec Arap
kabileleri vardı. Kudâa kabilelerinin ve hatta Amâlika’nın
arda kalanlarından oluşan kabileler vardı.1
Ayrıca, bütün
bunların yanında sayıları az da olsa, daha ziyade köle olan,
başka etnik kökenli insanlar2
da bulunuyordu.
Yesrib halkı yerleşik bir hayat sürmekle beraber, yöne-
timde, sosyal, kültürel ve ahlâkî alanlarda kabile gelenek-
leri hâkimdi. Her kabilenin kendi başkanı vardı. Merkezi
bir idare mevcut değildi. Bir yerleşkede birçok belde ha-
vası vardı. Kabileler, birbirinden bağımsız bir halde ayrı
mahallelerde yaşıyorlardı. Bu kabilelerin arasında zaman
zaman çok ciddi sorunlar çıkıyor, büyük savaşlar oluyor ve
çok kan dökülüyordu. Bunun yanında birbirleriyle, diğer-
lerine karşı ittifak kuran kabileler de vardı.
Evs ve Hazrec kabilelerinin Yahudiler üzerinde ciddi
bir hâkimiyet elde etmeleri dikkat çekmekle beraber, bu
hâkimiyet fazla sürmedi. Yahudiler bu iki kabileyi birbiri-
ne düşürdüler. Çok eskiye dayanan bu düşmanlık, İslâm’ın
doğduğu yıla kadar 120 yıl sürmüştü! Bu savaşlar, “Buas
Harpleri” diye meşhur olmuştu.
Yesrib, o günlerde yaklaşık on bin nüfusa sahip olan
çok dinli ve çok uluslu bir beldeydi. Ağırlıklı olarak Ya-
hudiler yaşamaktaydı. Hıristiyanlar azınlıktı. Müşrikler de
bir hayli baskındılar.
Uzun yıllardan beri süren Buas Harpleri bir şekilde bit-
miş; Evs ve Hazrec kabileleri, tarihlerinde ilk defa ciddi bir
birliktelik oluşturmaya başlamışlardı. Yine o günlerde Ab-
dullah bin Übey bin Selûl üzerinde çoğunluk kararı ile onu
başlarına kral olarak atamaya hazırlanmışlardı. Sadece ıs-
marlamış oldukları krallık tacının bitmesini bekliyorlardı.
Daha önceki yazılarımızda anlatmış olsak da, bir geçiş
süreci içinde olduğumuzdan, Yesrib’e İslâm’ın girişinden
de kısaca bahsetmek istiyoruz.
Bilindiği gibi, Yesrib’e İslâm, Akabe Görüşmesi ile gir-
meye başladı. Birinci Akabe Görüşmesi ile başlayan bu
süreç, hicrete kadar devam etti. Yaklaşık iki yıl süren bu
dönemde hem Evs kabilesi hem de Hazrec kabilelerinden
Müslüman olanların sayısı bir hayli çoğalmıştı.
Rasûlullah aleyhisselâm tarafından Yesrib’e gönderilen
Hz. Mus’ab bin Umeyr (ra), tabir yerindeyse çok büyük
projelerle gitti ve çok büyük işler başardı. Bazı kabileler
Yesrib adlı bu şehre “Medinetü’n-Nebî” ya da “Rasûlullah’ın Şehri” dendi.
“Medine-i Münevvere” dendi. Zamanla tek kelimeyle “Medine” diye anılmaya
başladı. Yesrib adı unutuldu, orası artık Medine oldu, Medine olarak kaldı…
3
Yesrib Dikenliğinden
Medine Gülistanına
Yesrib Dikenliğinden
başladı. Yesrib adı unutuldu, orası artık Medine oldu, Medine olarak kaldı…
Adem SARAÇ
Yesrib…
34
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı

Más contenido relacionado

La actualidad más candente

İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman Olusu
İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman OlusuİL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman Olusu
İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman OlusuColorado Theology University
 
Orta peygamberimizin komutanlari
Orta peygamberimizin komutanlariOrta peygamberimizin komutanlari
Orta peygamberimizin komutanlariSerkan Dereli
 
Nuraniyetle Tanima Hutbesi
Nuraniyetle Tanima HutbesiNuraniyetle Tanima Hutbesi
Nuraniyetle Tanima Hutbesiguestafb6d2
 
Orta aserei mubessere
Orta aserei mubessereOrta aserei mubessere
Orta aserei mubessereSerkan Dereli
 
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
 Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlariColorado Theology University
 
Ezber Bozan Lider Olmak
Ezber Bozan Lider OlmakEzber Bozan Lider Olmak
Ezber Bozan Lider OlmakSerkan Dereli
 
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleri
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleriOrtaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleri
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleriMehmetSercan1
 
İL Üniversitesi - 1.9.vahyin gelisi asr i saadet-islam tarihi
İL Üniversitesi - 1.9.vahyin gelisi asr i saadet-islam tarihiİL Üniversitesi - 1.9.vahyin gelisi asr i saadet-islam tarihi
İL Üniversitesi - 1.9.vahyin gelisi asr i saadet-islam tarihiColorado Theology University
 
Ezber bozan lider olmak
Ezber bozan lider olmak Ezber bozan lider olmak
Ezber bozan lider olmak serizci
 
Ortaokul sahabe efendilerimiz
Ortaokul sahabe efendilerimizOrtaokul sahabe efendilerimiz
Ortaokul sahabe efendilerimizserizci
 
Dini hikayeler 1
Dini hikayeler 1Dini hikayeler 1
Dini hikayeler 1gelresule
 

La actualidad más candente (20)

Haya Örneği Hz.Osman
Haya Örneği Hz.Osman Haya Örneği Hz.Osman
Haya Örneği Hz.Osman
 
Hz.Ali
Hz.AliHz.Ali
Hz.Ali
 
İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman Olusu
İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman OlusuİL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman Olusu
İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman Olusu
 
Peygamberler
PeygamberlerPeygamberler
Peygamberler
 
Orta peygamberimizin komutanlari
Orta peygamberimizin komutanlariOrta peygamberimizin komutanlari
Orta peygamberimizin komutanlari
 
Nuraniyetle Tanima Hutbesi
Nuraniyetle Tanima HutbesiNuraniyetle Tanima Hutbesi
Nuraniyetle Tanima Hutbesi
 
Peygamberler
PeygamberlerPeygamberler
Peygamberler
 
Orta aserei mubessere
Orta aserei mubessereOrta aserei mubessere
Orta aserei mubessere
 
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
 Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
 
Peygamberler
PeygamberlerPeygamberler
Peygamberler
 
Ezber Bozan Lider Olmak
Ezber Bozan Lider OlmakEzber Bozan Lider Olmak
Ezber Bozan Lider Olmak
 
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleri
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleriOrtaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleri
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleri
 
İL Üniversitesi - 1.9.vahyin gelisi asr i saadet-islam tarihi
İL Üniversitesi - 1.9.vahyin gelisi asr i saadet-islam tarihiİL Üniversitesi - 1.9.vahyin gelisi asr i saadet-islam tarihi
İL Üniversitesi - 1.9.vahyin gelisi asr i saadet-islam tarihi
 
Ezber bozan lider olmak
Ezber bozan lider olmak Ezber bozan lider olmak
Ezber bozan lider olmak
 
Ortaokul sahabe efendilerimiz
Ortaokul sahabe efendilerimizOrtaokul sahabe efendilerimiz
Ortaokul sahabe efendilerimiz
 
Dini hikayeler 1
Dini hikayeler 1Dini hikayeler 1
Dini hikayeler 1
 
Zeyd Bin Harise(r.a.)
Zeyd Bin Harise(r.a.)Zeyd Bin Harise(r.a.)
Zeyd Bin Harise(r.a.)
 
Doğru Olmak
Doğru OlmakDoğru Olmak
Doğru Olmak
 
44.meryem suresi
44.meryem suresi44.meryem suresi
44.meryem suresi
 
Deniz kubbesi
Deniz kubbesiDeniz kubbesi
Deniz kubbesi
 

Similar a Siyer-i Nebi 32. Sayı

Similar a Siyer-i Nebi 32. Sayı (10)

Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğitIsra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
 
Hz. ömer nuşi revan
Hz. ömer nuşi revanHz. ömer nuşi revan
Hz. ömer nuşi revan
 
Peygamber Efendimiz
Peygamber EfendimizPeygamber Efendimiz
Peygamber Efendimiz
 
Peygamber
PeygamberPeygamber
Peygamber
 
Peygamberler
PeygamberlerPeygamberler
Peygamberler
 
Hicretsunum
HicretsunumHicretsunum
Hicretsunum
 
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
 
Peygamberler
PeygamberlerPeygamberler
Peygamberler
 
30 EylüL
30 EylüL30 EylüL
30 EylüL
 
Rahmetin dirilisi
Rahmetin dirilisiRahmetin dirilisi
Rahmetin dirilisi
 

Más de siyerinebi

Siyer-i Nebi 7. Sayı
Siyer-i Nebi 7. SayıSiyer-i Nebi 7. Sayı
Siyer-i Nebi 7. Sayısiyerinebi
 
Siyer-i Nebi 30. Sayısı
Siyer-i Nebi 30. SayısıSiyer-i Nebi 30. Sayısı
Siyer-i Nebi 30. Sayısısiyerinebi
 
Siyer-i Nebi 29. Sayısı
Siyer-i Nebi 29. SayısıSiyer-i Nebi 29. Sayısı
Siyer-i Nebi 29. Sayısısiyerinebi
 
Siyeri Nebi 25. Sayı
Siyeri Nebi 25. SayıSiyeri Nebi 25. Sayı
Siyeri Nebi 25. Sayısiyerinebi
 
Siyeri Nebi 16. Sayı
Siyeri Nebi 16. SayıSiyeri Nebi 16. Sayı
Siyeri Nebi 16. Sayısiyerinebi
 
Siyeri Nebi 21. Sayı
Siyeri Nebi 21. SayıSiyeri Nebi 21. Sayı
Siyeri Nebi 21. Sayısiyerinebi
 
Siyeri Nebi 20. Sayı
Siyeri Nebi 20. SayıSiyeri Nebi 20. Sayı
Siyeri Nebi 20. Sayısiyerinebi
 
Siyer-i Nebi 19. Sayı
Siyer-i Nebi 19. SayıSiyer-i Nebi 19. Sayı
Siyer-i Nebi 19. Sayısiyerinebi
 
Siyer-i Nebi 10. Sayı
Siyer-i Nebi 10. SayıSiyer-i Nebi 10. Sayı
Siyer-i Nebi 10. Sayısiyerinebi
 
Siyer-i Nebi 25. Sayı
Siyer-i Nebi 25. SayıSiyer-i Nebi 25. Sayı
Siyer-i Nebi 25. Sayısiyerinebi
 
Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı
Siyeri Nebi Dergisi 28. SayıSiyeri Nebi Dergisi 28. Sayı
Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayısiyerinebi
 
Siyer-i Nebi Dergisi 27. Sayısı
Siyer-i Nebi Dergisi 27. SayısıSiyer-i Nebi Dergisi 27. Sayısı
Siyer-i Nebi Dergisi 27. Sayısısiyerinebi
 
Siyer-i Nebi 26. Sayısı
Siyer-i Nebi 26. SayısıSiyer-i Nebi 26. Sayısı
Siyer-i Nebi 26. Sayısısiyerinebi
 
Siyer-i Nebi 24. Sayı
Siyer-i Nebi 24. SayıSiyer-i Nebi 24. Sayı
Siyer-i Nebi 24. Sayısiyerinebi
 
Siyer- Nebi 23.Sayı
Siyer- Nebi 23.SayıSiyer- Nebi 23.Sayı
Siyer- Nebi 23.Sayısiyerinebi
 

Más de siyerinebi (15)

Siyer-i Nebi 7. Sayı
Siyer-i Nebi 7. SayıSiyer-i Nebi 7. Sayı
Siyer-i Nebi 7. Sayı
 
Siyer-i Nebi 30. Sayısı
Siyer-i Nebi 30. SayısıSiyer-i Nebi 30. Sayısı
Siyer-i Nebi 30. Sayısı
 
Siyer-i Nebi 29. Sayısı
Siyer-i Nebi 29. SayısıSiyer-i Nebi 29. Sayısı
Siyer-i Nebi 29. Sayısı
 
Siyeri Nebi 25. Sayı
Siyeri Nebi 25. SayıSiyeri Nebi 25. Sayı
Siyeri Nebi 25. Sayı
 
Siyeri Nebi 16. Sayı
Siyeri Nebi 16. SayıSiyeri Nebi 16. Sayı
Siyeri Nebi 16. Sayı
 
Siyeri Nebi 21. Sayı
Siyeri Nebi 21. SayıSiyeri Nebi 21. Sayı
Siyeri Nebi 21. Sayı
 
Siyeri Nebi 20. Sayı
Siyeri Nebi 20. SayıSiyeri Nebi 20. Sayı
Siyeri Nebi 20. Sayı
 
Siyer-i Nebi 19. Sayı
Siyer-i Nebi 19. SayıSiyer-i Nebi 19. Sayı
Siyer-i Nebi 19. Sayı
 
Siyer-i Nebi 10. Sayı
Siyer-i Nebi 10. SayıSiyer-i Nebi 10. Sayı
Siyer-i Nebi 10. Sayı
 
Siyer-i Nebi 25. Sayı
Siyer-i Nebi 25. SayıSiyer-i Nebi 25. Sayı
Siyer-i Nebi 25. Sayı
 
Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı
Siyeri Nebi Dergisi 28. SayıSiyeri Nebi Dergisi 28. Sayı
Siyeri Nebi Dergisi 28. Sayı
 
Siyer-i Nebi Dergisi 27. Sayısı
Siyer-i Nebi Dergisi 27. SayısıSiyer-i Nebi Dergisi 27. Sayısı
Siyer-i Nebi Dergisi 27. Sayısı
 
Siyer-i Nebi 26. Sayısı
Siyer-i Nebi 26. SayısıSiyer-i Nebi 26. Sayısı
Siyer-i Nebi 26. Sayısı
 
Siyer-i Nebi 24. Sayı
Siyer-i Nebi 24. SayıSiyer-i Nebi 24. Sayı
Siyer-i Nebi 24. Sayı
 
Siyer- Nebi 23.Sayı
Siyer- Nebi 23.SayıSiyer- Nebi 23.Sayı
Siyer- Nebi 23.Sayı
 

Siyer-i Nebi 32. Sayı

  • 1. 4 MEKKE DAR GELİNCE Gün geldi, müşriklerin zulmü dayanılmaz boyutlara ulaştı. Merhametsiz kâfirler bütün Müslümanları bir mahallede toplayıp, onları imha etmeye karar verdiklerinde, güzel Mekke sadece fakir ve kimsesizlere değil, ona da dar geldi. İnsan, dinini Allah’ın istediği gibi yaşayamadıktan sonra Mekke’de yaşamanın ne değeri olabilirdi. B u sohbetimizde, Hz. Ebû Bekir’in hicret macera- sını Sahîh-i Buhârî hadislerine dayanarak özetle- meye çalışacağız. Hz. Ebû Bekir Mekke’de doğdu, Mekke’de büyüdü. İslâm güneşi parıldayınca ona gönül verdi ve onu ilk kucaklayanlardan biri oldu. Dünya ayazında donup git- memek için İslâm’a sarılan kimsesizlerin kimsesi oldu; Müslüman köleleri zalim efendilerinden satın alıp hürri- yetlerine kavuşturmak için servetini sular gibi akıttı. Gün geldi, müşriklerin zulmü dayanılmaz boyutlara ulaştı. Merhametsiz kâfirler bütün Müslümanları bir ma- hallede toplayıp, onları imha etmeye karar verdiklerinde, güzel Mekke sadece fakir ve kimsesizlere değil, ona da dar geldi. İnsan, dinini Allah’ın istediği gibi yaşayama- dıktan sonra Mekke’de yaşamanın ne değeri olabilirdi. İşte o günlerde Allah’ın Rasûlü, Müslümanlara nefes alabilecekleri bir hedef gösterdi. Habeşistan’a gidin, bu zulümden kurtulun, buyurdu. Gidecek durumda olanlar her şeyi göze alıp gittiler. Hz. Ebû Bekir’e dayanma gücü veren, Rasûlullah’ın arkadaşlığıydı. Kâinâtın Efendisi hiç olmazsa akşam sabah ona uğrar, kendisiyle sohbet ederdi. Bir gün o da tıkandı ve diğer kardeşleri gibi Habeşis- tan’a hicret etmeye karar verdi. Ve bir sabah yola düştü. Cidde limanına varacak, oradan gemiyle Habeşistan’a gidecekti. Beş gün sonra Birkü’l-Gımâd’a vardı. Orada Kare kabilesinin reisi İbnü’d-Dügunne ile karşılaştı. Bu zât henüz Müslüman değildi, ama Hz. Ebû Bekir’i iyi tanıyordu. Ona buralarda ne aradığını sordu. Hz. Ebû Bekir: “Zalimlerin zulmünden çok bunaldım. Mekke bana dar geldi. Rabbime rahatça ibadet edebileceğim bir yer arıyorum.” dedi. İbnü’d-Dügunne duyduklarına inanamadı: “Hayır, arkadaş!” dedi. “Senin gibi bir adam memle- ketini bırakıp gidemez ve hiç kimse de seni yurdundan çıkaramaz. Ben seni himâyeme alıyorum. Haydi, geri dö- nelim.” dedi ve Hz. Ebû Bekir’i ikna etti. Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR
  • 2. 5 Mekke’ye döndükleri zaman, İbnü’d-Dügunne ileri ge- len müşrikleri bir bir dolaştı. Ebû Bekir’in değerini onlara bir kere daha hatırlattı. “Onun gibi herkese yardım eden, akrabasını görüp gözeten, misafirleri ağırlayan bir adamı memleketinden nasıl çıkarırsınız? Onu himâyeme alıyo- rum, artık kendisini rahatsız etmeyin!” dedi. Müşriklerin bir şartı vardı. Ebû Bekir ibadetini evin- de yapacak, dışarıda Kur’an okumayacaktı. Çünkü ka- dınlar ve çocuklar onun tesirinde kalabilirlerdi. Allah’ın Himâyesine Giriyorum Hz. Ebû Bekir evinin önüne bir mescit yaptı ve orada ibadet etmeye başladı. Çok duygulu bir insandı. Kur’an okurken gözyaşlarını tutamazdı. Onun derin bir vecd için- de ibadet edip Kur’an okuyuşu, özellikle kadınların ve ço- cukların ilgisini çeker, Hz. Ebû Bekir’i hayretle seyreder, duygulanırlardı. Kadınların ve çocukların hassas ve yufka yürekli olma- larını dikkate alan müşrikler, onların İslâm dinini benim- semelerinden korktular. Hemen İbnü’d-Dügunne’ye haber saldılar. Ebû Bekir kadınlarımıza, çocuklarımıza kötü örnek oluyor. Ya onun kimseye görünmeden ibadet etme- sini sağla veya onu himâyenden çıkar, dediler. İbnü’d-Dü- gunne hemen Mekke’ye geldi ve Hz. Ebû Bekir’i uyardı. O da “Öyleyse ben artık senin himâyenden çıkıp tamamen Allah’ın himâyesine giriyorum” dedi. O günlerde Rasûl-i Ekrem Müslümanlara hicret için yeni bir hedef gösterdi. “Medine’ye gidin!” buyurdu. Bu- nun üzerine o da Medine’ye gitmeye karar ver- di. Artık hem Rasûlullah’tan hem de güzelim Kâbe’den ayrılmayı göze alacak kadar bunal- mıştı. Fakat Peygamberler Sultanı onun tek ba- şına hicret etmesine izin vermedi. “Hele bekle! Bana da hicret için izin verileceğini umuyorum, beraber gideriz.” dedi. Rasûl-i Ekrem’le birlikte hicret etmenin hayali bile güzeldi. Yol boyunca ona hizmet etme şerefine nâil olacaktı. O sevinçle hemen develerin yaylım ye- rine gitti. En değerlisinden iki deve seçti. Onları evde ağaç yapraklarıyla özel surette beslemeye başladı. Aradan tam dört ay geçti. Bir öğle vakti, or- talık sıcaktan kavrulurken Allah’ın Rasûlü çıka- geldi. Mübarek başını bir örtüyle örtmüştü. Ebû Bekir onun bu saatte geldiğini hiç görmemişti. Çok meraklandı. Rasûl-i Ekrem hemen konuya girdi: “Odadakileri dışarı çıkar; önemli bir mesele konuşacağız.” dedi. Hz. Ebû Bekir boyun büktü: “Yâ Rasûlallah! Sana can kurban, bunlar senin aile fertlerin değil mi?” dedi. Hicrete izin çıktığını öğrenince “Yanında ben de var mıyım?” diye he- yecanla sordu. Rasûl-i Ekrem: “Evet, varsın. Haydi, hazırlan!” deyince dünya- lar onun oldu: Kur’an okurken gözyaşlarını tutamazdı. Onun derin bir vecd içinde ibadet edip Kur’an okuyuşu, özellikle kadınların ve çocukların ilgisini çeker, Hz. Ebû Bekir’i hayretle seyreder, duygulanırlardı.
  • 3. 6 “Canım sana kurban olsun, ey Allah’ın Rasûlü! İki deve hazırladım; beğendiğini al.” dedi. Rasûl-i Ekrem: “Parasını ödeyerek kabul edebilirim.” buyurdu ve Kasvâ adlı deveyi aldı. Medine Yolunda Önce iyi bir kılavuz buldular. Kılavuz Müslüman değildi ama güvenilir biriydi. “Üç gün sonra falan yere gel!” diyerek develeri ona teslim ettiler ve kimseye gö- rünmeden evin arka penceresinden çıkıp Sevr dağındaki bir mağaraya sığındılar. Orada üç gün kaldılar. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah karanlık basınca geliyor, Mek- ke’den haber getiriyordu; genç kölesi Âmir İbni Füheyre de mağara civarında koyun otlatıyor, sağdığı sütün içine kızgın taş koyarak onu birazcık pişirip efendilerine ik- ram ediyordu. Hz. Ebû Bekir dışarıda etrafı gözetlerken bir grup Mekkelinin kendilerine doğru geldiğini gördü. Büyük bir telâşa kapıldı. Kâfirler Rasûlullah’ı ya- kalayıp ona bir fenalık yapar- lar diye korkuyordu. Adam- lar gelip mağaranın önünde durunca yüreği ağzına geldi. Bir onların ayaklarına, bir Rasûlullah’ın yüzüne bakıyor, şimdi onu görecekler diye ter döküyordu. Rasûl-i Ekrem: “Üzülme, Ebû Bekir! Allah bi- zimle beraberdir.” buyurdu. Ama onun heyecanı yatışmamıştı: “Ayaklarının ucuna bir baksalar bizi görecekler.” dedi. Peygamber aleyhisselâm onun kulağına fısıldadı: “Bizim yardımcımız Allah’tır, endişelenme!” O sırada adamın biri mağaranın önünde abdest bozma- ya başladı. Rasûl-i Ekrem onu göstererek “Eğer bizi fark etselerdi, bu adam gözümüzün önünde bu işi yapmazdı.” dedi. Artık Hz. Ebû Bekir rahatlamıştı. Dördüncü gün kılavuz develeri getirdi. Koyun çobanı Âmir İbni Füheyre’yi de yanlarına alarak sahil yolundan Medine’ye doğru yola çıktılar. Hz. Ebû Bekir, yolda Rasûlullah’ın rahat etmesi için elinden geleni yapıyordu. Uygun yerlerde onun bir süre dinlenmesini istiyor, eliyle düzeltip temizlediği yere ya- nındaki kürkü seriyor, Rasûlullah’ın onun üzerinde bi- razcık yatıp dinlenmesini sağlıyor, ona kimseler zarar vermesin diye gözcülük yapıyordu. Kâinâtın Efendisi’nin susadığını gördükçe yolda rastladıkları çobanlardan süt alıp Rasûlullah’a taze süt ikram ediyordu. Yol boyunca Hz. Ebû Bekir’i derin endişelere sevk eden bazı olayları geride bırakıp Medine’ye vardılar ve Kuba semtinde yaşayan Amr İbni Avf ailesine misafir ol- dular. Günlerdir yollarını bekleyen Medine- liler, başlarına konan o devlet kuşunu görmeye koştular. Ticaretseferleridolayısıylata- nıdıkları Hz. Ebû Bekir’i selâm- lıyorlar, ama misafirlerden han- gisinin Rasûlullah olduğunu bilmiyorlardı. İşte o sırada Hz. Ebû Bekir, Rasûl-i Ekrem’in üzerine güneş geldiğini görün- ce, onun Kâinatın Efendisi’ni in- citmesine meydan vermemek için hemen kalktı, ridasını çıkarıp güneşin geldiği yeri kapadı. İşte o zaman Medine- liler kimin Rasûlullah olduğunu anladılar. Hz. Ebû Bekir yol boyunca gözü gibi koruduğu Rasûl-i Ekrem’i, onun hasretiyle yanan Medinelilere sağ sâlim emanet edince derin bir nefes aldı. Geri kalan ha- yatı boyunca ondan bir daha ayrılmadı. Allah kendisinden razı olsun, bizi de şefaatiyle şeref- lendirsin (Âmin). dular. Günlerdir yollarını bekleyen Medine- liler, başlarına konan o devlet kuşunu görmeye koştular. Hz. Ebû Bekir dışarıda etrafı gözetlerken bir grup Mekkelinin kendilerine doğru geldiğini gördü. Büyük bir telâşa kapıldı. Kâfirler Rasûlullah’ı ya- kalayıp ona bir fenalık yapar- şimdi onu görecekler diye ter “Üzülme, Ebû Bekir! Allah bi- buyurdu. Ama onun ce, onun Kâinatın Efendisi’ni in- citmesine meydan vermemek için hemen kalktı, ridasını çıkarıp güneşin geldiği yeri kapadı. İşte o zaman Medine- liler kimin Rasûlullah olduğunu anladılar. Üzülme, Ebû Bekir! Allah bizimle beraberdir. ” ”
  • 4. 77 HİCRET GÜNLÜĞÜ Hicret tevhit şulesi, tabuları yıkmaktır Zifiri karanlıktan aydınlığa çıkmaktır Hicret iman güneşi, ümidin çerağıdır Vahdetin gül çeşmesi, hakikat durağıdır Hicret şirkin zehrini idrâklerden koğmaktır Yesrib’in üzerine güneş gibi doğmaktır Hicret zulmetten nura, kardeşliğe akmaktır Veda tepelerinden Medine’ye bakmaktır Hicret cihad-ı ekber, köprüdür selâmete Gözü gibi bakmaktır mukaddes emanete Hicret anka misali, küllerinden doğmaktır İmanın ziyasıyla karanlığı boğmaktır Hicret vahdet ağacı, tutunulan daldır o… Yesrip’ten Medine’ye giden kutlu yoldur o… Hicret teslimiyettir, zincirleri kırmaktır Kavruk Hicaz çölünde medeniyet kurmaktır. Hicret vuslat neşesi, aşka açılan kapı… İman coğrafyasında mübarek, nurlu yapı… Hicret tebliğde milât, takvim onunla başlar Kavuşma sevinciyle gözlerden akar yaşlar Hicret selâmet yurdu, davete icabettir Gurbet sıladır şimdi, gayri sıla gurbettir Hicret Hakk’ta yok olmak, vahdette çoğalıştır Hakikat nazarında bir verip bin alıştır Hicret kutlu yolculuk, öz yurdundan firaktır Onunla uzak yakın, yakınlar pek ıraktır Hicret kaçış değildir, dosta doğru gitmektir Hasret ateşinde köz, yanıp yanıp tütmektir Hicret bir şah damardır, kalp göğünde güneştir Gönül sahralarını yakan kızgın ateştir Hicret genişlemektir, ebedî inşirahtır İslâm’ın gür sesidir, göğü kuşatan âhtır M. Nihat MALKOÇ 7
  • 5. 8 GERÇEK MUHÂCİR Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN Abdullah b. Amr radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: “Gerçek muhâcir, Allah’ın nehyettiklerini terk edendir.”1 Muhâcir İslâm tarihi ve sistemi bakımından büyük bir etki- ye ve öneme sahip olan hicret olayının kahramanlarına ilâhî kelâm muhâcir unvanını vermiş ve onları Muham- med ümmetinin başında yer alan kesim olarak takdir ve takdim etmiştir. İnançları uğrunda dünyevî değer olarak neleri varsa hepsinden vazgeçebilen bu çileli ve özverili mü’minler, İslâm adına katlanılması gereken her türlü sıkıntıyı ilk kez ve belki de en ağır şekilde göğüslemişlerdir. Bu se- beple de erişilmez mevkilerini hakkıyla elde etmişlerdir. İnanmanın; her şeyini kaybetmek demek olduğunu göre göre, bile bile inanmak ve inancı uğrunda nelerle karşıla- şacağını bilmediği diyarlara Habeşistanlara kadar gitmeyi kabullenmek, emredilen yere göç etmek, Allah ve Rasûlü’ne hicretten başka ne ile izah edilebilir! Bu sebeple de muhâcir büyük şahsiyet, hicret büyük mazhariyettir. Hicret İmandan sonra ikinci farz olarak Müslümanların gündeminde yer alan tarihi hicret, özellikle şirki ve müş- rikleri terk etmek anlamında o günün Müslümanlarının şuuruna vardıkları biricik İslâmî aksiyondu. Çünkü hic- ret, İslâm’a, en güzele gitmek, ona hizmet etmekti. Onun uğrunda her şeyden vazgeçmek, İslâm’ı mes’ele etmekti. İslâm’dan başka her şeyi İslâm için terk etmekti. Kelime olarak da tarihî uygulama olarak da hicretin ilk manası, terk etmekti. Terkedilecek olanlar ve terk ni- yeti hicrette pek önemliydi. Öylesine ki, muhâcir olmak
  • 6. 9 için Mekke’yi terk etmek ve hatta Medine’ye gelmek yet- miyordu. Ümmü Kays ile evlenmek niyetiyle böyle bir yolculuk yapmış Mekkeli, niyetine göre isimlendirile- cek, “Ümmü Kays’ın muhâciri” olarak değerlendiri- lecekti. Bu, hicret’te görüntü ve mekân değişikliğinin değil; neyin, niçin terkedildiğinin önemli olduğunu belgelemekteydi. Zaten “kişinin eline geçecek olan da niyet ettiği” idi. Hicrî 8. yılda Mekke’nin fethi, tarihi anlamı içinde “muhâcir” olma şansını ortadan kaldırıyordu. Artık cihad ve cihad niyeti gereği olarak hicret söz konu- su olabilirdi. Yani hicret temel anlamıyla geçerliydi. Mekke’den Medine’ye yönelik tarihî uygulamasıyla hicret sona ermişti. Çağların Cihadı Hicret Tarihî hicretin İslâm için ifade ettiği mana, kuru- luş döneminin çok zor günleri ve sıkıntıları göz önüne getirildiği zaman anlaşılabilir. O gün hiç bir şey, hicret kadar, yani şirki ve müşrikleri terk edip Müslümanlara iltihak etmek kadar önemli olamazdı. O gerilimli hava içinde hicretin temelinde yatan aslî mana, olayın sosyo- lojik önemi karşısında biraz geri planda kalmış olabilir- di. Zira hicret olayı, o güne kadar yaşanmamış bir inanç yolculuğu olarak günün Müslümanlarının olduğu ka- dar, müşriklerinin de gündemindeydi. Dehşetli ve garip olaylar yaşanıyordu. Gündem tek maddeliydi. Hicret›ten ibaretti. Hicret etmek isteyenlerin başına olmadık şeyler geliyordu. eI-Muhâcir b. Kunfuz, hicret ederken yaka- lanmış, tutuklanmış hicretten vazgeçirilmek istenmişti. O bir fırsatını bulup kaçmış ve Medine’de Hz. Peygam- ber’e ulaşmıştı. Hz. Peygamber kendisini dinledikten sonra “Bu gerçek muhacirdir.” diye onu taltif etmişti. O günden sonra da İbn Kunfuz’un adı “el-Muhâcir” kalmış, asıl ismi unutulmuştu. Böylesine iltifât ve “muhâcir” olabilme şansı elbette her Müslüman için söz konusu değildi. Ancak bu mazha- riyeti kaçırmış Müslümanların hicretten hiç mi nasibi ol- mayacaktı? İşte hadisimiz bu sorunun cevabını vermekte, hicretin sadece mekânda değil zamanda da olabileceğini, her zaman ve herkes için geçerli ve temelli bir manasının bulunduğunu belirlemektedir: “Gerçek muhâcir, Allah’ın nehyettiklerini terk edendir.” Hz. Peygamber, kendisine yöneltilen “Hangi hic- ret daha üstündür?” sualine de aynı cevabı verecekti: “En üstün hicret, Allah’ın sana haram kıldıklarını terk etmendir.”2 Hadisimiz, hicretin öz ve temel manasını dikkatlere sunmakta, başta şirk olmak üzere, Allah Teâlâ’nın “kerih gördüğü”, “haram kıldığı” ya da “nehyettiği” şeyleri terk eden, yasaklardan uzak kalan, iyiye, güzele, en güzele yö- nelen herkesin gerçek bir hicreti yaşadığını vurgulamak- tadır. İşte bu Peygamberî tespit, hicreti çağların cihadı haline getirmektedir. Hicret, İslâm’a, en güzele gitmek, ona hizmet etmekti. Onun uğrunda her şeyden vazgeçmek, İslâm’ı mes’ele etmekti. İslâm’dan başka her şeyi İslâm için terk etmekti.
  • 7. 10 1 Buhârî, İman 4; Rikak 26; Ebû Dâvûd, Vitr 2, 11, 12, Cihad 2; Nesâî, İman 9, İbn Mâce, Fiten 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 163, 192, 193, 205, 206, 209, 212, 215, 224, III.-154, VI, 21, 22. 2 Ebû Dâvûd, Vitr 11; Nesâî, Zekât 49, Bey’at 12; Dârimî, Salat 135, Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 160, 491, 193, 195, 224, 391, III, 412, IV, 385. 3 Nesâî, Bey’at 13. 4 Tirmizî, Cennet 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 240. 5 Müslim, Fiten 130; Tirmizî, Fiten 31; İbn Mâce 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 25, 27. Ensâr’ın da Muhâcirleri Vardı Unutulmamalıdır ki, şirkin temsil ettiği yasaklardan her uzaklaşma bir hicret, böyle bir olayı gerçekleştiren herkes de, nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun bir muhâcirdir. Nitekim Nesâî’nin rivâyet ettiği bir hadiste İbn Mes’ud’un açıkça ifade ettiği gibi aslında, “Ensâr için- de de muhâcirler vardı; zira Medine dâr-i şirk iken Aka- be’ye gelerek Hz. Peygamber’e bey’at etmişlerdi.”3 Bir başka ifade ile Medine’de Yesrib’den Medine’ye hicret etmişti. Hadisimiz iman gereklerinin yaşanabileceği mad- dî-manevi bir muhit arama demek olan hicrete, önce gönüllerde başlamak, sonra en yakın çevreden itibaren mevcudu ıslah etmek anlamını kazandırmaktadır. Bü- tün tebliğ ve irşâd faaliyetlerinin, Allah’ın nehyettikle- rini terk etme hicretini gerçekleştirme hedefine yönelik olduğu da ortaya çıkmaktadır. Zaten Sevgili Peygam- berimiz, “İster Allah yolunda hicret etsin, isterse doğ- dukları yerlerde vefat etsinler, İslâm esaslarına uygun yaşayanları Allah bağışlayacaktır.” buyurmaktadır.4 Bu, bağışlanma için İslâm’ın mes’ele edinilmesi gerektiğini göstermektedir. Muhâcir de hiç şüphesiz İslâm’ı mes’ele edindiği için her şeyinden ayrılmaktadır. Öte yandan yine Sevgili Peygamberimiz “Fitne ve bozgun içinde ibadet, bana hicret etmek demektir.” buyurmaktadır.5 Bu hadiste de görüldüğü gibi, Allah’a kul olmaya çalışmak hicret sevabı kazandırmaktadır. Zira hicretteki temel amaç İslâm’ın yaşamasıdır. Kulluğunu diri tutmaya ça- lışan da İslâm’ın yaşamasına çalışıyor demektir. Haramları Terk Etmek Belki birçok Müslüman’a “haramları terk etmenin gerçek hicret olması”, tarihi hicret olayı karşısında bi- raz zor anlaşılır bir değerlendirme gibi gelebilir. Ama haramları terk etmenin, memleketi, çoluk-çocuğu, her şeyi terk etmek kadar zor olduğuna da herkesin haya- tında şu veya bu bahanelerle ve fakat yoğun şekilde ya- şayan haramlar şâhittir. Günümüzde giderek artan ve ağırlığını hissettiren haramlar, onları terk edebilmenin gerçekten bir hicret, bunu yapabilen babayiğitlerin de hakiki “muhâcir” olduklarını göstermiyor mu? Özellik- le kurumlaşmış haramlardan uzak kalmak kaç Müslü- man’a nasib olan bahtiyarlıktır? Haramlardan uzak yaşayabilenlerin toplum tarafın- dan algılanış şekli de, muhâcirlerin, müşrikler tarafın- dan değerlendirilmesine ne kadar benzemektedir? Bu sebeple hadisimizdeki tespit, hakikatin ta ken- disidir: “Gerçek muhâcir, Allah’ın nehyettiklerini terk edebilendir.” Bu İlden Gitmek Yok Yugoslavyalı bir Müslüman, içinde bulunduğu du- rumdan yakınıyor. Dostu ona “Çok bunalmışsan, İstan- bul’a gel, hicret et.” teklifinde bulunuyor. Yugoslavyalı müminin cevabı şu: “Eğer ben hicret eder, İstanbul’a gelirsem, dünya haritasını çizenler, bizim oraları Müslümanların azın- lık olarak yaşadıkları yerler olarak göstermezler. İslâm dünyası küçülmüş olur. Ben yerimde kalacağım. Bir gün Müslümanlar oralara gelirlerse, bana ihtiyaçları olabilir...” Bu cümlelerin ve buna benzer düşüncelerin sahip- lerine “bulunduğu yerde muhâcir” dememek mümkün mü? Bu sebeple ve hadisimizin açıkça ortaya koyduğu gerçeğe dayanarak, “Bu ilden gitmek yok. Hicreti bu- lunduğumuz yerde ve şartlarda, her geçen gün biraz daha iyi olmaya çalışarak, önce haramlardan sonra şüp- helilerden uzak kalmaya gayret ederek yaşamak, var.” diyoruz. Unutulmayalım ki, amel dünyamızdaki her düzelme, hicret yolunda atılmış bir adımdır.
  • 8. 11 HASRETLİK Kurumuş toprak gibi yüreğimde çatlaklar Ab-ı hayat bekliyor, bir damla suya hasret Kurak bir güz mevsimi etrafımda yapraklar Düşüyor dallarından sanki bahara hasret Zaman denen değirmen öğüttükçe her anı Mazi, hal ve istikbal eder feryat figanı Kimler anlar halimden, kime edem beyanı Vuslatın terennümü sadayı yare hasret Bir uzun seferdeyim hedef yarin gözleri Kafi gelir mi bilmem lügatlerin sözleri Hisleri alevleyip tutmaktır tüm közleri Yanmaya meyyal gönül ateş-i aşka hasret Seher vaktinde esen serin bir rüzgar gibi Gönlün gülizarında güllerin andelibi Denizler ötesinde aks-i kamer sebebi Cemalinin zuhuru bir küçük nura hasret Düşüyor dallarından sanki bahara hasret Vuslatın terennümü sadayı yare hasret Yanmaya meyyal gönül ateş-i aşka hasret Cemalinin zuhuru bir küçük nura hasret Gülnur ALTUNTAŞ 11
  • 9. 12 HİCRET-I Mutlu BİNİCİ Medine Müminleri Bekliyor Onlar, yüce dağlardan daha ağır bir yükün altına gir- diler. Ne verdikleri sözden döndüler ne şikâyet ettiler. En ağır sıkıntılara en derin acılara maruz kaldılar. Zulüm dört bir yanı sardığında onlar Allah dediler, acılarını, kederlerini Rablerine arz ettiler. Âlemlerin Rabbi, maz- lum kullarının imdadına Medineli kahramanlarla yetişti. Akabe’de söz veren yiğitler Muhammed aleyhisselâm’ı ve Mekkeli mümin kardeşlerini Medine’ye davet ettiler. Kureyş, Akabe Biati’ne mani olamamış, Medineli Müslümanları ellerinden kaçırmıştı. Bunun verdiği hırs- la müminlere daha çok işkence ediyor, baskılarını her gün bir kat daha artırıyorlardı. Zulüm dayanılmaz bir hal alınca Nebi aleyhisselâm, çilekeş sahabilerine Medine’ye gitmelerini ve orada bulunan kardeşlerine katılmalarını emretti: “Sizin Hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasın- da hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi. Orası Me- dine’dir.”1 “Yüce Allah, onları size kardeş, Medine’yi de emniyet ve huzur bulacağınız bir yuva kılmıştır.”2 Müminler hicret için hazırlanmaya ve küçük kafileler halinde Medine’ye hicret etmeye başladılar. Ebû Seleme Abdullah b. Abdulesed Akabe Biati’nden bir sene evvel hüzün dolu bir yolculuğun sonunda Medine’ye varmış- tı.3 Mus’ab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektûm ise Birinci Akabe Biati’nden sonra Medine’ye gitmişlerdi.4 Allah Rasûlü’nün emrinden sonra ilk hicret edenler ise Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ binti Ebî Hasme oldu.5 Müslümanlar çok gizli hareket ediyor, Kureyş’in ta- kibinden, yakalanıp hapsedilmekten korkuyorlardı. Yal- nızca Hz. Ömer hicret ettiğini tüm Mekkelilere açıkça ilan etti. O, silahlarını kuşanmış bir halde gelmiş, Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklerin karşısına çıkarak onlara meydan okumuştu: “Ben Medine’ye gidiyorum. Anasını ağlatmak, karısı- nı dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa şu vadi- nin arkasında karşıma çıksın.”6 İki ay gibi kısa bir süre içerisinde Müslümanların büyük çoğunluğu Medine’ye hicret etmişti. Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir ile aileleri, Hz. Ali ve annesi Fatıma binti Esed ise henüz Mekke’deydi. Hicret edecek gücü olmayan, müşrikler tarafından yakalanıp zincire vurulan ya da hastalığı sebebiyle hicret edemeyenler de Mekke’de kalmışlardı. Efendimiz aleyhisselâm gemisini en son terk eden kaptan misali, müminlerin tamamı Medine’ye varıp can güvenlikleri sağlanıncaya kadar Mekke’den ayrılmamıştı. Müminler Medineli kardeşlerinin yanına gelip canlarını kurtardıklarında O ve ailesi Kureyş cellatlarının tehdidi altındaydı. O’nun, kardeşlerine karşı derin bir sevgi ve merhameti vardı. Kureyş Panik İçinde Yesribli Müslümanlar yerini yurdunu terk eden, imanları uğruna sahip oldukları tüm dünyalıklarından vazgeçen Mekkeli kardeşlerine kucak açmış; evlerini, sofralarını onlarla paylaşmışlardı. Kuba kasabasında top- lanan muhacirlere daha düne kadar basit bir köle olan Sâlim imamlık yapıyor7 , yeni bir dünyanın hayalleri ku- ruluyor, müminler hasret ve heyecanla en büyük muha- cirin Medine’ye gelmesini bekliyorlardı. Sİyer-İ Nebİ Derslerİ 32 12
  • 10. 13 Hz. Ebû Bekir de hicret etmek için Efendimiz aleyhisselâm’dan izin istemiş, Mübarek Nebi kendi- sine “Acele etme. Umulur ki Allah sana bir arkadaş bulur.” buyurmuştu.8 Hz. Ebû Bekir bu dostun Efen- dimiz aleyhisselâm olacağını umut etmiş hazırlıklara çoktan başlamıştı. Sekiz yüz dirheme satın aldığı iki deveyi, Semüre ağacının yapraklarıyla en yüce yolcu- luk için besliyordu.9 Kureyş liderleri panik içindeydi. Yıllar boyu işkence ettikleri insanlar şehri terk etmiş, Yesribli iman kardeş- lerinin yanlarına gitmişlerdi. Kureyş korkuyordu. Güç- lerini birleştiren Müslümanlar Medine’de iyice kuvvet- lenebilir ve bir gün Mekke’yi ele geçirebilirlerdi. Ayrıca Medine, Mekke-Suriye ticaret yolunun tam üzerindeydi. Müslümanlar Kureyş kervanlarına zarar verebilir, bu du- rum Kureyş’in iflasına, Mekke ekonomisinin çökmesine neden olurdu. Yakın zamanda Muhammed aleyhisselâm da Medine’ye gidecek, Kureyş için asıl felaket işte o za- man başlayacaktı. Neyse ki Muhammed hâlâ Mekke’de ve oldukça korumasız bir haldeydi. Kureyş bu fırsatı de- ğerlendirmeli, uykularını kaçıran tehlikeden bir an evvel kurtulmalıydı. Ecel korkusu yaşayan Kureyş, derhal top- lanmaya karar verdi. Onlar Tuzak Kurarlar, Allah da Tu- zaklarını Bozar Daru’n-nedve’de sabahın erken saatlerinde başlayan toplantıya tüm kabilelerin liderleri katılmış, Efendimizin kabilesi Haşimoğullarından ise Ebû Leheb dışında kimse çağırılmamıştı. Daru’n-nedve tarihindeki en önemli top- lantı, sıkı güvenlik tedbirleri alındıktan sonra başladı. İslam artık Mekke dışına yayılmış, durum Kureyş’in kontrolünden çıkmıştı. Yakın bir zamanda Müslümanlar Mekke’ye saldırabilirlerdi. Öyleyse hemen bir çare bu- lunmalıydı. İlk teklif Esedoğullarının lideri Ebû’l-Bahte- ri’den geldi. O, Peygamberimizin zincire vurulup hapse- dilmesini ve ölünceye kadar zindanda tutulmasını teklif etti. Fakat bu teklif yerinde bulunmadı. Zira Muhammed aleyhisselâm’ın kardeşleri, onun uğruna her şeyi göze alabilecek sahabileri vardı. Kureyş iman dolu yürekleri durduramaz, Allah’ın sadık ve sevgili kulunu zindanda çok fazla tutamazdı. Sonra Ebû’l-Esved Rebîa b. Amr’ın sesi yükseldi. Ona göre Muhammed aleyhisselâm sürgün edilmeli, Kureyş rahat bir nefes almalıydı. Fakat bu fikir de kabul edilme- di. Zira Allah Rasûlü samimi davranışları, tatlı sözleriyle insanların kalbini kazanabilir, bir başka yerde çok daha fazla güçlenebilir ve Kureyşli zalimlerin iktidarını orta- dan kaldırabilirdi. Hayır, sürgün teklifi hiç de makul gö- zükmüyordu. Nihayet sözü ümmetin firavunu Ebû Cehil aldı. Ku- reyş’in bu badireden kurtulmasının tek yolu Muham- med’in öldürülmesiydi. Her kabileden güçlü kuvvetli bir yiğit seçilecek, ellerine keskin birer kılıç verilecek, bu cel- latlar hep birden Muhammed aleyhisselâm’ı öldürecek- lerdi. Cinayeti işleyenler tüm kabileleri temsil ettiğinden Haşimoğulları intikam için tüm Mekke’yle savaşmayı göze alamayacak, bunun yerine fidye ödenmesine razı olacaktı. Kureyş fidyeyi ödeyecek ancak yıllardır başları- nı ağrıtan, hâkimiyetlerini tehdit eden İslam Peygambe- ri’nden de kurtulmuş olacaktı.10 “Hani kâfirler seni tutuklayıp hapsetmek, öldürmek veya yurdundan çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlar, Allah da tuzaklarını bozar. Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl 8/30) 13
  • 11. 14 Toplantıya katılanlar Ebû Cehil’in teklifini büyük bir heyecan ve sevinçle karşıladı. Derhal cellatlar seçildi ve kılıçlar teslim edildi. Kur’an-ı Kerim bu korkunç planı bizlere şöyle anlatır: “Hani kâfirler seni tutuklayıp hapsetmek, öldür- mek veya yurdundan çıkarmak için sana tuzak kuru- yorlardı. Onlar tuzak kurarlar, Allah da tuzaklarını bozar. Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl 8/30) Firavun ve yandaşları Allah’ın salih ve sadık kulunu yurdundan çıkarmak, onu etkisiz hale getirmek için her şeyi yapıyorlardı. Fakat Rabbimiz, asıl onların bu mü- barek şehirde fazla kalamayacaklarını haber veriyordu. (Bkz. İsrâ 17/76) Âlemlerin Rabbi, Kureyş’in suikast planını Sevgili Peygamberimize haber vermiş, O’na Medine’ye hicret et- mesini emretmişti11 : “De ki: Yâ Rabbî! Gireceğim yere doğrulukla gir- memi, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkmamı nasip eyle. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuv- vet ver.” (İsrâ 17/80) Hz. Ebû Bekir’in Evinde Hicret emrini alan Peygamberimiz, öğle saatlerinde Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. Allah Rasûlü her gün sabah ya da akşam vakitlerinde Hz. Ebû Bekir’i ziyaret ederdi. Efendimizin hiç gelmediği bir saatte yaptığı ziyaret, Hz. Ebû Bekir’i çok şaşırttı. Peygamberimiz Medine’ye hicret için Rabbinin kendisine hicret izni verdiğini söyledi. Hz. Ebû Bekir bu en zorlu yolculukta Allah Rasûlü’nün ya- nında olacağını öğrenince sevincinden ağlamaya başladı. Birlikte hicret etme ümidiyle satın alıp dört aydan beri beslediği develerden birini Efendimize hediye etmek is- tedi. Fakat Allah Rasûlü ancak ücretini ödemesi şartıyla bu teklifi kabul etti.12 Peygamberimiz satın aldığı bu de- veye Kasvâ ismini verdi. Nebi aleyhisselâm hayatının hiçbir döneminde en yakın arkadaşlarına dahi yük olmak istemedi. Rabbinin rızası için yapacağı mübarek yolculuk için ne gerekiyor- sa kendi imkânlarıyla karşılamak istedi. Kıyamete kadar gelecek tüm İslam davetçileri, kimseye yük olmamak ve Allah’tan başka kimseden bir şey istememek hususunda O’nu örnek edindi. Bir adım ötede ne ile karşılaşılacağı belli olmayan, ölümle burun buruna yapılacak zorlu hicret yolculuğu için çok iyi bir kılavuza ihtiyaç vardı. Efendimizin Mek- ke’yi terk ettiğini öğrenen Kureyşliler, O’nun Medine’ye gittiğini anlayacak ve yakalamak için yollara düşecekler- di. Öyleyse Medine’ye varmak için insanların bilmediği, kullanmadığı daha güvenilir ve tenha yolları kullanmak gerekiyordu. İşte bu sebeple Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir, henüz Müslüman olmayan fakat yolları gayet iyi bilen Abdullah b. Uraykıt’ı kılavuz olarak tuttular. Abdullah’a develeri teslim ederek üç gün sonra Sevr Dağı’nın eteğin- de buluşmak üzere kendisiyle anlaştılar.13 Allah Rasûlü’nün insanlık tarihinde dönüm noktası olacak bu yolculuğu sırasında müşrik bir kılavuz kirala- ması oldukça önemlidir. Müminler ehil insanlarla hare- ket etmeli, işlerini en güzel şekilde sonuçlandırmak için sahasında uzman olan, güvenilir kimselerle çalışmalıdır. Zâtünnitâkayn Hz. Ebû Bekir’in kızları Hz. Esmâ ve Hz. Âişe de bu mübarek faaliyetin içinde yer almış, zorlu yolculuk için erzak hazırlamışlardır. Hz. Esmâ bir torbaya azık koyup bir kırbaya da su doldurdu; ancak kapların ağızlarını bağlamak için ip bulamayınca belindeki kuşağı çıkarıp ikiye böldü; bir parçasıyla azık torbasının, diğer parça- sıyla da su tulumunun ağzını bağladı. Bundan son dere- ce memnun olan Hz. Peygamber’in, “Allah bu kuşağının karşılığında cennette sana iki kuşak versin.” diye iltifat etmesi üzerine Hz. Esmâ’ya “Zâtünnitâkayn” (iki kuşak- lı) lakabı verildi.14 Yaman Bir Çelişki Hazırlıkların tamamlanmasından sonra Peygamberi- miz evine geldi ve Hz. Ali’yi yanına çağırdı. Kendisine bu gece Medine’ye hicret edeceğini ve Kureyş’in suikast planını haber verdikten sonra şöyle buyurdu: “Bu gece benim yatağıma sen yat. Şu hırkamı da üstü- ne ört. Korkma, sana hiçbir şey yapamayacaklar.” Efendimiz ayrıca Kureyşlilerin kendisine güvendikle- ri için emanet ettikleri değerli eşyaları Hz. Ali’ye teslim ederek bu eşyaları sahiplerine vermesini, sonra kendisi- nin de Medine’ye hicret etmesini emretti.15 Kureyş hem Muhammed aleyhisselâm’ı öldürmek is- tiyor, hem de koca şehirde ondan daha güvenilir, ema- netlerini teslim edebileceği emin bir kimse bulamıyor- du. Allah’ın Rasûlü’nü öldürmek için bir araya gelenler, aslında birbirlerine karşı ne bir samimiyet ne de güven 14
  • 12. 15 duyabiliyorlardı. Ama ne gariptir ki koca şehir toplanmış herkese huzur ve güven veren kişiyi öldürmek istiyordu. Düşmanlarına güven veren, katil ve canilere emniyet aşı- layan sevgili Peygamberimiz ile ümmeti ile arasında ne büyük bir uçurum var. Bu Putlar İçin mi Rabbinize İsyan Ediyorsunuz? Rivayete göre o gün insanların evlerinde dinlendiği bir saatte Allah Rasûlü, Hz. Ali ile birlikte Kâbe’ye gitti. Efendimizin omuzlarına çıkan Hz. Ali Kâbe’nin üzerin- deki putları kırıp parçaladı.16 Belki de Efendimiz Kureyş’e son bir mesaj vermek, onları bir kez daha uyarmak istedi. “Ey kavmim bu taşlar için mi Allah’a iman etmiyor, Rasû- lü’nü öldürmek istiyorsunuz!” diyerek onlara tıpkı atası İbrahim gibi hakkı gösterdi. Gözleri Var Ama Göremezler Gece olduğunda Nebi aleyhisselâm, Hz. Ali’yi yatağı- na yatırdıktan sonra üzerine Hadramevt kumaşından ye- şil hırkasını örttü. Bu sırada Kureyş’in eli kanlı cellatları evin etrafında toplanmaya başlamışlardı. Allah Rasûlü Mekke’deki mübarek hanesinde son dakikalarını yaşıyor- du. Hz. Hatice ile bu evde yirmi beş yıl mutlu bir evlilik sürmüş, çocukları bu evde doğmuş, nübüvvetin pek çok hatırası burada yaşanmıştı. Efendimiz bir süre bekledikten sonra kapıyı açtı. Evin etrafı katiller ve bu katillerin işleye- ceği cinayeti izlemek için toplanmış Kureyş’in elebaşlarıyla doluydu. Muhammed aleyhisselâm yerden bir avuç kum alarak kendisini öldürmek isteyen katillerin üzerine attı. Hem yürüyor hem de Yâsin Suresi’nden ayetler okuyordu: “Önlerine bir duvar, arkalarına bir duvar çekip onları öyle bir kuşattık ki artık göremezler.” (Yasin 36/8) Allah’ın salih kulu Kur’an okuyor, düşmanlarının ortasından korkusuzca geçiyor ve kimse kendisini göre- miyordu. Kalpleri kör olanların gözleri de kör olmuştu. Muhammed aleyhisselâm evinden ayrıldıktan sonra hemen Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. İki arkadaş evin arka kapısından çıkarak Mekke’nin dört kilometre kadar gü- neyinde bulunan Sevr Dağı’na doğru hareket ettiler. Müslüman Gençlerin Önderi Hz. Peygamber’i öldürmekle görevli cellatlar evin içi- ni gözetlemişler ve Peygamberimizin yatağında yattığını görmüşlerdi. Arap geleneğinde bir kimseyi evinde öldürmek en büyük korkaklık ve utanç sebebi sayılırdı. O sebeple katil- ler eve girmeyi değil Efendimizin evden çıkmasını bekledi- ler. Ayrıca Peygamberimizi tek bir kişinin değil, tüm Kureyş sülalelerinin ortaklaşa öldürdüğünü herkese göstermek isti- yorlardı. Bu şekilde Haşimoğulları, Efendimizin intikamı- nı almak için tüm Mekke’yi karşısına alamayacak ve fidye ödenmesine razı olacaktı. Kusursuz planlarından son derece emin olan Kureyşliler nihayet yolun sonuna geldiklerini, işin burada biteceğini düşünüyorlardı. Sabah olup Nebi aleyhis- selâm’ın yatağında Hz. Ali’nin yattığını anladıklarında ise büyük bir panik yaşandı. Kureyş’in gözü dönmüş liderleri Hz. Ali’yi dövüyor, Efendimizin yerini öğrenmek istiyor fakat ne olursa olsun Hz. Ali’yi konuşturamıyorlardı. Ali gözaltına alınmış17 fakat vazifesini hakkıyla yerine getirmişti. O, Allah’ın rızasına er- mek için canından vazgeçen, davanın lideri için nefsini feda eden, Nebi aleyhisselâm’ın kurtuluşu için kılıçlara, mızrak- lara kafa tutan cesur ve fedakâr bir yiğitti. O, bizzat Rasûl-i Ekrem’in yetiştirdiği Allah’ın aslanı, Müslüman gençlerin önderiydi. Rasûlün yatağında ölüme meydan okuduğunda henüz yirmi üç yaşındaydı. FiravununKarşısındaCesurBirKadın Kureyş telaş içinde Muhammed aleyhisselâm’ı arı- yor, onu sağ ya da ölü getirip teslim edene yüz deve ödül vadediyordu. Tüm Mekke ayaklanmış evleri ve sokakları aramaya başlamışlardı. Ebû Cehil’in aklına gelen ilk yer Hz. Ebû Bekir’in evi oldu. Adamlarıyla birlikte hemen oraya gitti. Evin her tarafını aratıp bir şey bulamayınca Hz. Esmâ’ya babasının ve Peygambe- rimizin nerede olduklarını sordu. Hz. Esmâ yerlerini bilmediğini söyleyince Ebû Cehil tüm gücüyle Hz. Esmâ’ya bir tokat attı. Tokadın şiddetinden Hz. Es- ma’nın küpesi kopmuş, yere düşmüştü. Ebû Cehil bir kadına vuracak kadar alçalmış fakat bir netice alama- mıştı.18 Ama aramaktan vazgeçmeyecekti. 15
  • 13. 16 Sevr Mağarasında Muhammed aleyhisselâm gece vakti Sevr Mağara- sı’na gidiyordu. Bugün pek çok kimsenin tırmanama- dığı mağaraya çıkarken Efendimiz elli üç yaşındaydı. Karanlıkta batan taşlar dikenler Rasûlün ayaklarını kana boyadı. Hz. Ebû Bekir mağaraya varıncaya kadar Efendimizin bir önünde bir arkasında yürüdü. Önden bir tehlike geleceğini hissettiğinde öne, arkadan bir tehlikenin yaklaştığını düşündüğünde hemen arkaya geçiyor, Allah Rasûlü’nü korumanın mücadelesini veriyordu. Nihayet mağaraya geldiklerinde muhte- mel tehlikeleri önlemek amacıyla önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Vahşi hayvanlar, yılanlar, zararlı pek çok şey olabilirdi. Hz. Ebû Bekir mağarayı temizledikten sonra Efendimizi içeri buyur etti. Hz. Ömer, Ebû Bekir radıyallahu anh’ın hicret gecesi yaptığı fedakârlıkları anarken şöyle derdi: “Ebû Bekir’in bir gecesi Ömer’in ailesinin tamamın- dan daha hayırlıdır. Ebû Bekir’in bir günü Ömer’in aile- sinin tamamından daha hayırlıdır.”19 Üzülme, Allah bizimle beraberdir Sevr Mağarasında bunlar olurken Mekke’de tam bir kargaşa yaşanıyordu. Evler, sokaklar, tüm köşe başları, vadiler ve dağlar didik aranıyor; çöldeki kabilelere ha- berler salınıyordu. Yüz develik ödülün iştahıyla harekete geçen bedeviler, çölü karış karış tarıyor, Medine’ye giden tüm yolları kontrol ediyorlardı. Efendimizin Medine’ye gideceğini bilen Mekkeliler araştırmalarını bu bölgeye yönlendirmekle birlikte iç- lerinde iz sürmekte mahir olan Kürz b. Alkame’nin de olduğu bir grup, Sevr Dağı’nın eteğine kadar geldi. Kürz, izlerin bittiği yeri gördüğünde Kureyşlilere aradıkları adamın dağın tepesindeki mağarada olduğu- nu söyledi. Müşrikler mağaraya yaklaştıkla- rında Hz. Ebû Bekir, Nebi’ye bir zarar geleceği endişesiyle ağlamaya başladı. Muhammed aleyhisselâm sevgili arkadaşına “Üzülme, Al- lah bizimle beraberdir.” buyurdu. Müşrikler mağaranın ağzına kadar gelmişlerdi. Hz. Ebû Bekir “Ey Allah’ın Rasûlü, aşağı baksalar bizi görecekler!” dediğinde Son Peygamber’in ce- vabı “Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında neden endişe ediyorsun?” olmuştu.20 Bir Çift Güvercin ve Örümcek Ağı Allah, Rasûlü’nü korumuş, zalimlerin tüm planlarını boşa çıkarmıştı. Kureyşliler mağaranın ağzına geldikle- rinde bir örümceğin yaptığı yuvayı gördüler. Ümeyye b. Halef “Bu örümcek daha Muhammed doğmadan önce ağını örmüş.” dedi. Örümcek ağı ile mağaranın önün- deki çalılığın arasına bir çift güvercin yuva yapmıştı.21 Muhammed aleyhisselam bu mağarada değildi. Öyle ol- saydı örümceğin ağı bozulur, güvercin yuvası dağılırdı. Burada çok vakit kaybetmişlerdi. Kuzeye, Medine yoluna bakmaları gerekliydi. Rabbimiz, kitabında Rasûlü’nü ve ona samimiyetle inananları koruyacağını şöyle haber ve- riyordu: “Şüphesiz ki Biz; peygamberlerimize ve iman etmiş olanlara hem dünya hayatında, hem de şahidlerin şe- hadet edecekleri günde mutlaka yardım ederiz.” (Mü- min 40/51) Katillerle Allah Rasûlü arasında yalnızca bir örümcek ağı ve bir çift güvercin vardı. Bir adım ilerleseler ya da biraz eğilseler Efendimizi göreceklerdi. Bir örümcek ağı ve bir çift güvercin şeytan ve dostlarını mağlup etmişti. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilemezdi. (Müddessir 74/31) Kur’an-ı Kerim bu hadiseyi bizlere şöyle anlatır: “Eğer Peygamber’e yardım etmezseniz, Allah O’na bir zamanlar yardım ettiği gibi yine edecektir. Hani kâfirler O’nu yurdundan çıkardıklarında, iki kişi- den biri olarak mağarada iken yanındaki arkada- şına: Üzülme! Allah bizimle beraberdir, diyordu. Nitekim Allah, O’na gönlünü rahatlatan iç huzuru verdi, O’nu görmediğiniz ordularla destekledi ve kâfirlerin davasını alçalttı. Çünkü yüce olan dava yalnız Allah’ın davasıdır. Allah karşı konulmaz bir 16
  • 14. 17 kuvvete sahiptir ve her şeyi yerli yerince yapan- dır.”(Tevbe 9/40) Allah Rasûlü ve Hz Ebû Bekir Sevr Mağarası’nda üç gün kaldı. Bu süre içinde Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, gün boyu Mekke’de yaşananları gece olduğunda ma- ğaraya gelip Rasûlullah’a haber veriyor, sabah olma- dan mağaradan ayrılıp Mekke’ye dönüyordu. Âmir b. Füheyre ise Hz. Ebû Bekir’in koyunlarını dağın çev- resinde güdüyor, bu şekilde hem Abdullah’ın ayak iz- leri ortadan kaldırılıyor, hem de Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir’in süt ihtiyacı karşılanmış oluyordu.22 Rasûl’ün yanında yer almak, düşmanlar etrafını sardığında O’nu koruyabilecek tek kişi olmak, mağarada üç gün sohbe- tinde bulunmak ne büyük bahtiyarlıktı! Efendimizin Yâr-ı gâr’ı (mağara arkadaşı) Hz. Ebû Bekir, kimselerin hayal edemeyeceği nimetlere nail olmuştu. Üç günün sonunda ortalık bir nebze de olsa yatış- mıştı. Dördüncü günün sabahında kılavuz Abdullah b. Uraykıt daha önce anlaşıldığı üzere develerle birlikte da- ğın eteğine geldi. Hira Dağı’nda başlayan kutlu yürüyüş, Sevr Mağarası’nda yeni bir döneme giriyor, Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir pazartesi sabahı Medine’ye doğru yola çıkıyorlardı. Âmir b. Füheyre’nin de katıldığı kafileyi büyük sıkıntılar, ciddi tehlikeler bekliyordu. 1-Buhârî, Kefâle 4; Menâkıbu’l-Ensâr 45. 2-İbn Hişâm, es-Sîre, 404. 3-İbn Hişâm, es-Sîre, 404; Taberî, Tarih, II, 369; Ahmet Önkal, Hic- ret, DİA, XVII, 460. 4-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 46. 5-İbn Hişâm, es-Sîre, 405; Ahmet Önkal, Hicret, DİA, XVII, 460. 6-İbn Esîr, Usdu’l-ğâbe,IV, 152-153. 7-İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 87; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 264; Hâkim, el-Müstedrek, III, 251. 8-İbn Hişâm, es-Sîre, 414; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 198. 9-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 259. 10-İbn Hişâm, es-Sîre, 414-415; İbn Sa’d, et-Tabakât, I,227. 11-Bazı kaynaklarımız Peygamberimize Kureyş’in suikast planını akrabalarından birisi olan Rukayka binti Sayfi’nin haber verdiğini belirtmektedir. Bkz. İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII,52. 12-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228. 13-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîre, 417; Belâ- zurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260. 14-Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 198; İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228. 15-İbn Hişâm, es-Sîre, 416-418. 16-Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 84; Hâkim, el-Müstedrek, III, 6. 17-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260. 18-İbn Hişâm, es-Sîre, 419. 19-Hâkim, el-Müstedrek, III, 7. 20-Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 1; Tirmizî, Tefsir 10; İbn Sa’d, et-Ta- bakât,III ,174. 21-İbn Sa’d, et-Tabakât, I,228; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 260; Beyhâkî, Delâil, II,482; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348. 22-Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîre, 419. 17
  • 15. 18 Hz. Peygamber (s.a.s) milâdî 622 tari- hinde en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den Medîne’ye doğru yola çıktı. Hicret olarak isimlendirilen bu yol- culuk Medîne’de duyulduktan sonra şehirde bir çalkantı meydana geldi. Halkı büyük bir heyecan kaplamıştı. Gözler yollara dikildi ve bir bekleyiş başladı. Herkes Rasûl-i Ek- rem Efendimizi evinde görmek ve ona ken- di eliyle hizmet etmek düşüncesinde idi. Bu heyecanı yaşayanlar arasında, hicretten iki yıl kadar önce milâdî 620 tarihinde Müs- lüman olan ve Medîne’de İslâmiyet’in ya- yılmasında öncü konumunda bulunan Ebû Eyyûb el-Ensârî ile hanımı Ümmü Eyyûb de vardı. Nihayet beklenen gün geldi. Kutlu mi- safir Hz. Peygamber Medîne’ye ulaştı. Me- dîneli Müslümanlar onu karşılamak için yollara düştü. Evlerinin en iyi yerlerini onu misafir etmek için hazırlamışlardı. Kimseyi kırmak istemeyen Efendimiz, devesi Kus- vâ’yı serbest bırakarak kapısına çöktüğü evin misafiri olacağını duyurdu. Bu esna- da duygulu anlar yaşandı. Bazı Medineliler devenin dikkatini çekip onu evlerine yön- lendirmek için gayret gösteriyordu. Ancak Kusvâ hiçbir yere takılmadan yürüdü. Ebû Eyyûb ile Ümmü Eyyûb çiftinin kapısına geldi ve çöktü. Böylece Hz. Peygamber Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine indi. Tatlı ve Heyecanlı Anlar Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evi iki katlı idi ve üst katını Efendimiz için hazırlamıştı. Ancak Rasûlullah (s.a.s) alt katı yukarı- ya tercih etti. Ebû Eyyûb da onun isteğine uydu. Akşam olunca herkes odasına çekildi. Üst kata çıkan Ebû Eyyûb ile hanımı rahat değillerdi. İçlerinde bir huzursuzluk vardı. Allah Rasûlü alt katta iken kendilerinin üst EBÛ EYYÛB EL-ENSÂRÎ katta kalmaları hoşlarına gitmiyordu. Bunu saygıda kusur olarak değerlendiriyorlardı. Ayrıca biraz eski olan evin üst katında yü- rüyünce alt kata ses gitmesi ve toz toprak dökülmesi ihtimali vardı. Çok üzüldüler. Evin bir köşesine çekilip sabaha kadar uyu- madan beklediler. Sabah olunca Ebû Eyyûb durumu Hz. Peygamber’e bildirdi. Efendi- miz de ona, ziyaretçi çokluğu sebebiyle alt katta kalmayı tercih ettiğini söyleyerek ken- disini rahatlattı. Ancak birkaç gün sonra bir olay cereyan etti. Bir gece üst katta dolu bir testi devrilip suyu döküldü. Ebû Eyyûb ve hanımı dökü- len suyu evdeki kadife yorgana emdirerek alt kata inmesine engel olmaya çalıştılar. Buna rağmen Rasûlullah’ın üzerine dam- lamış olabileceği endişesiyle sabaha kadar uyuyamadılar. Sabah olunca Efendimize geldiler, huzursuz olduklarını bildirdiler ve testi olayını da anlatarak üst kata taşınması için kendisine rica ettiler. Böylece Hz. Pey- gamber evin üst katına taşındı. EbûEyyûbHz.Peygamber’le Rasûl-i Ekrem Efendimiz Ebû Eyyûb’un evinde yaklaşık yedi ay kaldı. Mescid-i Ne- bevî’nin ve evinin yapımı bittikten sonra da kendi evine taşındı. Ancak kendisine yaptıkları hizmet sebebiyle Ebû Eyyûb’u ve eşini hiçbir zaman unutmadı. Bazı günler, ashaptan bir grup arkadaşını yanına alır ve onlarla birlikte Ebû Eyyûb’un evine misafir olurdu. Ebû Eyyûb da Efendimiz hayat- ta bulunduğu sürece yanından ayrılmadı. O’na izzet ikramda bulunmaya devam etti. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına bera- berinde katıldı. Hayber’in, Mekke’nin ve Tâif’in fethinde de bulundu. Bu savaşlar esnasında zaman zaman Rasûlullah’ın ko- rumalığını yaptı. HicretinMedîne Ayağının Mihmandârı ...Kusvâ hiçbir yere takılmadan yürüdü. Ebû Eyyûb ile Ümmü Eyyûb çiftinin kapısına geldi ve çöktü. Böylece Hz. Peygamber Ebû Eyyûb el- Ensârî’nin evine indi. Yrd. Doç. Mehmet EFENDİOĞLU
  • 16. 19 Hz. Peygamber’den Sonra Ebû Eyyûb el-Ensârî, Allah Rasûlü’nün vefatından sonra İslâm’ı yayma ve müdafaa işine önem verdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde birçok sefere katıldı. Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethinde bulundu. Hz. Osman döneminde Kıbrıs’ı fetheden orduda yer aldı. Hz. Ali, halifeliği döneminde Irak’a gittiği zaman onu Medîne’de yerine vekil olarak bıraktı. Bu vekâlet esnasında bir ara Mescid-i Nebevî’de imam olarak görev yaptı. O, Müslü- manlar arasında yaşanan iç çekişmelerde taraf olmadığı gibi, herkesi birlik ve beraberliğe çağırarak bölücülüğü ortadan kaldırmaya çalıştı. Hazrec Kabîlesi’nden Ümmü Eyyûb ile gerçekleştirdiği evlilikten üçü erkek biri kız olmak üzere dört çocuğu ol- muştur. Erkek çocuklarının isimleri Eyyûb, Hâlid ve Ab- durrahmân, kızının ismi ise Amre’dir. Medîne’den İstanbul’a Ebû Eyyûb el-Ensârî ilerlemiş yaşına rağmen İslâm için çalışmaktan geri kalmazdı. Cihad maksadıyla yılda en az bir defa sefere katılır ve herkesi buna teşvik ederdi. Katıldığı en son sefer, hicrî 49 (669) tarihinde Müslüman- lar tarafından gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasıdır. O, Medîne’den binlerce kilometre uzakta meydana gelen bu kuşatmaya katıldığı zaman yaşı sekseni geçmişti. Ordu ile beraber İstanbul önlerine geldi ve şehrin fethedilmesi için büyük gayret gösterdi. Ancak bir sonuç alınamadı. Bu ara- da kendisi ağır bir şekilde hastalanarak yatağa düştü. Bir vasiyetinin olup olmadığı sorulduğunda İslâm ordusunun surlara yaklaşabileceği en ileri noktaya defnedilmeyi arzu- ladığını söyledi. Kuşatma esnasında vefat etti ve vasiyeti aynen yerine getirildi. Cenazesi yıkandıktan sonra bugün kendi adıyla anılan Eyüp Sultan’daki türbesinin bulundu- ğu yere defnedildi. Kabir Nasıl Korundu? Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye ait bu kabir Bizanslılar döne- minde yüzyıllarca varlığını korudu. Zaman zaman ziya- ret mahalli olarak kullanıldı. Yanında yağmur duaları ya- pıldı. Hatta bazı hastalıkların şifası için müracaat edilen bir mekân oldu. Asırlar sonra kabir ortadan kayboldu. Ancak bulunduğu muhit ziyaret mahalli olmaya devam etti. İstanbul’un fethinden kısa bir süre önce vefat eden tarihçi Bedrüddîn el-Aynî (ö.855/1450), fetihten hemen önceki tarihlerde bile Bizanslıların türbenin bulunduğu muhiti hâlâ ziyarete devam ettiklerini ve kıtlık zamanla- rında burada yağmur duası yaptıklarını belirtmektedir. Yaklaşık 800 Sene Sonra Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin vefatından yaklaşık 800 sene sonra, 1453 yılının bahar aylarında Fatih Sul- tan Mehmed İstanbul’a gelip şehri kuşattı. Sultan, kendisinden önce Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretle- ri’nin de İstanbul’u fethetmeye geldiğini, burada şehîd düştüğünü ve kabrinin burada olduğunu bi- liyordu. Ancak yeri belli değildi. Nihayet hocası Akşemseddin Hazretleri (ö.1459) tarafından kab- rin yeri keşf ve ilham yoluyla tayin ve tespit edildi. Fatih Sultan Mehmet de üzerine türbe yaptırdı ve ziyaret edilmesini sağladı. Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuşlardır: “Ashâbımdan her biri, vefat ettiği belde halkı için kıyamet günü önder ve nur olarak dirilteceklerdir.” (Tir- mizî, “Menâkıb”, 58) Cenâb-ı Hak cümlemizi kendisiyle birlikte haş- retsin. “Ashâbımdan her biri, vefat ettiği belde halkı için kıyamet günü önder ve nur olarak dirilteceklerdir.”
  • 17. 20 Medeniyetin Anası HİCRET, Hicretin Anası ... Ey İbrahim! Bizi kime bırakıp gidiyorsun?” ... “Sizi Allah’a bırakıyorum.” H er medeniyet bir hicret ile doğar; hicret ol- madan Medine, Medine olmadan mede- niyet olmaz. Yeryüzünün şahit olduğu ilk medeniyet, insanlığın ilk atası Hz. Âdem ile başlamıştı. Hz. Âdem, Havva annemizle cennetlerinden çıkarıldık- ları zaman, hicret onların da kaderi olmuştu ve Âdem ile Havva kendi cennetlerinden, bu dünyaya hicret et- mişlerdi. İnsanlığın ikinci atası olan Hz. Nuh bir hic- ret ile yeryüzünde yeni bir medeniyetin inşasına baş- lamıştı. Hz. Musa hicret ile İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtarmış, Hz. Yusuf bir hicret yolcuğu ile kuyulardan saraylara, zindanlardan iktidara ulaşmıştı. Her peygamberin hayatında hicretin yeri vardı. Sözün Sultanı olan Efendimiz (s.a.s) bunu; “Hicret etmeyen hiçbir elçi yoktur.” ifadesi ile açıklayacaktı. Hicret söz konusu olunca hidayet önderleri olan peygamberler içerisinden, Hz. İbrahim (as) ile Efendi- miz (s.a.s) biraz daha fazla öne çıkarlar. Çünkü Hz. İbra- him hicretin babası, Hz. Hacer hicretin anası, Hz. İsmail ile Hz. Muhammed (s.a.s) ise hicretin meyveleridir. Hz. İbrahim Nemrud’un zulmünden dolayı önce Har- ran’dan Mısır’a gelmiş, orada hicretin anası olan Hacer’i kazanmış ve Filistin’e hicret etmişti. Hacer tevazuu ve beklentisizliğiyle Hz. İbrahim gibi bir peygambere eş, İs- mail gibi bir çocuğa ana olmuştu. İsmail 100 yaşındaki İb- rahim’in evinde bir çiçek gibi açınca, hanımı Sare onu kıs- kanmış ve eşine; “Ey İbrahim! Bunları buralardan götür.” demişti. İbrahim genç Hacer’i ve kundaktaki İsmail’i alıp kuş uçmaz kervan geçmez, toprağında tek bir ot bitmez, suya hasret coğrafya olan Mekke’ye getirmiş; oraya bırak- tıktan sonra arkasına dahi bakmadan çekip gitmek iste- mişti. Hacer Ana, bir Mekke’nin volkanik kayalarına, bir kundaktaki yavru İsmail’ine bakmış ve “Ey İbrahim! Bizi kime bırakıp gidiyorsun?” demişti. Hz. İbrahim, o mer- hametin babası olan yüce insan, hiçbir şey söyleyemeden, kelimeler boğazında düğümlenerek, ancak; “Sizi Allah’a bırakıyorum.” deyivermişti. Hicretin gelini Hacer; “Eğer Allah’a ise yürü ey İbrahim, sen bak işine… Allah sana böyle yapmanı istediyse elbette bunda bir hikmet vardır.” demişti. Hacer Ana işin en başında işte böyle teslim ol- muştu. O, ne gelirse başa Allah için rıza göstermeye söz Muhammed Emin YILDIRIM HACER’dir Medeniyetin Anası HİCRET, Hicretin Anası
  • 18. 21 ... medeniyetler ancak yürümekle inşa edilebilirdi. Yatanlar medeniyeti tüketir, yürüyenler ise medeniyetin mirasını üretirlerdi.... vermişti. Ama Hacer’in teslimiyeti bizim anladığımız teslimi- yet anlayışından oldukça farklı idi. Bu teslimiyet, içerisinde sa’y yani gayret ve tedbir olan bir teslimiyetti. Bu teslimiyet eldeki tüm imkânların son noktaya kadar kullanılmasını, ancak işin sonunun Allah’a havale edilmesini öğütleyen bir teslimiyetti. Bu teslimiyet, kul üzerine düşeni yapsın ki Allah da yetişsin; bittim desin ki Allah’ta yettim desin, teslimiyeti idi. Hacer Ana, giden Hz. İbrahim’in arkasından gözyaşları dökmüş, ama yerinde dur(a)mamıştı. Teslim olduğu Allah’ın kendisini bu ıssız vadide yalnız bırakmayacağını bilmiş, teslim olduğu otoritenin kendisine rahmet edeceğinden şüphe duyma- mış, bunun için bir sa’y, bir gayret ortaya koymanın bilincine ermişti. Hacer Ana Safa ile Merve tepelerinin arasında koşuyor, kundaktaki İsmail’ine su bulmak için gayret gösteriyordu. Bu gayret Allah’ı hoşnut ediyor, bu gayrete melekler imreniyor ve alkış tutuyor, bu gayrete ödüller yağıyordu. Hicretin nazlı gelini Hacer’in gayreti zemzem oluyor, Kâbe oluyor, Hicaz oluyor ve koca bir medeniyet oluyordu. O gün Hacer’in gayreti Mekke’nin toprağına bir tohum ekmişti. O tohum yetişecek Adnan olacak, Mudar olacak, Kinane olacak, Fihr/ Kureyş olacak, Kilâb olacak, Haşim olacak ve anası Hacer’in kendilerine hediye ettiği kay- bolan zemzemi bulmaya girişen Abdulmuttalib olacaktı. Ama daha asıl olacak olan olmamıştı. Daha o, tam olarak meyvesini vermemişti. O meyve Abdulmuttalib’in en küçük oğlu Abdullah ile Amine’den olacaktı. Tohumlar meyveye duracak, cihan bek- lediği sultana kavuşacaktı. Sultanlar sultanı Muhammed (s.a.s) Miladî 610 yılında, 40 yaşında iken risalet ile görevlendirilince, daha ilk gün Mekke’nin bilgini olan Varaka ibn Nevfel’den kader çizgisinde hicretin ola- cağını öğrenmişti. Daha sonra gelen ayetler ve geçmiş peygam- berlerden bahseden kıssalar nazil oldukça, Efendimiz (s.a.s) medeniyetlerin inşası için hicretlerin şart olduğunu görecekti. 13 yıl Mekke’de imkânlarının tamamını tüketircesine gayret gösterecek, bittim dediği yerde de imana yeni bir vatan araya- caktı. Kul biterse, Allah yeterdi ve imkânları biten Muhammed’e (s.a.s) Allah Yesrib’i iman yurdu edecekti. Artık yol gözükmüş, hedef belirlenmişti. Yolun rehberi olan Hz. Muhammed (s.a.s) yürümeliydi. O da arkasına bakmadan, Hacerî bir teslimiyet ile yürüyordu. Çünkü medeniyetler ancak yürümekle inşa edilebilirdi. Yatanlar medeniyeti tüketir, yürüyenler ise me- deniyetin mirasını üretirlerdi. “
  • 19. 22 Hicret; Teslimiyet ve Tedbir Teslimiyet ve tedbir bağlamında Allah Rasûlü’nün (s.a.s) hicretine baktığımız zaman bu iki önemli hususun nasıl akıllara durgunluk verecek boyutta beraberce gittiklerine şahit oluruz. İsterseniz fazla ayrıntılara girmeden bu mukaddes göçe hep beraber bir göz atalım: Teslimiyet:Allah Rasûlü (s.a.s) elinin altında ne kadar Müslüman varsa hepsini göndermiş, kendi ise en son gitmeye karar vermişti. Risalet davasının rehberi olan Efendimiz (s.a.s) bu davranışı ile nasıl bir teslimiyet içerisinde olduğunu âleme haykırmaktaydı. Tedbir: Hicret izni çıktığında Allah Rasûlü (s.a.s) beklemiş ve yolunun yoldaşı Ebû Bekir’in evine her gün uğradığı zamanın aksine bir öğle vaktinde gitmişti. O günlerde aylardan temmuzdu ve Mekke en sıcak günlerini yaşıyordu. Tüm halkın yazın sıcağında öğle uykusuna daldığı bir zamanda Efendimiz (s.a.s) hicret için Hz. Ebû Bekir’in evine yürüyordu. Teslimiyet: Efendimiz (s.a.s) yatağına o gün için 23 yaşında bir delikanlı olan Ali’yi yatırıyordu. Hz. Ali yıllardır yolunun rehberi olan Efendimiz’den (s.a.s) teslimiyet dersi almıştı, şimdi o dersin uy- gulaması yapılacaktı ve Ali “lebbeyk” deyip, yatağa kalkmak için değil ölmek için yatacaktı. Allah Rasû- lü (s.a.s) ise; “Yürü ya Muhammed! Yollar senindir” diyen ilahî otoritenin emri gereği kapıda eli kılıç tu- tan Mekke’nin gençlerinin kılıç seslerine aldırmadan büyük bir teslimiyet ile dışarı çıkıp gidecekti. Tedbir: Allah Rasûlü’nün (s.a.s) gideceği yer Yesrib’ti, ama O (s.a.s) büyük bir tedbir ile Me- dine’nin tam aksi istikametinde, Yemen yolunun üzerinde bulunan Sevr dağına gidecekti. Sevr dağı 759 metre yükseklikte ve Mekke’ye 3 km. uzaklık- ta idi. Bu dağda bulunan küçük mağarada 3 gün kalacak, Mekke’nin aramaları biraz durulunca asıl gitmesi gereken yere doğru hareket edecekti. Teslimiyet: Mağarada beklerlerken Mek- ke’nin en uzman iz sürücüleri bu kutlu kafilenin kaldıkları yeri bulacaklardı. Mağaranın ağzına kadar gelecek, eğilseler bu iki yolcunun ayaklarını göreceklerdi. Arkadaşı yoluna baş koyduğu Efen- dimiz (s.a.s) hakkında endişelenecek; ama Hacer anadan teslimiyeti emercesine içselleştiren kutlu Nebi; “Korkma! Tasalanma! Allah bizimle bera- berdir.” diyecekti. Tedbir: Mağarada kaldıkları 3 gün boyunca, genç bir hanım olan Hz. Ebû Bekir’in kızı, Hz. Zü- beyr’in eşi, karnında taşıdığı bebeğe aldırmadan onlara azık götürecekti. Çünkü bu iş için dikkat çekmeyecek biri lazımdı; o da ancak Esma ola- bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in çocuk yaştaki oğlu Ab- dullah, Mekke sokaklarında dolaşacak ve gecenin karanlığında mağaraya haberler getirecekti. Hz. Ebû Bekir’in hizmetlisi olan Amir b. Füheyre yürünen yollardan davarları geçirerek izleri kay- bettirecekti. Üçüncü günün sonunda, o günlerde daha Müslüman olmamış, ama işinin ehli olan yol rehberi Abdullah ibn Uraykıt, hazırlanan develeri dağın eteğine getirecek ve bu kutlu kafile yine bü- yük bir tedbir ile bilinen yolu değil, uzak olmasına rağmen sahil yolunu kullanarak Medine’ye doğru hareket edeceklerdi. 22
  • 20. 23 Teslimiyet: Kafile, Kudeyd Vadisi’nden geçer- lerken başlarına konan 100 deveyi almak için bölgenin en güçlü savaşçısı Süraka ibn Malik büyük bir hırs ile onlara doğru yaklaşacaktı. Hz. Ebû Bekir, Süraka’nın gelişini görünce endişelenecek ve Efendimiz’in (s.a.s) selameti için korkulara kapılacaktı. Ancak teslimiyet abidesi olan Allah Rasûlü’nün dilinde aynı söz yine yankılanacaktı: “Korkma! Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” Tedbir: Bu kutlu kafile Medine’ye doğru gider- lerken bazıları Hz. Ebû Bekir’i tanıyacak ve sadakat abidesine yanındaki insanın kimliğini soracaklardı. Hz. Ebû Bekir ömrü boyunca yalana değil hayatında, rüyalarında bile yer vermemiş birisi olarak bu durum- da ne diyeceğini şaşıracaktı ve o an tedbir silahına sa- rılmak zorunda kalacaktı. Hz. Ebû Bekir sadakat ve tedbir arasında düşünerek cevap bekleyen yüzlere di- yecekti ki: “O benim yol rehberimdir.” Bu sözü duyan- lar Efendimiz’i, o bölgenin yollarını iyi bilen bir rehber olduğunu zannedeceklerdi; ama Hz. Ebû Bekir’in kastı asıl kurtuluş yolu olan iman yolunun rehberi olacak- tı. Böyle yapmak ile hem tedbiri elden bırakmayacak, hem de yalana tenezzül etmeyecekti. Bu bilgiler ışığında şimdi şu soruyu nefislerimize sora- lım: “Medineleri inşa etmek için teslimiyet ve tedbir ile yürüyebiliyor muyuz?” Eğer vereceğimiz cevap; “evet” ise, varacağımız yer bellidir. Efendimiz (s.a.s) yatağına o gün için 23 yaşında bir delikanlı olan Ali’yi yatırıyordu. Hz. Ali yıllardır yolunun rehberi olan Efendimiz’den (s.a.s) teslimiyet dersi almıştı, şimdi o dersin uygulaması yapılacaktı ve Ali “lebbeyk” deyip, yatağa kalkmak için değil ölmek için yatacaktı. 23
  • 21. 24 MÜMİN HIYANET ABASINDAN SIYRILIP EMANET HİL’ATINA BÜRÜNENDİR Emanet, hıyanetin aksine emniyettir, güvendir, korku ve endişeden emin olmaktır. Korumak ve saklamak demektir. Emanet mümin olmanın şartı- dır. Çünkü mümin; elinden ve dilinden emin olunan kişidir. O; peygamberî bir sıfat taşıdığını bilerek izzetle yaşayandır. Mekke’nin zulmetli vakitlerinden birisi idi… Hicrete engel olmak isteyen karanlık gönüllerin kumpasında, çe- peçevre sarılmıştı Rasûlü Kibriya’nın evi… Hanesinden çıkar çıkmaz O’nu (s.a.s) öldürmek arzusu içinde eriyip yok olmuştu tüm iyi niyetler… Oysa O (s.a.s) emindi. Rabbine güvenip dayanmıştı… Yardım ve zafer ancak Allah’tandı. Ne yaman çelişkiydi ki; şahsına duydukları güven ve inancın ifadesi olarak Muhammedü’l-Emîn unvanını O’na (s.a.s) layık görenler, tebliğ ettiği davanın doğrulu- ğundan şüpheye düşüp O’nu (s.a.s) yok etmeye kalkan- ların ta kendileriydi. Efendimiz ne insanların emanetine ne de Rabbinin onu memur ettiği ulvi vazifesine asla hıyanet etmedi… Hz. Ali’ye (r.a) tembihi de bu doğrultuda idi. “Ya Ali! Yarın bu emanetleri sahiplerine ver ve arkamdan bana yetiş.” O (s.a.s) can tehlikesi altında iken dahi kendisine teslim edilen emanetleri düşünüyordu. Onun insanlar nazarında bu denli kabul görmesi bu sebeptendi. Sada- kat, emanet, vefa gibi pek çok vasıf insanlar nezdinde hayranlık uyandırıyor ve iman nurunun doğmasına ve- sile oluyordu. Emanet kavramı oldukça geniş bir anlama sahiptir. İnsanın sorumluluk alanına giren her şey bu çerçevede değerlendirilir. Muhakkak ki; bu yelpazenin ilk sırasında Allah’a karşı olan sorumluluklarımız yer alır. “Biz ema- neti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahil- dir.”(Ahzap 72) Dinî sorumluluklarımızı içeren bu emanet, akıl ve nefsin bileşkesinde ağırlık kazandı. İnsan; nefsini alt edeceğine, iman edip Rabbini tanıyacağına, ibadet ve taatte bulunacağına söz verdi. Sözünü tutarak felaha ka- vuşanların yanında, çoktan emanetini unutup zayıflık gösterenlerimiz de oldu… “Ey iman edenler; Allah’a ve peygamberlerine ihanet etmeyin. Bile bile kendi emanet- lerinize hıyanet etmiş olursunuz.” (Enfal 27) “İki özellik vardır ki bunlar müminde huy haline gel- mez. Bunlar hıyanet ve yalandır.” (Ahmed b. Hanbel, c. İmanı ruha Kevser misali yudumlatmak boynumuzun borcudur. Umut AĞBAYRAM
  • 22. 25 V, s. 252.) Mümin, Allah’ın ona verdiği sorumlulukları- nı seve seve üstlenir ve isteksizlik göstermeden bunları yerine getirir. Kur’an’a ve sünnete uygun bir hayat ya- şar. Çünkü o, kâinat kitabını okurken aslında en değer- li hazinelerin kendisine verildiğini keşfeder ve bu lütuf karşısında şükrün gerekliliğini iliklerine dek hisseder. Akıl nimetinden duygularına kadar, organ ve azaların- dan his ve sezgilerine kadar sahip olduklarının ne denli yüce hikmetler içerdiğini anlar. Böylece Rabbine verdiği sözün tutulması gerektiği bilincine sahip olur. Ve dinî yükümlülüklerini yerine getirme sorumluluğunun, üze- rindeki en mühim emanet olduğunu idrak eder. Bilir ki; bu can bu tene emanettir. İmanı ruha Kevser misali yu- dumlatmak boynumuzun borcudur. “Ölümden önce hayatın, hastalığından evvel sağlığı- nın, meşguliyetinden önce boş vakitlerinin, ihtiyarlığın- dan önce gençliğinin, yoksulluğundan önce zenginliği- nin kıymetini bil.” (Hâkim, Müstedrek, 4/306) Rabbimizin bizlere kurabilmeyi lütfettiği ailelerimiz ve bahşettiği çocuklarımız da üstlendiğimiz emanetler- dendir. Yavrularımızın dinî ve ahlakî vetireleri tam bir şekilde kazanmalarını sağlamalıyız. Onlara hem bu dün- ya hayatında hem de ahiret yurdunda mutlu olabilmenin değişmez ilkelerini sunmalı, onların üzerimizdeki hak- larını ödemeliyiz. “Ey müminler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden koruyunuz.” (Tahrim 6) Çocuklarımızı, sağlıklı düşünebilen, doğru ile yanlı- şın ayrımını yapabilen, gelişmiş vicdanlara sahip bireyler olarak yarınlara kazandırabilirsek; gelecek nesillerin de sıhhatini temin etmiş oluruz. Bu onlara bırakacağımız en büyük mirastır. “Hiçbir baba çocuğa güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.” (Tirmizi, Birr 33) Üzerimizdeki bir başka sorumluluk ise devlete, mil- lete ve vatana aittir. Özellikle devlet işlerinin bir emanet olduğu ve öncelikle bunların ehline verilmesi gerektiği Kur’anî bir ilkedir. “Allah size emanetleri ehline vermeni- zi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hük- metmenizi emrediyor. Allah size ne kadar güzel öğüt ve- riyor. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve görendir.” (Nisa 58) Özellikle devlet işleri aksamadan, doğrulukla, hak- sızlıklara meydan vermeden yapılmalıdır. Bu da o işi yapmaya en ehil olanın işin başına getirilmesi ile müm- kün olabilir. Bir adam Peygamberimize gelerek sorar: Ey Allah’ın Rasûlü, kıyamet ne zaman kopacak? Peygamberi- miz: “Emanet zayi olduğu zaman kıyameti bekle.” buyurur. Adam bunu anlayamamış olacak ki tekrar sorar: Emanetin zayi olması nasıl olur? Bunun üzerine Peygamberimiz: “İş- ler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle.” buyurur. (Buhari, Sahih, Rikak,35) Bizler pek çok sorumlulukla donatılmış emanetçile- riz. Teneffüs ettiğimiz havadan, çevremize hizmet ver- diğimiz işimizden, evimizdeki bireylerden kısacası, çok geniş bir alandan mesulüz. Bu dairede her bir varlığın üzerimizdeki hakkını unutmadan görev ve sorumluluk- larımızı emanet bilinci içerisinde yerine getirmeliyiz. “Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorum- lusunuz. Devlet başkanı üstlendiği görevden sorumlu- dur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Kadın, eşinin evinin koruyucusu ve eli al- tında bulunanlardan sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorum- ludur. Dikkat ediniz. Hepiniz çobansınız ve hepiniz ço- banlığınızdan sorumlusunuz.” (Buhari, Cuma 11) Elimiz altındakilerin emniyetinden sorumluyuz. Ve bu konuda mutlaka sorguya çekileceğiz. Bu sebeple ema- nete ihanet etmekten korkmalı ve bu hususta son derece hassas olmalıyız. “ Hiç kimse kıyamet günü (beş şeyden) ömrünü nerede ve ne suretle tükettiğinden, gençliğini nerede ve nasıl yıpratıp çürüttüğünden, malını nasıl ka- zanıp nerelere harcadığından, elde ettiği bilgileri ile ne yaptığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın yüce katın- dan ayrılamayacaktır.” (Tirmizi, Kıyame I) Ey nefsim! Hıyanet münafıklık kisvesidir. Sen mü- min olmayı dilersen emaneti gözetmelisin. Kulak ver: Rasûl-ü Zîşan emniyete çağırıyor. Bu davete tâbi ol ki; durağın Firdevs Cenneti olsun… Boş ver bu dünyanın derdini, tasasını; ötelerde kurulan eminler meclisinde senin de bir yerin olsun… Bir adam Peygamberimize gelerek sorar: Ey Allah’ın Rasûlü, kıyamet ne zaman kopacak? Peygamberimiz: “Emanet zayi olduğu zaman kıyameti bekle.” buyurur. Adam bunu anlayamamış olacak ki tekrar sorar: Emanetin zayi olması nasıl olur? Bunun üzerine Peygamberimiz: “İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekle.” buyurur.
  • 23. 26 Ayet-i Kerime Hadis-i Şerif “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum.” “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimse.” TEDBİR TEVEKKÜL OLUNCA, TAKDİR LÜTUF OLUR Özkan ÖZTÜRK Yolu hicret olan, peygamber- lerle konaklar. Hicret sözlükte “terk etmek, ayrıl- mak, ilgisini kesmek” anlamına gelen h-c-r (hicrân) kökünden gelen bir kelimedir. Bir şeyden uzaklaşmak, ay- rılmak, beri olmak demek. Gerek be- denen, gerek lisanen, gerekse kalben bir şeyden uzaklaşmak, bir yeri terk etmek ve kendine yeni bir yer bulmak. Göç etmek demek hicret. Kendini başka bir yere taşımak, Allah uğrunda başka bir yere göç etmek.1 Hürriyetini, asalet ve haysiyetini alıp, tükenmiş bir yurttan yeni imkânlara adım atmak, yelken açmak. İçin dışa zuhurunu mümkün kılmak ve imandan kay- naklanan fiiller alanını genişletmek. Hicret bir yenilenme, terk edişteki kurtulma hazzı, bağların çözülmesiy- le rahatlama demek. Kötü şeyleri terk etmek de hicret.2 Efendimizin diliyle “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimse.”3 Öyle bir terk etmek ki kalben ve zihnen, köktenci bir ayrılışla, örgütlü bir inatla uzaklaşmak oralardan. Peygamberlerin tavrı olmuş hicret. Tarih bu asil terk edişlerle dolu. Hz. Nuh bir tufan bırakarak ardında deniz yoluyla hicret etmiş memleketinden yelkenler açarak. Hz. Hud ve Hz. Sa- lih de bir helak bırakarak ayrılmışlar kavimlerinden. Hz. İbrâhim, ateşleri gül bahçesine dönüştürüp “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum.” 4 demiş, Filistin, Mısır ve sonra da Ken‘ân diyarına göçmüş. Hz. Lût, arkasına bile bakmadan terk et- miş kavmini.5 Ardına bakmadan hic- ret etmenin usulünü öğretmiş davetçi kuşaklara. Yine Hz. Şuayb’a kavmi “Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle bera- ber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız yahut dinimize dönecek- siniz.”6 demişler. Hicret nebevi bir yol olmuş hep. Hz. Musa da yürümüş bu yolda, bir gece yarısı kalabalıklarla.7 Ve Âlemlerin Efendisi (s.a.s) Mek- ke’de sözün ve fiilin en estetik, müca- delenin en şık unsurlarını serdi kav- minin hafsalasına. Fakat kitlenmişler
  • 24. 27 “Ey İman edenler! Düşmana karşı her türlü savunma tedbirinizi alın.” ülkesindeki insanlarının kalpleri kanat, kalıpları kucak açmadı bu mesaja. Böyle olunca artık za- man hicrete ayarlanmıştır ve hicret fiili bir şahla- nış ve ağırlıklarından kurtuluş demektir. İlk durak Habeşistan ve sonra Medine. Taif hakkını kaybetti. Oysa bir şehrin bahtiyarlığı kendisinde mekan- lananların şerefi ile ölçülmez miydi? Yazık oldu Taif’e. Medineliler daha ilk gelişmede açtılar kapı- larını. Hem de yıldırımı çekmek; işkence, savaş ve musibetlerin her bir rengi ile karşılaşmak pahasına. Hicretin yurdu olmak ne büyük şeref oldu. Varlığın sevinci Rasûlullah’ı (s.a.s) bekleyen olmak ve onu bağrında taşımak, tüm müminleri ile birlikte. Onu saklamak. Hem dünya hayatında, hem irtihalinde O’nunla olmak. Rasûlullah (s.a.s) da nasıl bir vefa sultanıymış ki akıllar almıyor, gönüller hayran kalı- yor. Çünkü O da vazgeçmiyor Medine’sinden. Nasıl bir nişanmış bu, nasıl bir şan. “Ayrılmak zorunda kalmasam asla seni terk etmezdim.” dediği Mek- ke’sine kavuşsa da orada kalmıyor artık. Medine’si, kendi haremi vardır bekleyen. İslam’ın kurulduğu, “Ya eyyühel-lezine âmenu” (ey inananlar) hitabının bayraklaştığı şehir. Her savaş öncelikle tedbir savaşıdır. “Ey İman edenler! Düşmana karşı her türlü sa- vunma tedbirinizi alın.”8 Müminler türlü yöntemler belirleyip, gizli hic- ret ediyorlardı. Tedbir bu yolda en önemli usuldür. Nitekim İslam ateşini yeni bir merkezde yedekleme stratejisi başlı başına bir tedbirdi. Bunu gizli bir şe- kilde yürütmek ise tedbir içinde tedbirdi. Allah’ın yolları çoktur ve Allah dilediğini yollarına ulaştırır. Fakat yolun da bir fıkhı vardı. Tedbirli olmak ve duayı icrada aramak gerekliydi. Bu sebeple gizli- lik şarttı. Diğer taraftan müşrikler de sanki tedbir hakikatine uygun davranıyorlardı. Türlü türlü ön- lemler alsalar da artık taşkınlaşan bu su, bendini yıkacaktı. O yüzden Dârünnedve’de gizli toplan- dılar ve tartışacakları konu son derece önemli ol- duğundan Ebû Leheb dışında Hâşimoğulları’ndan hiç kimseyi çağırmadılar. Güvenmedikleri kimse- leri de içeri sokmadılar. İşte bunlar hep tedbir idi. Oyunlarını iyi kuruyorlardı. Oysa bilmiyorlardı ki tedbir mektubu, tevekkül kuşu ile takdir sevgilisi- ne gönderilirdi. İlk strateji müşriklerden geldi, Ebû Cehil’in teklifiyle. Kararları Peygamber’i öldür- mek, usulleri bunu Kureyş kabilelerinin her biri- ni temsilen gelen silâhşörlerden oluşan bir grupla topluca gerçekleştirmekti. Böylece Hâşimoğulları kan davası güdemeyecekti. Allah, Rasûlü’ne (s.a.s) bütün olan biteni bil- dirmişti. Takdir kazanacaktı ama müminlerin öğ- retmeni Efendimiz (s.a.s) tüm devirlere ve çağlara tedbir, tevekkül ve ilahi takviye kuramını öğrete- cekti bu vesileyle. İlahi yardım ve teyidi celbetme- nin, zaferi kesbetmenin kuralları nelerdi? Tedbir ve tevekkül dersine oturup, umduklarımıza nail, korktuklarımızdan emin olma nasıl gerçekleşiyor- du? Kul vazife şuuru ile duayı icrada arayınca Al- lah kullarını ummadıkları yerden, hesapsızca nasıl rızıklandırıyor, nasıl destekliyordu? Oluş ve liyakat şartları nelerdi başarının? Şimdi bir liste çıkaralım. Hicretin tedbir listesi olsun bu. Bir hareket planı gibi bakalım buna. Gö- relim ki bir dava nasıl ince elenip sık dokunarak ve sebepler dairesi tek tek tetkik edilerek hâkim kılınırmış? Allah’ın Rasûlü’nde (s.a.s) bu konuda
  • 25. 28 bizler için nasıl bir örneklik varmış? Amellerin maddi ölçeğine riayet etmeyi bize öğreten hicretin hareket pla- nını şu maddeler altında sıralayabiliriz: • Hz Ebu Bekir (r.a) ile ayrıntılı bir plan hazır- lanmış, bütün ihtimaller göz önünde bulundurulmuştu. • Hz. Esma (r.a) yol azıklarını hazırlamış, yükleri kuşağı ile de sıkı sıkıya bağlamıştı. • Yol için güvenilir bir kılavuz olarak Abdullah b. Uraykıt seçilmişti. Nitekim bu kılavuz Müslüman olma- sa da onun belirgin vasfı işinin ehli, güvenilir ve mert olmasıydı. • Yolculuk için iki deve hazırlanmıştı. Bu hayvanlar yolun meşakkatini kaldıracak güç ve kapasitedeydiler. • Emanetleri teslim etmek için geride bırakılacak ve Rasûlul- lah’ın (s.a.s) şiltesine, kılıçların altına yatacak kişi olarak Hz Ali (ra) seçil- mişti. • Gece yarısı yola çıkma ve ses- sizce Mekke’den ayrılma kararı alınmıştı. • Yol güzergâhını Yemen’e doğru çevirme, Mekke’nin güneybatısındaki Sevr Dağı’na doğru yönel- me ve orada bir müddet mağarada konaklama planlan- mıştı. Sonra ise sahil yönünden ilerleyerek Kuba’ya ka- dar müthiş bir hicret yolu tercih edilmişti. • Mekke’de olan biteni öğrenebilmek için ve bir iletişim unsuru olarak Hz Ebu Bekir’in (r.a) oğlu Abdullah ile geceleri görüşüp değerlendirme yapılı- yordu. Abdullah (r.a) gündüz Mekke’de olan biteni onlara aktarıyor ve müşriklerin tedbirlerine karşı tedbir alınıyordu. • Amir bin Füheyre (r.a) onların bulunduğu ci- varda koyun otlatmak ve bu vesile ile onları tarassud etmek, izlemek, acil müdahalelerde bulunmak, yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak ve gece yürüyüşlerinden sonra artlarından giderek kumlar üzerinde beliren ayak izle- rini sürüsü ile yok etme işlemini üstlenmişti. Görüldüğü üzere tevekkül tedbirden sonra devreye giriyor, işi sıkı tutup, sebeplere yapıştıktan sonra Allah’a dua ve münacat faslı başlıyor. Fakat bir incelik daha var. Sebeplere yapışmak ve sebeplere güvenmek arasında ince bir ayrım vardır. Tedbir almak iş bitti ve bunu hal- lettim demek asla değildir. Mümin tedbir almakta aciz- lik göstermez. Tedbire rağmen bir işe gücü yetmezse, “Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.”9 veya “Allah bana kâfidir, güvenenler de yalnız O’na güvensin- ler.”10 der! Müslüman sebeplere yapışır ama sebeplere değil sebeplerin de sebebi olan Cenab-ı Hakk’a iltica eder. Tesiri sebeplerden değil Allah’tan bilir. Mümin tedbir alır ama takdire iman eder. Çünkü takdir, ted- birle değişmez. Ama bilir ki tedbir bizi tevekküle ta- şır ve tevekkül de ilahi rıza ve yardımı celbedebilir. Sadece tedbire güvenmek, tevekkülü bozar. Tevekkül, kalbin her işte yalnız Allah’a güvenmesi demektir. Kısacası müminin her işi marifetullahla iliş- kilidir. el-Müdebbir, el-Kadir, el-Vekil isimlerinin hakikatlerini bilmek ve Rabbimiz ile bu isimler üzerinden rabıtalanmak büyük bir irfan ge- rektirir. Mümin bu bilişi ile her şeyin hakkını verir. Sebebin de hakkını verir, sebeplinin de, se- beplerin sebebinin de. Tevekkülle gelen lütufla ilerler. Rasûl-i Ekrem’in bu tevekkülüne karşı Rabbi- mizin verdiği lütufları, takdir kılıcının tedbire nasıl kuvvet verdiğini, umduklarının da üstünde bir teyid ile desteklendiklerini siyer kaynakları bizlere açıkça göstermektedir. Tedbir tevekküle, tevekkül ikrama dönüşmüştür. Hicret yolculuğu bu ikramlarla dolu- dur. Bu ilahi teyid ve takviyeleri ise şu şekilde sıra- layabiliriz: • Rasûlullah’ı (s.a.s) öldürmekle görevlendirilen Mekkeliler onu evinde bulamadılar, Efendimiz araların- dan yüzlerine kum atarak geçti gitti. Kum nasıl bir kör edici silaha dönüşmüştü? Akıllar suskun… • Müşriklerin bütün çevreyi aramaları sonuç ver- meyince, Mekkeliler etrafa haberciler göndererek onların başına ödül koyduklarını ilân ettiler. Bu amaçla bir grup, kutlu yolcuların saklandıkları mağaranın yanına kadar gelmişlerdi. Fakat Allah onları belki de varlıkların en za- yıfı olan bir örümcek ve ağı, bir de güvercin ve yumurtası ile engellemişti. Ve duyduğu seslerden endişe eden Hz. Ebû Bekir (r.a), “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğilip baksalar bizi görecekler.” dese de, “Üzülme, elbette Allah bizimledir.”11
  • 26. 29 1 el-Bakara 2/218; Âl-i İmrân 3/195; en-Nisâ 4/89, 97; et-Tevbe 9/20. 2 el-Müddessir 74/5. 3 Buhârî, “Îmân”, 4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 4, “Vitir”, 11. 4 el-Ankebût 29/26. 5 Hûd 11/80-81; el-Hicr 15/65. 6 el-A‘râf 7/88 7 Yûnus 10/90; Tâhâ 20/77-78; eş-Şuarâ 26/52-67. 8 en-Nisa, 4/71. 9 Âl-i İmran, 3/173. 10 ez-Zümer, 39/38. 11 et-Tevbe 9/40. 12 el-İsrâ 17/80. cevabını işitmişti âlemlerin sultanından. Aslında bu ifade belki de “Tedbirde aciz olduğumuzu bilerek tedbir aldık ve bu acizliğimizi bilince Allah’ı vekil bildik. O, ne güzel vekildir! Artık aciz değiliz, üzülmeye ne hacet!” demekti. • İkinci karşılaşma Müdlic Kabilesi’ne mensup Sürâka b. Mâlik’in takibiydi. Süraka güçlü kuvvetli idi, silahlıydı. Oysaki Allah’ın öyle orduları vardı ki… Rabbimiz Süraka’yı atı ile durdurdu. Atının ayakla- rı kumlara batıyordu ve her hamlesi sanki kendisine yaptığı bir hamle idi. Ve hamle yapamayacağını anla- yacak ve çekip gidecekti. • Üçüncü karşılaşma hicret yolcularının Es- lem Kabilesi’nin topraklarında, kabilenin reisi Büreyde b. Husayb ve bir müfreze tarafın- dan yakalanıp kuşatılması idi. Allah, Rasûlü’nün tatlı dili ile bu topluluğa yol göstermiş ve kısa bir konuşma sonrası tamamı İslam’ı seçmişlerdi. Hz. Büreyde (ra) mızrağına bağladı- ğı sarığı ile Hz. Peygamber’e sancak açarak kendi bölgelerinden çıkınca- ya kadar refakat etmişti. • Yine Efendimiz yiyecek bir şeyler edinmek için Ümmü Ma‘bed Âtike bint Hâlid’in bulunduğu çadıra uğramıştı. Burada Rasûl-i Ekrem (s.a.s) sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmeleyle sağınca keçi oradakilere yetip ar- tacak kadar süt vermişti. O kutlu şemail sahibine gelen lütufla, keçiye de bereket ilişmişti sanki. Demek ki hicret yolculuğunda rol alan hayvanlar var. Allah’ın ordularından sayılacak hayvanlar bunlar. Yolculuğun yapıldığı develer. Özellikle Kusva. Yere çö- küşü ilahi emirle olan Kusva. Koyunlar var bir de. Rasûl’ün mübarek ayak izlerine ayaklarını değdirme telaşı ile yürekleri atan. Kendi ayak izle- rini Rahmet elçisininki ile nişanlayan koyunlar, kuzucuklar. Ve yine örümcek var. Ağı ile Rasûlullah’a (s.a.s) bend olup sanki kimseyi o tarafa bırakmam diye hay- kıran, efelenen. Ve güvercin var yumurtaları ile hazırolda durmuş. Ai- lesini Rasûl’ün dizlerinin dibine taşımış, yumurtalarından çıkacak yavrularını Allah’ın habibine göstermek telaşesinde. Ve Ümmü Mabed’in keçisi. Rasûl’ün (s.a.s) ellerinde bir bereket pınarına çevrilen keçi. Vebirdeatvar.Rasûl’e(s.a.s)hamleyapmayan.Ayaklarını kumlararapteyleyipde,huzurdaayakkilitleyenbirdervişgibi. Ve Büreyde b. Husayb (ra) canlanıyor gözü- müzde. Sanki arkasına örümcek, kuş, at, koyun, keçi ve develerden oluşan bu askerleri katmış, sancağı elinde bü- yük bir orduyla Rasûl’ün önünde adım adım ilerliyor Medine’ye. Tedbir tevekkül olunca, takdir lütuf olur. 12 Rebîülevvel (24 Eylül 622) Cuma günü son durak Medine. Medine’de büyük bir bekleyiş. Üç katlı bir evin damında bir Yahudi kızı. Gördü ufukta Medine’ye doğru gelmekte olanı. Gerçek gören, gördüğünün müjdesini verendir. Ay doğmuştur üzerimize. Müjde verilmiştir verilmesine de, hani senin hicretin, tedbirin, tevekkülün, takdirin ve kuvvetin? “Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla gir- memi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver”12
  • 27. 30 İslam Medeniyetine giden hic- ret yolculuğunun ilk önemli du- raklarından biriydi Kuba. Burada İslam’ın ilk mescidi bina edilmişti. Her külfetten sonra gelen nimet gibi mukaddes hicret yolculuğunda çekilen külfetten, Peygamberimizin doğup büyüdüğü yerden ayrılmak zorunda kalışından sonra gelen ni- met de temeli takva üzerine kuru- lan Kuba Mescidi olmuştu. Yeryüzünde bina edilecek tüm yapıların ve özellikle de Allah’ın dininin şiarı olan tüm mabedlerin hangi manevi temele dayanması, hangi niyet ve amaç için inşa edil- mesi gerektiğinin numune-i imtisa- li olmuştu Kuba Mescidi. Amellerin niyetlere göre de- ğerlendirileceğini ve Mü’minin niyetinin amelinden daha hayır- lı olduğunu bildiren nebevî emir doğrultusunda ortaya konan bu de- ğer ölçüsü, maddî olan bir binanın dahi takva gibi manevî bir temele dayanması gerektiğini kavramamı- zı istemekte; bozuk ve kötü niyetler üzerine bina edilen tüm yapılara “(O kandil) Öyle evlerde yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının içlerinde anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36) İslam Medeniyetine giden hicret yolculuğunun ilk önemli duraklarından biriydi İSLAM’IN İLK MESCİDİ OLAN TAKVA MESCİDİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Ahmet TÜRKBEN KUBA mescidi
  • 28. 31 karşı uyanık ve dikkatli davranmaya Mü’minleri sevk et- mekteydi. Toprağın imanla yoğrulması, alınların secde kıva- mında toprakla buluşması ile mümkün olurdu. Bir bel- denin İslamlaşması ve manen imarı da mescit merkezli yapılardı. Bu sebeple yerleşim yeri olarak tespit edilen bir beldede ilkin bir cami inşa edilirdi, sonra da onun çev- resinde eğitim ve ilim yuvası olan medreseler. Toplumsal değişimin merkez üssüydü bu mekânlar. Namazı hayatın merkezine almanın ve her şeyi onun çevresinde şekillen- dirmenin dışa vurumuydu. Allah’ın nurunun bir kandil misali toplumu aydınlat- tığı yapılardı mescitler, Beytullah olan Kâbe-i Muazza- ma’nın başka beldelerdeki izdüşümüydü. Öyle buyurdu Rabbimiz: “(O kandil) Öyle evlerde yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının iç- lerinde anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36) Allah’ın nurunun akılları, gönülleri ve hayatı nurlan- dırabilmesi için gerekli şartlardan biri de takvaydı. Takva; sadece beden ülkesinin merkezi olan kalplerde değil, bir beldenin iman coğrafyası haline gelmesinin de alamet-i farikası olarak toprağa değer katan bir iman nişanesi idi. Mescitler, takva üzerine yükselirse ve buralarda iba- det ve namazla; ilim ve hikmetle yoğrulursa gönüller, toprağın ve toplumun takva ekseninde dönüşümü müm- kün olurdu. Takva mescidinin mimarlarının kalplerinde Allah sevgisi, ihlas, samimiyet ve takva olmalıydı ki orada yapılacak ibadetler toplumu manen ihya edebilsin. Kılınan namazlar, Mü’minler için miraç olsun, onları dünyevi olandan uhrevi olana, şeytani olandan rah- mani olana, nefsani olandan ruhani olana yükseltebilsin. “Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı gün- den korkarlar.” (Nur,37) Yeryüzü Mü’minlere mescit kılınmışken, Allah’a ve ahiret gününe iman eden gönül erleri, mescitler inşa eder, madden ve manen mescitleri şenlendirirlerdi. Sade- ce helal parayla yapılmış olması ya da sadece fiziki olarak temiz olması yeterli değildi; bizatihi bir mescidin dağınık ve birbirinden kopuk yaşayan insanları cemaat yapmaya ve toprağının da secde edilmeye lâyık hale gelmesi için temelinin takva üzerine kurulmuş olması gerekirdi. İşte ilk mescidimiz olan Kuba Mescidi’nin temelinde de öncelikle Rasûlullah’ın ve ashabın imanı vardı. Hur- malığını vakfeden Gülsüm b. Hidm’in infakı, yapımında en üstün gayreti gösteren Ammar bin Yasir’in ihlası, Ab- dullah bin Revaha’nın şuur yüklü mısraları ve temizlen- meyi seven iman erlerinin tertemiz yürekleri vardı. “İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit içinde na- maz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe, 108) Takva mescidinde kurulan sohbet halkaları ve açılan Kur’an sofraları manevi bir gıda olur, beslerdi gönülleri ve kalpler ancak Allah’ın zikriyle doyuma ulaşırdı. Takva mescitlerinde kılınan namazlar, birer ırmak gibi yıkardı toplumu, kirlerinden arındıran bir yağmur olurdu. Münkere, fuhşiyata ve tüm çirkinliklere çekilen set olurdu. Takva mescidinin mimarlarının kalplerinde Allah sevgisi, ihlas, samimiyet ve takva olmalıydı ki orada ya- pılacak ibadetler toplumu manen ihya edebilsin. Kılınan namazlar, Mü’minler için miraç olsun, onları dünyevi olandan uhrevi olana, şeytani olandan rahmani olana, nefsani olandan ruhani olana yükseltebilsin. Bir arınma iklimiydi takva mescitleri. Bir yücelme vesilesiydi takva mescitleri.
  • 29. 32 Sadece bedenlerin değil ruhların toplandığı bu yapı- larda tefrikaya, fitneye geçit verilmez; biz olmanın, aidi- yetin ve cemaat olmanın hakkı verilirdi. “Ey İman edenler, Allah’tan korkun ve sadıklarla be- raber olun.” emri uyarınca bir sadakat iklimi aranırdı bu yapılarda, korunmak için de gerekli olan bu idi. “Rükû edenlerle beraber rükû edin.” emrince sadece Allah’ın huzurunda eğilen bedenler, kula kul olmama iradesini cemaat halinde burada ilan ederlerdi. Menzili cennet olan bir seferde, salih bir daire içerisine giren saf olup kenetlenen Mü’minler, salihler arasına katılma duasını, ameli olarak bu mekânlarda yaşarlardı. “Ey Mü’minler, kurtuluşa ermek için topluca tevbe edin.” emrinin de ad- resiydi takva mescitleri. Felaha ermenin vizesiydi toplu- ca edilen tevbeler. Evet, camilerde Mü’minlerin şahitler arasında adlarını yazdırma ve iyilerle beraber vefat ça- bası kalben, kavlen ve halen var oluşlarıyla kayıt altına alınırdı. Mescid bir mektep, bir medrese olur ilmen ve fikren donatırdı Mü’minleri. İstişareler buralarda yapılır, kararlar bu huzur ikliminde alınır, huzurun adresi belli olurdu. Takva mescidleri, hayatın fırtınalarında savrulmaya yüz tutan insanlar için sakin bir liman olurdu. Atanmış değil, adanmış insanlar gözlenirdi mihraplarda. Huşu ile kılınacak namazın ön şartlarından biriydi adanmış- lık. Adanmış imamların kıldırdığı namazlar yük değil kanat olur, toplumu yüceltirdi. Yormazdı cemaati, yo- rulmazdı Mü’minler; bir sonraki namazın özlemiyle kalpler mihrapta asılı dururdu. Adanmışların kürsüsünden ve minberinden vahyin hayat veren çağrısı duyulurdu. Diriliş muştusu olurdu hut- beler ve vaazlar. Bazen direniş aşısı vurulurdu, gaflet uy- kusundan uyansın diye Mü’minler. Cesur imamların gür sesi; zalime yaman bir ihtar, mazluma bir teselli olurdu. Tarih boyunca mescitlerden başlamak suretiyle yer- yüzünde Mü’minlerin inşa edeceği mektep, medrese gibi tüm yapıların kuruluş aşamasında ve dahi sadece bir ku- rum olarak değil bir eser olarak yazılan tüm kitaplarda iman, ihlas, samimiyet ve takva aranırdı. Sakin bir limandı takva mescitleri. Bir diriliş ve direniş üssüydü takva mescitleri. Bir eğitim ocağı, ilim yuvasıydı takva mescitleri. Var oluşun ve Biz olmanın adresiydi takva mescitleri. Takva mescidleri, hayatın fırtınalarında savrulmaya yüz tutan insanlar için sakin bir liman olurdu. Atanmış değil, adanmış insanlar gözlenirdi mihraplarda. Huşu ile kılınacak namazın ön şartlarından biriydi adanmışlık. Adanmış imamların kıldırdığı namazlar yük değil kanat olur, toplumu yüceltirdi. Yormazdı cemaati, yorulmazdı Mü’minler; bir sonraki namazın özlemiyle kalpler mihrapta asılı dururdu. 32
  • 30. 33 Asr-ı Saadette İslam düşmanları, içlerine sızarak ve kendilerinden gözükerek Mü’minleri aldatmak istemiş- lerdi. Bunun için de merkez üssü olarak bir mescid inşa etmişlerdi. Bu mescidin adı Dırar Mescidi idi. Ayet-i ke- rime Rasûlullah (s.a.s)’ı ve tüm inananları İslam toplu- muna nifak sokmak isteyen bu tip girişimlere karşı dik- katli ve uyanık olmaya çağırmaktaydı. “Bir de, müminlere zarar vermek, küfrü kuvvet- lendirmek, mü›minler arasına tefrika düşürmek için ve bundan evvel Allah Teâla’ya (cc) ve Rasûl-i Ekrem (s.a.s)’e savaş açan kimseyi beklemek maksadıyla bir mescit yaptılar. Ve ‘Biz bu mescidi ancak iyilik için bina ettik.’ diye yemin edeceklerdir. Allah Teâlâ (cc) şahadet eder ki, onlar yeminlerinde yalancıdırlar.” (Tevbe, 107) Bu ayet-i kerimenin iniş sebebi olarak Ebu Amir denilen bir adamdan bahsedilmektedir. Kimdi bu Ebu Amir? Bilgili ama bilgisini şer amaçlı kullanan bir adam; Hanif dininden ayrılan, Tevrat ve İncil’in bütün hüküm- lerini ezbere bilen, Halk içinde üstün bir mevkie ve şöh- rete sahip bir adam; ikiyüzlü davranan, ama niyetinin iyi olduğuna Allah adına yemin eden bir adam; Peygambe- rimiz Medine’ye hicret ettikten sonra itibarı zedelenen; hasedinden, kibrinden ve enaniyetinden dolayı Allah’a ve Rasûlü’ne savaş açan ve bu savaşta üs olarak Müs- lümanlara ait bir ibadet merkezi olan camiyi seçen bir adam… Üstelik bu adam, Rasûlullah’ın (s.a.s) methet- tiği ve meleklerin yıkadığı bir sahabi olan Hz. Hanzala (r.a)’nın da babasıydı. Oğul cennetle müjdelenen bir güzel sahabi, baba ise kâfir ve lanetlenmiş biriydi. Hz. İbrahim ile babası putçu Azer gibi baba ile oğul arasında derin bir uçurum olabi- leceğinin örneğiydi. Dırar Mescidi; evet bir camiydi; ama yapılış gayesi İslam’ı ortadan kaldırmak ve hak dini içten çökertmek- ti. Binanın fiziki yapısının ne olduğundan ziyade onun hangi amaç için inşa edilmesi gerektiğinin bir başka örneği olmuştu. Bu mescidin inşa ediliş amaçları; Müminlere zarar vermek, küfrü kuv- vetlendirmek, Mü›minler arasına tef- rika sokmak ve bu amaçları gerçekleş- tirmek için emir aldıkları Ebu Amir’in liderliğine zemin hazırlamaktı. Ebû Âmir’in bu fasit eyleminde taşe- ronluk yapan ise münafıklardı. Binanın kurucuları ikiyüzlü davranmaktaydılar ve “Biz bu mescidi ancak iyilik için bina ettik.” diye yemin etmişlerdi. Tüm bozguncular her zaman aynı şeyi söyler; ıslah ediciler olduklarını iddia ederlerdi. Yapanların gerçek niyetlerini en iyi bilen Rabbimiz Rasûlü’ne hitaben: “O mescid-i dırarda ebediyyen namaz kılma! “ emrini vermişti. Kâfirlerin inşa ettiği, bu ve benzeri mescitlerde namaz kılınmayacağı umumi bir emir olarak kayda geçmişti. Rasûlullah (s.a.s), bu ayetle mescidi yaptıranların ni- yetiyle ilgili bilgiye sahip olunca sahabilerine: “Halkı za- lim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve enkazını da ateşe verin!” diye emir vermişti. Bu zararlı girişimden hareketle tarih boyunca tüm Mü’minler İslam’ı içeriden çökertme ve nifak, fitne, fe- sat odaklı İslami görünümlü tüm girişimlere karşı tavır almışlardır. Bu tavır; Dırar Mescidi gibi bazen bir mabed görünümünde olmuş, orada namaz kılmamışlar; bazen âlim kisvesiyle ortaya çıkan bazı insanlar olmuş, onların batıl karışmış hak sözlerine itibar etmemişler; hatta çoğu zaman da oryantalistler ve münafıklar tarafından kaleme alınan birtakım kitaplar olmuş onlara karşı da temkinle yaklaşıp onları asla başucu kitabı yapmamışlar ve onların bal görünümlü baldıran zehirlerine karşı uyanık davran- mışlardır. Asr-ı Saddetten günümüze kadar Dırar Mescidi ör- neğinden hareketle firaset ve basiret ehli olan iman erleri hak ve hakikatin izini sürdüler ve bildiler ki: Küfrün ve nifakın gölgesinde kılınan namazlarda ha- yır yoktur. Hak söze batıl karıştıran sözde âlimlerin yaptığı çağ- rılarda hayır yoktur. Allah rızası dışında dünyevi, ticari, hizbî kaygılarla üretilen; fitne ve fesat içerikli eserlerin okunmasında ha- yır yoktur. Özellikle de din kisvesi altında ortaya çıkan, hak dine karşı olarak üretilen batıl sentezlere karşı tavır almak dün olduğu gibi bugün ve gelecekte tüm Mü’minlerin üzerine düşen bir vecibedir. Ne yaptığımızdan daha önemli olan, niçin yaptığımızdır. Ortaya koyduğumuz eylemlerin kime ve neye hizmet ettiği, kimlerle ittifak yaptığımız ve varlığımızın kimi hoşnut ettiği dikkate alınmalıdır. ti. Binanın fiziki yapısının ne olduğundan ziyade onun hangi amaç için inşa edilmesi gerektiğinin bir Bu mescidin inşa ediliş amaçları; hak dine karşı olarak üretilen batıl sentezlere karşı tavır almak dün olduğu gibi bugün ve gelecekte tüm Mü’minlerin üzerine düşen bir vecibedir. Ne yaptığımızdan daha önemli olan, niçin yaptığımızdır. Mescide Karşı Mescid/ Dine Karşı Din 33
  • 31. 34 İslâm güneşinin doğduğu ve Rasûlullah aleyhisselâm’ın oraya hicret ettiği yıllarda Yesrib, Mekke gibi, Hicaz bölge- sinin önemli yerleşim merkezlerinden biriydi. Yesrib’in iklimi güzel olduğu gibi, toprağı da ziraat için çok verimliydi. Yer altı suları da fazla derin değildi üstelik. Yesrib’in etnik yapısı oldukça genişti. Benî Kurayza, Benî Nâdir ve Benî Kaynuka kabilelerinden oluşan Yahu- diler vardı. Güney Arabistan kökenli Evs ve Hazrec Arap kabileleri vardı. Kudâa kabilelerinin ve hatta Amâlika’nın arda kalanlarından oluşan kabileler vardı.1 Ayrıca, bütün bunların yanında sayıları az da olsa, daha ziyade köle olan, başka etnik kökenli insanlar2 da bulunuyordu. Yesrib halkı yerleşik bir hayat sürmekle beraber, yöne- timde, sosyal, kültürel ve ahlâkî alanlarda kabile gelenek- leri hâkimdi. Her kabilenin kendi başkanı vardı. Merkezi bir idare mevcut değildi. Bir yerleşkede birçok belde ha- vası vardı. Kabileler, birbirinden bağımsız bir halde ayrı mahallelerde yaşıyorlardı. Bu kabilelerin arasında zaman zaman çok ciddi sorunlar çıkıyor, büyük savaşlar oluyor ve çok kan dökülüyordu. Bunun yanında birbirleriyle, diğer- lerine karşı ittifak kuran kabileler de vardı. Evs ve Hazrec kabilelerinin Yahudiler üzerinde ciddi bir hâkimiyet elde etmeleri dikkat çekmekle beraber, bu hâkimiyet fazla sürmedi. Yahudiler bu iki kabileyi birbiri- ne düşürdüler. Çok eskiye dayanan bu düşmanlık, İslâm’ın doğduğu yıla kadar 120 yıl sürmüştü! Bu savaşlar, “Buas Harpleri” diye meşhur olmuştu. Yesrib, o günlerde yaklaşık on bin nüfusa sahip olan çok dinli ve çok uluslu bir beldeydi. Ağırlıklı olarak Ya- hudiler yaşamaktaydı. Hıristiyanlar azınlıktı. Müşrikler de bir hayli baskındılar. Uzun yıllardan beri süren Buas Harpleri bir şekilde bit- miş; Evs ve Hazrec kabileleri, tarihlerinde ilk defa ciddi bir birliktelik oluşturmaya başlamışlardı. Yine o günlerde Ab- dullah bin Übey bin Selûl üzerinde çoğunluk kararı ile onu başlarına kral olarak atamaya hazırlanmışlardı. Sadece ıs- marlamış oldukları krallık tacının bitmesini bekliyorlardı. Daha önceki yazılarımızda anlatmış olsak da, bir geçiş süreci içinde olduğumuzdan, Yesrib’e İslâm’ın girişinden de kısaca bahsetmek istiyoruz. Bilindiği gibi, Yesrib’e İslâm, Akabe Görüşmesi ile gir- meye başladı. Birinci Akabe Görüşmesi ile başlayan bu süreç, hicrete kadar devam etti. Yaklaşık iki yıl süren bu dönemde hem Evs kabilesi hem de Hazrec kabilelerinden Müslüman olanların sayısı bir hayli çoğalmıştı. Rasûlullah aleyhisselâm tarafından Yesrib’e gönderilen Hz. Mus’ab bin Umeyr (ra), tabir yerindeyse çok büyük projelerle gitti ve çok büyük işler başardı. Bazı kabileler Yesrib adlı bu şehre “Medinetü’n-Nebî” ya da “Rasûlullah’ın Şehri” dendi. “Medine-i Münevvere” dendi. Zamanla tek kelimeyle “Medine” diye anılmaya başladı. Yesrib adı unutuldu, orası artık Medine oldu, Medine olarak kaldı… 3 Yesrib Dikenliğinden Medine Gülistanına Yesrib Dikenliğinden başladı. Yesrib adı unutuldu, orası artık Medine oldu, Medine olarak kaldı… Adem SARAÇ Yesrib… 34