SlideShare una empresa de Scribd logo
1 de 24
Descargar para leer sin conexión
“herkes için değil, meraklısına..."
12014
Haziran
					Feyruz	–	Adige	Batur					Bâbil	–	Mehmet	Türkmen					Kâ idir	
Eskimesin	 Kalbim	 –	 Nurdal	 Durmuş	 	 	 	 	 Apansız	 Bir	 Çocuk	 –	
Nergihan	Yeşilyurt	 	 	 	 	Durup	Dururken	Notlar	–	Hasan	Bozdaş				
Olüm	Allah'ın	Emri	Cinayet	Olmasaydı	–	Adige	Batur					Samiha	
Ayverdi	–	Gülnaz	Eliaçık					Ayın	Fakiri:	M.	Yuryeviç	Lermontov					
Yedi	 Güzel	 Program	 –	 Cihat	 Albayrak	 	 	 	 	 Kanlıdivane	 –	 Fatih	
Kutlubay	Keleş					Ilm-i	Kıyafet	–	Fatma	Genç					Paraşütlü	Adamlar	
-	Lenrie	Peters					Fakir	Şarkılar						Nostalgia	–	Tarkovski					Kafası	
Karışık	Şiir	–	Abdulkadir	Ustündağ						Bu		ayın		teması:			Tac	Mahal
w w w. f a k i r a n e . o r g
MIHMANDAR
Adige	Batur
Abdulkadir	Ustündağ
FAKIRANE	AHALISI
Nurdal	Durmuş
Gülnaz	Eliaçık
Nergihan	Yeşilyurt
Cihat	Albayrak
Ayşe	Albayrak
Mehmet	Türkmen
Hasan	Bozdaş
Fatma	Genç
Fatih	Kutlubay	Keleş
Adige	Batur
Abdulkadir	Ustündağ
Fakirane	E-dergi
Haziran	2014
ILETIŞIM
www.fakirane.org
facebook.com/fakirane.org
twitter.com/fakiraneye
fakiraneye@gmail.com
nsan	neye	başlarsa,	özünde	kendine	başlıyor	aslında,	"Yoksulluk	
I Içimizde"	diyor	Mustafa	Kutlu,	bunu	aklımızda	tutuyoruz.	
"Allah'tan	başka	hiçbir	şeyi	olmayana	fakir,	denir."	diyor	sû i,	
sonra	bunu	düşünüyoruz	biraz.	Zenginliği	dışında	değil,	içinde	olan	
insanı	düşünüyoruz.
Artık	başlayabiliriz.
Egosu	olmayan	insanlar	vardır,	kendini	bilen,	bilmeyi	bilen,	başlamayı	
bilen…	Işte	o	insanlardan	bir	hane	dolusu	var	bizde,	belki	dışarda	bir	
ü lke	 dolusu…	 Fakirane,	 mü tevazı	 bir	 çatı	 altında	 hep	 beraber	
başlamayı	vaat	ediyor,	hepsi	bu.	Kapısı	herkese	açık	ama	daha	çok	
meraklısına…
Içeriye	girecek	olursak	Feyruz	karşılıyor	bizi.	Abdulkadir'in	ısrarı	ile	
ilk	yazı	olma	şere ine	nail	oluyor.	Feyruz,	Ortadoğu'nun	buğulu	sesi.
Ardından	Mehmet	Türkmen'le	ortak	takıntımız	Harut	ile	Marut	şiir	
serisinin	yeni	şiiri	"Babil"	yer	alıyor.
Ve	Nurdal	Durmuş	ağabey'in	zarif	ve	fakirane	söyleyişiyle	"Kâ idir,	
Eskimesin	Kalbim".	
Sonra	 Nergihan'ın	 çocukluğumuza	 inen	 naif	 ve	 apansız	 sevinmeyi	
öneren	denemesi,	"Apansız	bir	çocuk".
Hasan'ın	 şiiri	 bahane	 etmek	 için	 elini	 kırdığı	 "Durup	 Dururken	
Notlar"ı	 okuyunca	 insan	 az	 çok	 fakirane	 ahalisinin	 ruhsal	 yapısını	
anlayabiliyor,	Bram	Stoker'in	kim	olduğu	sorusu	da	cabası.	
Sonrasında,	 Adige	 Batur'un	 kendisinin	 bile	 şiir	 mi	 dü zyazı	 mı	
olduğuna	karar	veremediği	bir	yazı	var,	okuyunca	hak	vereceksiniz.	
Gülnaz	 Hanım,	 Samiha	 Ayverdi	 hakkındaki	 geniş	 kapsamlı	 portre	
yazısıyla	fakiraneye	derinlik	katıyor,	yoğun	bir	emeğin	ürünü.	
Cihat	ve	Ayşe	Albayrak	çifti	okurlar	için	"Yedi	Güzel	Program"	seçmiş,	
ilk	sırada	Yedi	Güzel	Adam'ın	olması	manidar.
Fatih	 Kutlubay	 Keleş	 ,	 "Kanlıdivane"nin	 tarihinden	 ve	 doğal	
güzelliklerinden	haberdar	ediyor.	
Fatma	 Genç,	 Ilm-i	 Kıyafet'i	 anlattığı	 yazısıyla	 ilginç	 bir	 konuya	
değinmiş.	
Abdulkadir'in	sert	ve	"Kafası	Karışık	Şiir"i	biraz	sonlarda,	yeni	kuşak	
biraz	ö keli.
Ayın	Fakiri:	Lermantov.	
Film	önerimiz	Tarkovsky'den:	Nostalghia	
Bu	ayın	yabancısı	Lenrie	Peters,	Gambia'dan.
Seçtiğimiz	şarkılar	da	var	elbette.
Iyi	Okumalar….	Muhabbetle.
Adige Batur
BAŞLARKEN 1
Adige	Batur
adigebatur@hotmail.com
ıllar	 önce	 tesadüfen	 dinlediğim	
Yve	 bana	 çok	 tanıdık	 gelen	 bir	
melodinin	izini	sürerek	Lübnan	
mü ziğ ini	 dinlemeye	 başladığ ımda	
Feyruz'un	 sadece	 ülkesinde	 değil	 tüm	
Ortadoğu'da	 büyük	 bir	 isim	 olduğunu	
fark	 ettim.	 Arap	 mü ziğ i	 denilince	
sadece"	oynak	havalar"a	aşina	olanların	
anlayacağı	türden	değildi	onun	müziği;	
Ortadoğu	 halklarının	 ortak	 acılarını,	
duygularını,	 isyanını,	 hüznün	 anlatan	
bir	sese	ve	yoruma	sahip,	Feyruz.	
Yaşamı	 da	 Lü ban	 kadar	 karışık	 ve	
Lübnan	kadar	kozmopolit.	Mardin'den	
göçen	Süryani	bir	baba	ile	Hristiyan	bir	
annenin	 dört	 çocuğundan	 biri	 olarak	
1935'te	 dü nyaya	 geliyor.	 Daha	 on	
yaşındayken	sesinin	rengiyle	dikkatleri	
çekince	müzik	öğretmeninin	teşvikiyle	
konservatuara	 gidiyor,	 baba	 tek	
göndermek	istemiyor	kızını	ve	kardeşi	
ile	 gitmesi	 şartıyla	 izin	 veriyor.	
Konservatuardaki	 ö ğretmeni	 mü zik	
derslerinin	yanı	sıra	ona	Kur'an	okuma		
ve	 tecvid	 dersleri	 vererek	 sesini	
geliştirmesine	yardımcı	oluyor.
Kayıt	 için	 gittiği	 Lübnan	 radyosunda,	
mü zik	 bö lü mü 	 başkanı	 Halim	 el	
Rumi'nin	sesinden	çok	etkilenmesi	ile	
koroya	 seçilen	 Feyruz'un	 mü zik	
kariyeri	de	başlamış	oluyor.	Ama	onun	
hayatındaki	 esas	 dönü m	 noktası,	 iki	
genç	 mü zisyen	 kardeş	 olan	 Assi	 ve	
Mansour	 Rahbani	 ile	 tanışmasıdır,	 Bu	
kardeşlerden	Assi	ile	1955'te	evlenir.	Iki	
kardeş	 yaptıkları	 bestelerle	 adeta	
Feyruz'u	 zirveye	 taşırlar.	 Şarkıların	
yanında	 bir	 çok	 da	 opera	 seslendirir,	
sinema	 ilminde	oynar.	
1969'da	 Cezayir	 devlet	 başkanını,	
huzurunda	 özel	 bir	 konser	 vermesini	
ister	fakat	Feyruz	bunu	kabul	etmez.	Bu	
olay	yüzünden	altı	ay	boyunca	radyoda	
şarkıları	yasaklanır.	Ama	o	bu	duruma	
boyun	eğmez,	her	yerde	ve	her	ülkenin	
halkı	için	şarkı	söyleyeceğini	fakat	asla	
tek	bir	kişi	için	şarkı	söylemeyeceğini	
açıklar.	Bu	tutumu	halkı	tarafından	onu	
daha	da	önemli	hale	getirir.
1975'te	Lübnan'da	iç	savaş	çıkar,	Beyrut	
yerle	 bir	 olur.	 Bir	 çok	 insan	 ülkeden	
kaçarken	 Feyruz,	 şavaş	 boyunca	
Lü bnan'da	 yaşamaya	 devam	 eder,	
konserler	 verir	 ve	 halkını	 bir	 arada	
tutmaya	çalışır.	Rodrigo'nun	ünlü	eseri	
"Concierto	 de	 Aranjuez"e	 sö z	
yazılmasıyla	 ortaya	 çıkan	 Li	 Beyrut	
parçası	 adete	 savaş	 yıllarında	
Lü bnan'ın	 sembolü 	 olur	 ve	 savaşın	
acılarına	ve	ülkesinin	yok	oluşuna	şahit	
olan	 Feyruz,	 bu	 şarkının	 yorumu	 ile	
eşsiz	bir	esere	imza	atar.
Feyruz / Fairuz
‫ﻓﻴﺮوز‬
2
selam	sana	yüreğimin	derinliklerinden	ey	beyrut!
kabul	edin	bu	selamımı,	ey	denizler,	evler
ve	eski	denizlerin	yeni	yüzü	çöller...
o	ki
benim	halkımın	hamurundan	yoğrulmuştur,
ekmeğim,	içkim,	yaseminim...
ateşin	ve	dumanın	tadı	nasıl	oldu?
beyrut!	seni	terk	eden	delidir,
ey	beyrut!
Sonraki	 yıllarda,	 söylediği	 şarkılarla	 neredeyse	
tü m	 dü nyada	 tanındı.	 Amerika	 ve	 Avrupa'da	
konserler	veridi	ve	ödüller	aldı.	Eleştirel	tavırları	
ve	muhalif	çıkışlarına	rağmen	halkının	gözünde	
neredeyse	dokunulmaz	olan	Feyruz,	her	zaman	
saygı	duyulan	bir	isim	oldu.		Konser	vermemesi	
için	 siyasi	 baskılara	 bile	 aldırmadan	 gittiği	
Suriye'de	büyük	bir	coşku	ile	karşılanırken	kendi	
halkının	 desteğ ini	 de	 alarak	 iki	 ü lkenin	
kardeşliğine	vurgu	yaptı.	
Feyruz,	 ü lkemizde	 ismen	 pek	 bilinmese	 de	
mü ziğ imizde	 ö nemli	 bir	 yere	 sahip.	 Onun	
seslendirdiği	bir	çok	eser,	Türkçe	sözlerle	 	Ajda	
Pekkan,	 Ferdi	 Ozbeğen,	 Müslüm	 Gürses,	 Erkin	
Koray,	 Umit	 Besen,	 Nilü fer	 gibi	 sanatçılar	
tarafından	 seslendirildi…	 Hangi	 parçalar	
diyorsanız,	bazıları	tanıdık	gelebilir:	
Sana	Neler	Edeceğim,	Tanrı	Misa iri,	Neredesin	
Nerde,	Böyle	Gelmiş	Böyle	Geçer...
Merak	 eden	 varsa	 söyleyeyim:	 Feyruz,	 ismi	
bizdeki	 " iruze"	 ile	 aynı.	 Firuze	 de	 turkuaz	
anlamında,	 yani	 Feyruz'un	 Tü rkçe	 karşılığı,	
turkuaz.	
Kendisi	hâlâ	hayatta	ve	Beyrut'ta	yaşıyor.	Yaşını	
hesaplaya	çalışıyorsanız,	yetmiş	dokuz		ve	hala	iyi	
bir	sesi	var.	Dinlemek	için	buraya	buyrun:
www.wafamusic.com/Liban/fairouz/fairouz-44.htm
3
LE ENTE HABİBİ
‫ﺳﻭا‬ ‫ﺭﺑﯾﻧﺎ‬ ‫ﻻ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺣﺑﯾﺑﻲ‬ ‫اﻧت‬ ‫ﻻ‬
Sen benim sevgilim değilsin, beraber de büyümedik
‫اﻟﻬﻭا‬ ‫ﺷﻠﻌﻬﺎ‬ ‫اﻟﻐﺭﯾﺑﻲ‬ ‫ﻗﺻﺗﻧﺎ‬
Bizim garip hikâyemizi rüzgâr alıp götürdü
‫ﻏﺭﯾﺑﻲ‬ ‫ﻋﻧك‬ ‫ﺻﺭت‬ ‫ﻭ‬
Ve ben sana bir yabancı oldum
‫ﺣﺑﯾﺑﻲ‬ ‫ﯾﺎ‬ ‫اﻧﺳﺎﻧﻲ‬
Unut beni sevgilim
‫ﺣﺟﺭ‬ ‫ع‬ ‫ﻗﻌﺩﻧﺎ‬ ‫ﺗﻼﻗﯾﻧﺎ‬ ‫اﻣﺑﺎﺭﺡ‬
Dün buluşup bir taşa oturduk
‫اﻟﺳﺟﺭ‬ ‫ﻋﺭﯾﺎﻧﻲ‬ ‫ﺣﻭاﻟﯾﻧﺎ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺑﺭﺩ‬
Etrafımız soğuk, ağaçlar çıplaktı
‫اﻟﺻﻭﺭ‬ ‫ﺧﺯﻗﻧﺎ‬
Resimleri yır ık
‫اﻟﻘﻣﺭ‬ ‫ﻣﺣﯾﻧﺎ‬ ‫ﻭ‬
Ayı sildik
‫ﻣﻛﺎﺗﯾﺑﻲ‬ ‫ﺩﺭﻟﻲ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻣﻛﺎﺗﯾﺑﻭ‬ ‫ﺭﺩﺗﻠﻭ‬
Mektuplarını geri verdim, o da bana mektuplarımı
‫ﺷﺭاﻋﮫ‬ ‫طﻭﻱ‬ ‫ﻣﻥ‬ ‫ﻛل‬
Onun yelkenine asılan herkes
‫ﺑﻬﺎﻟﻣﺩﻯ‬ ‫ﺭاﺡ‬ ‫ﻭ‬
Bu yolda gi i
‫اﻟﺻﺩﻯ‬ ‫ﺟﺳﺭ‬ ‫ع‬ ‫ﺿﺎﻋﻭا‬ ‫ﻭ‬ ‫ﻭﻟﺩﯾﻥ‬
İki çocuk yankı köprüsünde kayboldu
‫ﻣﺩﻯ‬ ‫اﻟﺩﻧﯾﻲ‬ ‫ﻭ‬ ‫ﺑﻬﺩا‬ ‫ﺗﻔﺎﺭﻗﻧﺎ‬
Biz sessizce ayrılırken dünya uzadı
‫ﺻﻠﯾﻠﻭ‬ ‫ﺑﺧﺎطﺭك‬
Lütfen ona selam söyleyin…
‫ﺣﺑﯾﺑﻲ‬ ‫ﯾﺎ‬ ‫ﺑﺗﺳﻌﺩ‬
Mutlu olacaksın sevgilim
‫ﺣﺑﯾﺑﻲ‬ ‫اﻧت‬ ‫ﻻ‬
Sen benim sevgilim değilsin…
Mehmet	Türkmen
mehmetturkmen.desenblog.com	
I.
Taş	taş	üstünde	baş	baş	üstünde	
Papatyalar,		fal	okları	ve	göktaşları	efsunladı	göğsümü
Bir	büyük	şehriydim	ülkemin	
Sağımdan	solumdan	ırmaklar	akardı
Onümde	ve	ardımda	şeytanlar	gizlendi
Kaynayan	meşimelerde	ürerken	âdemoğlu
Besmelenin	ilk	har i	gibi	inşa	oldum	
Kimsenin	bilmediği	kuleler	büyüttüm
Eşim	yoktu	yarışacak	göğü	kendime	rakip	bildim	
Çöl	denizi	olmadığında	ortadoğu	
Mezopotamya'nın	incisiydim
Güneş	ve	ay	gibi	baktım	süslü	sokaklarıma
Ince	örümceklere	kapadım	odalarımı	
Melekler	şahittir	hem	iyiydim	hem	kötü
Bir	terazinin	doğu	ve	batı	kefesi
Tanrı	insana	ilham	etti
El	yaktım	gönül	yaktım	ömürler	yaktım
Bana	bakanlar	güzelliğimi	gördü,	bildi,	sevdi
II
Kirli	adamlar	temiz	elbiseleriyle
Dağlardan	inip	beni	bir	fanusa	soktular
Denizlerin	abis	karanlığı	gibi	karadelik	açıldı	sanki	göğsümde
Asma	bahçelerimin	güzelliğine	mi	büyülendim
Beni	şiirle	süsleyip	kalbime	kibri	sokanlar		
Asma	bahçelerime	yosunlu	kuleler	dikip
Tanrıya	yabancı	yabancı	büyüten	ulular	kahrolsun
Bir	de	odalarıma	usulsüzce	giren	
Elleri	ekmek	kokulu	kadınlar		
Hem	insanlar	gibi	büyüdüm
Hem	insanlar	gibi	çoğaldı	 ikirlerim
Atalarına	uyarak	iki	ırmağın	arasında
Hayatıma	bir	son	verdim…
B A B I L
4
Nurdal	Durmuş
www.nurdaldurmus.com
KÂFİDİR	ESKİMESİN	KALBİM
“Eğer	siz	Allah'a	gereği	gibi	güvenseydiniz,	(Allah),	kuşları	doyurduğu	gibi	sizi	
de	rızıklandırırdı.	Kuşlar	sabahları	kursakları	boş	olarak	çıktıkları	halde	akşam	
dolu	kursaklarla	dönerler.	”
(Tirmizı	̂ Zühd	33)
Günler	ümitsizlik	kalabalığında	nefessiz	bırakıyor	
insanı.
Günler	sıkış	tıkış	geçtiğimiz,	altından	ateş	akan	bir	
köprü.
Günler	neden	tekrar	eden	hüzün,	ö ke,	kavga.
Günlerin	gölgesini	üstümüzden	kaldırsa	Allah,	kanat	
açsa	Mikâil	ve	göğün	kararsız	griliğini	süpürse…
Gerçekten	çok	yorulduk.
Bazen	bir	saat	bile	güneş	görmeden	yaşıyoruz.
Kendimizden	büyük	bir	el	icat	etmişiz,	sonra	
sokaklar	gibi	uzayan	fabrikasyon	şeritlere	çıkarıp	
koymuşuz	kalbimizi.
Aynadaki	yüzüme	bakıyorum.	Çukurlarına	saklanmış	
bir	çift	göz,	kızarmış	bakışlarda	eskimiş	günler.	Bir	
sürü	kalabalıklar	gözümde.	Kalbimde	bir	yığın	
yılgınlık,	yenilgi,	ürkünç	yalnızlıklar.	Benim	olmayan,	
ait	olmadığım	kalabalıklar.
Rabbim,	şu	sokaktan	dönersem	hiçbir	yerde	
bulamadığım	kendimle	karşılaşır	mıyım?
Yenilmenin	sözlükteki	ilk	anlamını	değiştirebilir	
miyim?
Senin	rahmetle	uzanan	kolların	varken	ben	neden	
kendime	sarılıyorum?
Nedir	beni	Senden	emin	kılamayan?
Bulanık	bir	kuyu	gibi,	kendimi	acılardan	doğurmaya	
çalışmam	neden?
…
Artık	bana	kuşların	her	sabah	boş	olan	kursaklarını	
dolduran	umudu	ver!
Benim	kalbimi	de	doldur!
Kâ i	olsun	bu	artık!
Ne	büyük	kelime:	“Kâ i”
O	denli	büyük	ki,	hangi	durumun	yanındaysa	o	
şekilde	teselli	ediyor	insanı.
Doydum	kâ i…
Dayanamıyorum,	bu	kadar	kâ i…
Sen	gelsen	kâ i...
Sonra	“Allah	bana	kâ i.”	(Tevbe	Sûresi,	129)
Evet,	Allah	kâ i.
Allah	var	ve	bahsin	evvelinin	de	ahirinin	de	bir	önemi	
yok.
Allah	var	ve	iki	cihanı	donatan	yıldızlar	karanlığımıza	
ümit.
Oyleyse	yok	olup	gittiğimiz	bu	karanlık	neyin	nesi?
Bütün	bu	yükselen	karamsarlık	burçları...
Her	yerden	taşan	kıyımlar	nedir?
Iman	ettiğini	söyleyenlerin	elindeki	bu	zarlar	da	ne?
Dizleri	üzerine	eğilmiş	bu	kötülükler,	kimlerin	
önündeki	rızka	doğru	hamle	yapıyor.
Bunun	neresinde	Allah?	Göğsümüz	taş,	çakıldan	mı	
bizim.
Kaskatı	bir	yaşamakla	devrilip	duruyoruz.
Gök	orada,	deniz	orada.		Neden	boğulmaktan	
kurtulamıyoruz?
…
Kuşlara	rızkını	veren	Allah!
Bize	de	bir	ümit	ver.	Kaçır	bizi	ve	bu	körlükten	kurtar,	
uzaklığımızdan	bir	yakınlık	çıkar…
Düşmeyelim.	Toparlayalım	kendimizi…
Ayet	okuyalım,	şarkılara	eşlik	edelim,	ıslık	çalalım	ve	
karanlığa	meydan	okuyalım!
Resim	yapalım;	güneşe,	denize,	aynaya	koşalım	ve	
kendimizi	sevelim!
Geçmeyen	tek	şey,	geçmez	sandığımız	yanılgılar	olsun!
Şimdi	esirgeyen	ve	bağışlayan	isimlerine	kaçalım.
Sen	varsın,	keder	yok	olsun.
Hem	Sana	kavuşana	nasıl	gam	keder	vaki	olsun!
5
Nergihan	Yeşilyurt
nergihanyesilyurt.wordpres.com
zun	 bir	 sokakta	 geçiyor	 bü tü n	 zaman.	
UKoşuşuyoruz.	Ipi	alıp	geliyorlar.	Naylon	ipin	
bir	 yü zü 	 asfaltın	 yü zü nden	 gü neşi	
ayıklarken	 hınçla	 kızların	 ellerinden	 havalanı-
yorum.	 Yüz	 yüze	 durmak	 ne	 demek	 bilmiyoruz.	
Uçmak	var	yalnız	biraz,	defterin	ortasındaki	sayfayı	
koparınca.	 Yahut	 elişi	 dersinden	 kalma	 yağlı	
turuncu	kâğıtlar…
Daha	yere	değmeden	çocuk	ayaklarım,	geriyorlar	
ipi	insanlar.	Tüfenkler	patlatılıyor	tenekeler	içinde.	
Bugün	için	fazla	olan	o	"n"	benim,	savaşlar	içinde,	
ne	 işi	 var	 yine	 de	 orada	 denilen.	 Asker	 abiler	
gülüyor	 ayaklarımıza.	 Ayaklarımızın	 nesi	 var	 ki.	
Gelinciklerden	ayakkabı	yapıyoruz,	güllerden	oje.	
Baloya	 gitmeye	 hazırız	 şimdi	 Allah'ım.	 Yalnız	 bu	
Hızır'ın	 arabası	 nerede	 kaldı,	 dü ştü 	 dü şecek	
gelinciğin	 kalesi.	 Ipi	 alıp	 geliyorlar.	 Ayaklarıma	
karanlık	 iniyor.	 Sultan'ın	 kaldırımlarına	 akşam...	
Gazoz	 içmeyi	 bilmiyoruz	 henüz,	 leblebi	 tozu	 gibi	
uçuşan	 torbacıları.	 Durmadan	 ip	 atlıyoruz.	
Durmadan...
Allı	güllü	kızların	çöp	tenekesine	fırlattığı	son	moda	
kasetlere	 hevesleniyoruz.	 Bizim	 de	 biletlerimiz	
cebimizde.	 Ama	 nerede	 kaldı	 bu	 teslimiyet	
panayırı.	Kırk	bin	rekâtta	bir	selâm,	yine	de	çok	mu	
Allah'ım.	Oyleyse	bana	yeniden	yazılan	kasetler	gibi	
yeni	baştan	aynı	şarkıyı	yazdırma!	Kendimi	çıkarıp	
giyindiğim	kederleri,	ipi	alıp	gelen	kızlarla	bir	güzel	
paketliyoruz.	Ayaklarımı	nereye	bırakayım,	kalbimi	
nereye.	Çünkü	yürünmüyor	ikisiyle	de.	
Çürük	 çıkıyor	 eğilip	 baktığımız	 tezgâhlar.	 Bilmi-
yoruz	 tezgâhların	 da	 büyüyebildiğini;	 ipi	 geriyor	
kızlar,	 hınçlarını	 geriyorlar.	 Ayaklarımı	 gü neşe	
karşı,	asfalta	karşı;	yani	karşı	olmak	için	belki	daha	
o	 zamandan…	 Çü nkü 	 insanlar	 ya	 tezgâhlarının	
altına	iteliyorlar	seni	yahut	da	üzerine	bir	“karşı”	
durmak	 levhası	 çakıyorlar.	 Şimdi	 ben	 nerede	
olduğumu	 söylesem	 oraya	 bir	 yağmur	 yaraşır.	
Ustelik	 çocuklukta	 ne	 lirizmin	 ne	 romantizmin	
esamisi	 yokken	 bana	 bir	 güzel	 delirmek	 yaraşır.	
Birbirinin	 ardı	 sıra	 çakarken	 şimşekler,	 çığlık	
çığlığa	ama	bitmez	bir	sevinçle,	daha	doğrusu	ad	
konulmamış	 bakir	 bir	 sevinçle	 tü m	 zamanlara	
yokluk	doldururum.	Bütün	tezgâhları	yıkacak	işte	
bu	 yağmur.	 Bir	 bütün	 olmak	 kaygısı	 ki	 Allah'ım,	
burayı	 –boş	 bırakılan	 yeri	 yani,	 en	 çok	 anlayan	
isimlerime	 en	 çok	 bilen	 isimlerinle-	 lü tfettiğin	
dualarla	doldur.	
*
Komşuların	 karşılıklı	 balkonlarda	 gerdiği	 ip	 bile	
anlatabilirdi,	ne	yaptığınızı.	Aklın	bir	sürü	korunağı	
var,	 bir	 sürü	 kanunu,	 ilkesi.	 Oysa	 benim	 sadece	
beklemekten	yontulmuş,	yüzüme	çarpan	kapılarım	
var.	Bir	ipi	gererek	aldıkları	mesafeleri	koşarak	ne	
çabuk	yakın	edeceklerini	bilse	insanlar,	yine	böyle	
bir	zaman	karalamaya	devam	ederler	miydi.	Her	bir	
şeyden	 kolaydı	 bir	 gönlü	 almak…	 Yine	 de	 koşup	
sarılmanın	önündeydi	bütün	kıyılar.
Insan	 bir	 çocuğ un	 oyun	 oynarken	 yırtılan	
terliğinden	 nasıl	 içindeki	 çocuğa	 nefes	 aldırmaz.	
Orada	 nasıl	 tek	 kale	 maçlar,	 'kutu	 kutu	 pense'	
bulamaz.	 Taksitler,	 krediler,	 faturalar	 nasıl	
beşkardeşe	 dönüşür.	 Hâlbuki	 bizim	 yalnızca	 bir	
çocukluğumuz	 var	 ve	 o	 gittikçe	 büyüyen	 gelecek	
kaygısının	sırtında	hâlâ.	Gülümsemezsek	hiçbir	şey	
gülmeyecek	besbelli.	
*
Iki	uzun	sokakla	geçiyor	zaman.	Zaman	belli	ki	bir	
sokağın	göbek	adı.	Çünkü	onu	bir	şeye	bitiştirmek	-
dokunabildiğim	 bir	 şeye-	 bir	 teselli	 benim	 için,	
sokak	yok	olsa	zaman	da	yok	olacak	sanki.	Içine	
dö ktü ğü m	 tü m	 keder	 sarhoşlukları	 da	 onunla	
birlikte	 yok	 olacak	 geri	 dönmemek	 ü zere.	 Işte	
aslında	tam	olarak	çocukluk	da	burada	başlıyor:
Kiraz	 ağacından	 göğe	 bakan	 kü skü n	 çocuklara	
dönüyor	 dünya.	 Inşirah	 koydum	 buraya,	 Allah'ım	
çoğalacaksa	 yine	 büyük	 bir	 ağacın	 gölgesi	 olsa	
gerektir.	 Insanı	 'çokbekleyen'	 anlamında	 yarat-
mışsın	belli	ki.	
Apansızın	 sevinsek	 bence	 hiçbir	 şeycik	 olmaz.	
Şimdi	bile…
6
APANSIZ	BIR	ÇOCUK
"Uzaklığı	ölçmeye	geliyorlar
insanlar
iki	kalbin	arasına	gerdikleri	iple”
Hasan	Bozdaş
hasanbozdas.wordpress.com
7
1.	Kitap	Notları
Bir	 şekilde	 bana	 ulaştırılan	 ve	 yazar/şairlerini	
tanımadığım	halde	gıyabımda	'değerli	dostum',	
'kıymetli	 dostum',	 'gö nü l	 dostum'la	 adıma	
imzalanan	 tüm	 kitapların	 (ki	 büyük	 çoğunluğu	
soyadımı	 dahi	 doğru	 yazmadan	 göndermek	
zahmetinde	 bulunmuştur)	 ilk	 sayfalarını	
kopardım,	 henüz	 ne	 yapacağıma	 karar	 vermiş	
değilim,	belki	bir	sergi	açarım,	bilmiyorum.	
Kanaatim;	 insan	 tanışmadığ ı,	 daha	 kö tü sü	
tanımadığı	insanlar	hakkında	böyle	samimi	la lar	
etmemeli.	Bu	tas iyeyi,	kitaplığımı	çeyreği	kadar	
boşaltmam	 izledi,	 okumayacağ ım	 kitapları	
biriktirmeye	 de	 bu	 vesileyle	 ara	 vermiş	
oluyorum.	
Iki	kelimeyi	bir	araya	getirebilir	aslında	insanlar,	
kitap	 satın	 alarak	 değ il,	 satın	 aldıklarını	
okuyarak,	çoğunun	kitaplığı	en	büyüğü,	ne	güzel,	
en	 son	 hangi	 kitabı	 okudunuz,	 kem	 kü m,	
biliyorum	ben	onu…	
Kitap	 konuşurken	 etiketlerinden	 söz	 açmamak	
olmaz.	Sanat	kitaplarının	belki	yüksek	meblağla	
satılmasına	bir	anlam	verilebilir.	Sanat,	şahsına	
aittir,	müstakildir,	paylaşılmak	zorunda	değildir.	
Akademik	 kitapların	 fahiş	 iyatları	 ise	 hiçbir	
evrensel	 değerle	 ö lçü lemez,	 bilgi	 paylaşımı	
muteber	 ve	 zaruridir,	 bilgi	 kimsenin	 kapı	 eşiği	
değildir.	Bu	pasaj,	alınacak	kitaplar	listemdeki	37	
edebi	kitabın	590	lira,	35	politik	kitabın	800	lira	
tutmasını	müteakip	yazılmıştır.	Kapitalizm	ileriki	
paragra larda	yerin	dibine	gireceğinden	şimdilik	
susmak	gerekmiştir.	
2.	Toplantı	Notları
Farkında	olmadan	'Iki	Şiir	Bir	Oykü'	toplantımızı	
gelenekselleştirmiş	olduk.	Alptuğ	Topaktaş(şiir)	
ve	Senem	Gezeroğlu(öykü)	ile	aylardır	süregelen	
bu	 toplantı,	 Senem	 hanımın	 yokluğunda	 Deniz	
Dengiz	Şimşek(öykü)	ile	gerçekleşti.	
Toplantının	 Mayıs	 ayağında,	 genç	 yazarların	
roman	 macerası	 gündemi	 oluşturdu,	 yaklaşık	
beşinci	 dakikada	 ise	 şiirdeki	 tematik	 algılarda	
dolandığımızı	fark	ettik.	
Tü rkiye'de	 ciddi	 oranda	 bir	 roman	 okuru	
var(korkarım,	romancı	sayısı	okur	sayısını	geçmek	
üzeredir),	 çoğunluğu	 popülist	 kitap	 seçen	 bir	
okur	kitlesi.	Korsan	kitapçıların	tezgâhlarındaki	
kitapları	kast	ediyorum,	Türkiye'deki	best	seller	
gündemini	 korsan	 piyasası	 belirliyor,	 tersi	 de	
doğ rudur,	 artık	 insanlar	 kalın	 kitaplar	
okumaktan	korkmuyor,	o	yüzden	genç	yazarların	
teknikten	uzak	kitapları	da	okur	bulabilir.	Nasıl	
anlattığınız	 değil,	 ne	 anlattığınız	 ilgi	 çekiyor.	
Fantastizm	 genç	 kuşağın	 aklını	 çeliyor,	 böyle	
kanlı	 bir	 ortamda	 bile	 Bram	 Stoker	 hala	
okunmuyor,	 nedenini	 anlamakta	 gü çlü k	
çekiyorum.	
Romanı	 editö rden	 geri	 dö nen	 biri	 olarak,	
kendimi	 şanslı	 addediyorum.	 Edebiyatın	
gü nü mü z	 şartlarında	 mektepli	 olması	 gerek,	
niteliksiz	bir	kitap	ileride	her	daim	yolunuza	taş	
koyacaktır.	 	 Onümde,	 kitaplığıma	 alacağım	 ilk	
öykü 	 kitabı	 var	 mesela,	 vaktiyle	 içindeki	 16	
öyküden	 14'ü	 editörden	 geçmemiş,	 şairin	 en	
güvendiği	 şiirin	 yayın	 kurulundan	 geçmemesi	
gibi,	 diğer	 baştan	 savma	 şiir	 ertesi	 sayıda	 yer	
tutuyor.	Kahrolsun	kapitalizm.	
Toplantımızın	naçizane	bildirgesidir:	
Iyi	bir	roman	yazarı,	önemli	klasikleri	okumuş	
olmalı.(Doğru	 yayınevlerindendoğru	 çeviri-
lerle…)	Roman	tekniklerine	hâkim	olunduğunda,	
tahlil	gücü	oluşur	ki	başkalarındaki	eksikler	bu	
şekilde	 sizin	 kitabınızda	 tekrarlanmayabilir.	
Edebiyatta	her	şeyi	yeteneğe	bağlamak	haksızlık	
DURUP	DURURKEN	NOTLAR
olur,	bilgi	çağında	sanat	cahil	bırakılmamalıdır.	
Hayatın	 kendisi	şiirden	daha	 büyüktür,	yazmak	
için	yaşanmamalıdır	'Şair,	önce	hayatın	peşinde	
olmalı.'	 diyor	 Turgut	 Uyar,	 şiiri	 çok	 mu	
abartıyoruz?
Oykünün	şiirden	en	büyük	farkı,	burada	ortaya	
çıkıyor;	 öykü,	 hayattan	 bir	 şeyleri	 koparmaya	
çalışıyor,	şiir	ise	hayatı	baltalıyor.
Para	 kazanmak	 için	 kitap	 çıkarmayı,	 yazmanın	
kutsalına	 hakaret	 olarak	 okuyorum,	 yazmanın	
itibari	değeri	olmalı.	Yazmak	belki	geçindirmeli,	
zenginleştirmemeli.	
Her	kalemin	kendine	has	bir	imzası	vardır	şiirde,	
kokusunu	 hemen	 alırsınız.	 Gerçek	 şiir	 ortaya	
çıktığ ında,	 bu	 kokunun	 kaybolmasına	 izin	
vermeli	miyiz?	Evet,	şiir	teknikler	üstüdür.	Her	
şiire	 göre	 diliniz	 renk	 değiştirmeli.	 Bu	 yüzden	
Ilhan	 Berk,	 'dilin	 sıfıra	 indiğ i	 yer'	 olarak	
tanımlıyor	şiiri.	
Şiir,	 pencerenin	 diğer	 ucundadır,	 manzarada	
değil,	 camdadır.	 Once	 camı	 gö renler,	 Melih	
Cevdet'in	tabiriyle	şiiri	yakalamışlardır.	Deneme,	
öykü,	roman	gibi	nesir	dallarında	ortak	bir	akılın	
abiliği	 varken,	 şiirde	 şiir/şair	 kadar	 poetika	
vardır,	bu	yüzden	şiir	yazılıp	şişeye	konmalı	ve	
suya	 bırakılmalıdır.	 Şiir,	 kendini	 tamamlamış	
duygulardan	 ve	 ikirlerden	 arınmalı,	 yeni	
söyleyişler	yakalamalıdır.	
3.	Hastane	Notları	
(Bu	kısım	az	biraz	şahsidir!)	
60	 gün	 kimileri	 için	 iki	 aylık	 ekmek	 parasıdır,	
benim	için	adliyeden	60	gün	daha	uzak	durmak.	
Durup	 dururken	 elimi	 kırdım,	 45	 gün	 alçıyla	
bekledim,	 60	 gü n	 'avukat	 bey'	 adına	 bir	 şey	
duymadım.
60	 gün	 tefekkür	 edesi	 geliyor	 insanın,	 çilegâh	
bulası…	 Muasır	 dü nyanın	 bö yle	 mabetleri	
kalmadı,	 mesela	 60	 gü n	 boyunca	 tek	 bir	
ziyaretçim	dahi	olmadı,	dostluklar	böyle	günler	
içindir,	 zaten	 sorsalar	 dostluğ umuzun	 tadı	
kaçardı.	
Acının	15.	günü,	kapı	üstüme	kitlendi,	dördü	iri	
yarı	 beş	 beyaz	 önlüklü	 adam,	 ki	 dördünün	 işi	
kemik	 kırmaktır,	 üstüme	 çullandılar,	 elimdeki	
şiiri	kırdılar,	sonra	yerine	taktılar	mı	bilmiyorum,	
o	ara	ölmek	acayip	realist	geliyor	insana,	sonra	
insanın	 aramaya	 cesaret	 edebileceğ i	 kimse	
olmaması	 ne	 kö tü ,	 o	 yü zden	 hastane	
koridorlarının	 şiiri	 bitmiştir.	 Zaten	 hepimiz	
kanseriz,	 üstümüze	 kusuyoruz,	 o	 yüzden	 artık	
hastaneleri	edebiyata	katmıyoruz.	Atom	çağının	
şiirleri	 klavyeden	 yazılır.	 Insan,	 kalemi	
tutamayınca	bırakıp	gitmek	istiyor	burayı.
Sağ	 elimi	 göğsüme,	 şiirimi	 cebime	 aldım,	 eve	
gittim.	 60	 gü n,	 elimi	 elime	 sü rmedim,	 kitap	
okumadım,	 televizyon	 izledim,	 uyudum,	 yemek	
yedim,	çok	yedim,	Iran	sinemasını	bitirdim,	bazen	
balkona	çıktım,	uçaklar	yaklaştı	ben	izledim,	yine	
yemek	 yedim,	 arıları	 gördüğüm	 yerde	 terlikle	
ezdim,	 daha	 çok	 yemek	 yedim,	 daha	 uzun	
uyudum,	 insanlar	 nasıl	 böyle	 yaşayabiliyor,	 ne	
gü zel	 yaşanıyormuş	 oysa,	 bü tü n	 kaygılarını	
aldırabilse	keşke	insan,	mesele	tek	dünya	barışı	
istesek,	şurda	güneşe	ne	kaldı	desek,	öyle	ölsek…	
Sırf	acım	vardı	diye	60	gün	şiirden	uzak	durdum.	
Acı….	Acı….	diye	yalvarmayı	sevmiyorum	yazmak	
için,	 şiirin	 gelmesini	 olgunlukla	 karşılıyorum,	
yeni	 bir	 şiire	 başlamak	 için	 acıyı	 beklemek	
zorunda	 kalanların	 bu	 işle	 bir	 alakaları	
kalmamalıdır,	 kişisel	 görüşümdür:	 	 Mazoşizm,	
şairler	için	bir	modern	dünya	mezhebidir	ve	şiirin	
meşrebinde	böyle	bir	maraza	yer	yoktur.	
Söyleyeceklerim	 tas	 tamamdır,	 farkında	 mıyız	
bilmiyorum	ama	belki	bize	nazar	değmiştir,	belki	
pili	bitmiştir	insanlığımızın,	gidip	yenisini	alalım.	
Sağ	elim	olur	musun	şiir?
8
Adige	Batur
adigebatur.wordpress.com
9
Gökyüzü	maviydi		aslında
Isık	gölde	bir	kırgız	çocuk,	yanakları	al,	başında	gök.
Bir	nefes	özgür,	şükür.	Bir	nefes	daha,	hayattayız.	Hava	gibi	aziz.
Teslim	olan	Rasko'nun	vicdanı	gibi	bulutlar.	Pamuk	şekeri.	Iç	içe	duygular.	Sarsak.
Masal	anlatan	dede,	başını	kaldırır.	Zümrüdüanka.	Tahammül	yedi	başlı	ejderha.
Tanrı	gökte	oturur.	Han	soyundan	uludur.	Yedinci	kat.	Altın	taht.	Tanrı	da	Allah'ın	kuludur.
Babil'in	kuleleri	göğe	yakın,	içten	dar.	Kumdan	bir	nefes	kadar,	şükürsüz	kalan	ömrü.	Rüzgar	kadar	temelsiz,	
insan	kadar	ölümlü.
O	baltayı	gömseydi,	şeytan	da	susacaktı.	Kaç	ruble	ederdi	Petersburg'da	bir	cadı.	Rasko	uykuya	dalsa	vicdanı	
uyumazdı.
Bir	ormana	sığınan	üç	adamı	kurt	kaptı.	Karanlıklar	ülkesi.	Son	perinin	rüyası.	Dede	anlattıkça	anlattı.
	
Gökyüzü	siyahtı	aslında
Tüm	renkler	yalandı,	yalandı	kaygısız	olduğum	yalan.	Cahit	Sıtkı	ölümlüydü	her	zaman.
Kaldırımlar	her	daim	ıslaktı	evlerinde,	evleri	kırk	odalıydı,	kırk	odada	kırk	yatak,	dede	bu	masalı	uzattıkça	
uzattı.	
Baykonur'da	toprak	sert,	kurak.	Yağız	at.	Elveda	Gülsarı.	Aytmatov'un	rüyasında	dişi	kurt.
Sonya'nın	kirli	ve	bahtsız	yorgunluğu,	aşık	olamayacak	kadar	siyah;	Rasko,	geri	dönemeyecek	kadar	kürek	
mahkumu.
Ziggurat'ta	üç	dilli	bir	rahip,	bin	tanrıyla	dolaşıyor	aklında,	hiçbirinin	diğerinden	haberi	yok.
Karanlık	ülke	gerçek	şimdi,	buz	dağından	Kaf	dağı.	Yaşadığımız	masal.Ve	tüm	masallar	gerçek
Cahit	Sıtkı	ölecek.	Affan	Dede	gömecek	onu.	Uyudun,	uyanmadın	olacak.
Tanrı'nın	adı	Kayra	Han.	Bilge	Kağan		"Tengri	teg	tengride	bolmuş,".	
Ah,	Kutalmış'ın	oğlu	Süleyman.	Çektiği,	babasından	yadigar.	Ekşi	koruğun	tadı		oğula	miras.
Rasko,	acep	ormancı	mı	olsaydı.
	
Gökyüzü	kızıldı	aslında
Gün	batıyordu.	Ağır	ağır	çıkıyorduk	bu	merdivenlerden.	Usküdar'ın	camları	yanıyordu.
Ahmet	Haşim,	Bağdat	gibi	güzel	asında.	Bir	iftira	kalmıştı	üzerinde.	Babil,	Bağdat'ın	yanı	başında.
Rasko'yu	bir	başına	bırakmalıydık,		kırmızı	kiremitleri	olan	bir	evde.	Olüm	Allah'ın	emri,	cinayet	olmasaydı.	
Babil'in	tanrıçası,	erkek	peşinde	koşmuş,	yalan	değil	doğrudur,	ben	de	gördüm	tozunu.	
Asel'in	hikayesi	bir	kamyon	arkasında.	Tiyanşan	Dağları.	Selvi	boylu.	Al	yazmalı.	
Dedenin	masalı	bitti	en	sonunda.	Sultan	Ahmet'te	ikindi	namazına	müteakip.	Aziz	Allah.
Yaş	otuz	beş,	yolun	yarısı	etmiyormuş.	Cahit	Abi	herkesten	gizlemiş	hakikati.	Haydi	Abbas.
	
Gökyüzünün	rengi	yoktur	aslında
Kesin	bilgi.	Yayalım.	Bir	ağaç	gibi	hür,	bir	orman	gibi	kardeşçesine.	
Ah	Nazım.	Sen	bir	ceviz	ağacısın	şimdi,	gezi	parkında.	
Masal	bitti	ama	gökten	üç	kapsül	düştü	bu	defa,	insan	başına.	
Yahut	Ka ka	bir	böcek	olunca.	Yumuşak	karnına	saplanan	elma.	Kapsül.	Devrim	masal,	ölüm	hakikat.
Bir	Şaman,	duasında	yeryüzüyle	konuştu.	Su	içtiği	tas	ona	merhaba	dedi.
Hızır	iyi	saklanmış,	ölüm	onu	bulamaz.	Tayyi	zaman.	Iza iyet.	Anştayn	on	bir	saat	uyurdu.
Bozkırda	bir	gül	açtı,	çekik	gözlü	yaşamak.
	Yer	kızıl,	gök	mavi.	Güzel	Türkistan	sana	ne	oldu.
Çobanyıldızı.	Süleyman	Çolpan.	Bir	ekim	sabahı	asıldı.
Haberin	var	mı?
OLUM	ALLAH’IN	EMRI	CINAYET	OLMASAYDI
Fikret,	nazmı	nesre	yaklaştırmış;	haberin	var	mı?
Gülnaz	Eliaçık
fecirvakti.desenblog.com
Cennetten	Bir	Elma	Düşer	Dünyaya	:1905
Yirmi	beş	kasım	bin	dokuz	yüz		beş.	Muhtemel	bir	
cumartesi	sabahı,	gecesi	ya	da	öğleni	kim	bilir,	kim	
bilebilir	varlığına	ol	diyenden	başka,	annesi,	belki	
bir	 de	 annesi	 bilir.	 Bilsin.	 	 Fatma	 Meliha	 Hanım	
bilmeli	 onu,	 kalbinin	 ciğer	 paresi	 çünkü	 Miralay	
Ismail	Hakkı	Bey	de	bilsin,	göz	nuru	bir	kandil	daha	
yandı	muhtemel	cumartesi	sabahı!		Bildiklerimizin	
uzağına	 düştüğümüz	 şu	 anlarda	 bilmediklerimiz	
cennet	 olup	 kalbimizde	 zuhur	 eder	 belki.		
Bilmediklerimizi	bildiklerimize	bölsek	kalansız	bir	
yaşama	sevinci	elde	edebilir	miyiz	acaba?	Bunu	da	
kimse	bilemez!	Bilmesin.	
Kalbine	hasret	gömülü	doğan	bir	çocuk	o,	gönlünü	
han	yapıp	hancılığa	talip	olan	bir	hasretzede.	Tüm	
mü mkü nlerin	 idrakinde	 el	 ele	 tutuştuğ u,	
konuşurken	ve	susarken	mütemadiyen	yorulan	bir	
çocuk	o!
Kulağına	ezanı	kim	okudu	acaba	küçük	Samihâ'nın,	
ismini	 kim	 devşirdi	 dudağından	 kalbine,	 bu	 da	
dursun	 bilinmezler	 arasında.	 Adın	 ay	 gibi,	 adın	
güneş,	 adın	 bir	 iklimin,	 dört	 mevsimde	 bir	 gelen	
baharın	 muştusu	 gibi,	 gelecek	 hayatındaki	
mütefekkir	 rolünün	 giydirildiği	 gün	 senin	 adın!	
Anlamı	neydi	sahi	Samihâ'nın?	Eli	açık,	cömert	diyor	
lü gatler	 desinler,	 doğ ru	 sö ylediklerini	 onlar	
nereden	 bilirler?	 Bilmezler,	 olsun,	 bunu	 da	
bilmesinler!
Doğan	her	çocuk	gibi	küçük	Sâmiha'da	büyümeye	
hevesli,	 elleri	 kalem	 tutacak	 mesela,	 bir	 dergâhın	
tozunu	 yutacak,	 aklına	 sinmiş	 dünya	 çamurunu	
kalbinin	musluklarında	yıkayıp	paklayacak,	zaman	
onun	da	saçlarını	tutam	tutam	aklayacak!	
Duvarların	 sesi	 çok,	 uyku	 yok	 gözlerimde:	
Şehzadebaşı	Konağı
Sesler…	 Sesler	 biliyorum	 kalbimde	 birikip	 dilime	
dolan,	 sesler	 biliyorum	 kulaklarımdan	 gönlü me	
akan.	 	Bir	buçuk	yaşında	bir	çocuk	neden	uyumak	
istemez	 diye	 soruyorum	 kendime,	 uyuyarak	
büyüyenlerdendim	 ben	 de.	 	 Uyusun	 da	 büyüsün	
masallarının	 ortasında	 yaralarımızı	 emziriyorduk	
uykuyla	uyanıklık	arası	belki,	siz	sahi,	siz	bir	buçuk	
yaşında	 hangi	 yaranın	 geliniydiniz	 de,	 uyku	
tutmuyordu	 gö zlerinizi?	 Derdiniz	 neydi?	 Bir	
çocuğun	oyundan	gayrı	ne	derdi	olabilirdi?	Fazlaca	
soru	kovalıyor	aklım	küçük	ölüm	söz	konusu	olunca,	
hem	gündüz	uykusunu	ben	de	hiç	sevmedim!
Uyumadınız.	 Şehzadebaşı	 Konağı	 ahalisi	 ne	 yapsa	
uyutamadı	 sizi,	 mü temadiyen	 çevrenize	 anlar	
gö zlerle	 baktınız,	 dinlediniz.	 Sahi,	 kalbinizle	
dinlemeyi	o	yaşta	mı	öğrendiniz?	
Fatma	Meliha	Hanım'ın	ninnileri,	biliyorum	ki	ahret	
kulağınızda	hâlâ.	O	ninnilerin	manasını	kavramak	
idrakinizin	 ilk	 dü şü nce	 mayalanmasıydı.	 Nasıl	
anlatıyordunuz	 bunu:	 “Adeta	 ilahi	 bir	 zevkle	
dinlediğim	ninni	–	kov	bostancı	danayı	yemesin	
lahanayı-	derken	bostancının	danayı	çitten	mi	
yoksa	kapıdan	mı	kovaladığını	düşünüyordum.	
Yahut	aynı	sesler	elma	yanaklı	bebek	ninnisini	
söylerken	 bebeğin	 yanağının	 elmaya	
benzediğini	değil	de,	elmadan	bir	yanağın	nasıl	
1	
olabileceğini	kendime	soruyordum.”
Kalenderhâ ne	 mahallesindeki	 Şehzadebaşı	
Konağı'nın	yüksek	tavanları	anlatsa	keşke	sizi	bize,	
sahi	duruyor	mudur	konak	yerinde,	yoksa	çoktan	
başımıza	tavanı	düşecek	evlerin	himayesine	mi	terk	
etti	yerini?	 	Oysa	o	mahalleden	kimler	gelip	geçti:	
Viyana	Se iri	Galip	Bey,	Evrenoszade	Şehine	Hanım,	
Selehaddin	 Molla,	 Şam	 Valisi	 Naşit	 Paşa,	 dedeniz	
Hilmi	Bey'in	kardeşi	Meclis-i	Maliye	Reisi	Ibrahim	
Efendi…	Ev	dolu,	mahalle	dolu,	insanlar	bunca	dolu	
iken,	 sizin	 kalbinizin	 ve	 dimağ ınızın	 boş	
kalabilmesini	 dü şlemek	 ne	 mü mkü n!	 Ancak	
biliyorum	ki	çocukluğunuzun	birlikte	geçtiği	bunca	
nitelikli	 insandan	 ziyade,	 doğ umunuzda	 sol	
köşenize	iliştirilen	ve	dünyadaki	en	kıymetli	insan	
süsü	olan	kalp,	Rahman'ın	sofrasında	muhakkak	ak	
bir	 bulut	 huzmesiyle	 yunmuştu.	 Böyle	 inanmak	
istiyorum	ve	dahi	inanıyorum	da!	
BIR	KALP	SEYYAHI:	
SAMIHA	AYVERDI
10
Kalabalık	bir	senfoni,	eve	sürekli	gelip	giden	sıfatları	
ve	 rütbeleri	 dolgun	 insanlar…	 Küçük	 Samihâ'nın	
kulakları	 hep	 kabarık	 büyüklerin	 sözlerine,	 kalbi	
hep	 açık	 Rahmetin	 divanına…	 Böyle	 işte	 zaten	
çocukluk	 dediğimiz	 mesele;	 “	 Çocukluğunu	 en	
küçük	yaşından	itibaren	hatırlar	olmak	iddiası	
2
hakikat	sanılan	masum	bir	vehimden	ibarettir”
Küçük	Samihâ'nın	zeka	ışığına	annesi	ve	babası	birer	
kandil	 yakıp	 bırakmıştı	 muhakkak	 ama	 en	 çok	
anneannesi	 Halet	 Hanım'dan	 yü k	 devşirmişti	
dimağına,	kalbine,	sözüne…	Iyi	ki	vardı	Halet	Hanım.	
Di'li	geçmiş	bir	zamanın	cümlelerini	yazıyor	olmak	
kalbimi	 yoruyor	 aslında,	 o	 yüzden	 düzeltiyorum	
cümlemi;	iyi	ki	var	Halet	Hanım!	Ne	çok	seviyordu	
sizi,	bir	kuğunun	suya	olan	muhabbeti,	bir	serçenin	
bahar	dalına	olan	sevgisi	gibi…	Ya	babanız,	oğluna	
olan	sınırlı	yakınlığını	sizden	mi	çıkarıyordu	acaba?	
Sizi	 şımartmak;	 Ismail	 Hakkı	 Bey'in	 sınırları	 ihlal	
edişi,	 kalbini	 kafesinden	 öteye	 bırakışı…	 Babanız	
akıp	 giden	 bir	 nehirdi	 sanki	 yatağ ını	 siz	 de	
buluyordu,	sizden	akıp	gidiyordu	merhametin	diğer	
adına.	Ne	güzel	babaydı	Ismail	Hakkı	Bey,	dedeniz	
Hilmi	 Bey	 sonra…	 Ağ abeyiniz	 Ekrem	 Hakkı,	
babanızın	 kendisine	 olan	 uzaklığ ını	 sizde	
çiğ neyişine	 alındı	 mı	 acaba?	 Alınmamıştır	
biliyorum,	o	da	çok	sevdi	zira	sizi…		Şımardınız	mı	
bunca	 sevgiyle,	 annenizin	 buğulu	 bakışlarıyla	
karşılaşıp	gözlerinizi	hiç	kaçırdınız	mı	mesela?	Bazı	
çocuklar	 ileriki	 yaşlarının	 alametini	 gö zlerine	
yüklüyordu,	bir	oyuncağın	yok	oluşuna	ağlamıyordu	
aslında	 çocuk,	 gelmemiş	 bir	 vaktin	 hezeyanına	
teslim	 oluyordu	 o	 kadar!	 Sonra	 sö zlerine	
yü klüyorlardı,	 büyü mü şte	 kü çü lmü ş	 diyorlardı	
adımıza,	 öyle	 değildi	 halbuki	 sözler	 bir	 yara	 gibi	
batıyordu	 çocukken	 de	 içimize,	 kabuğumuzun	
sertliği	bundandı	belki.	Sert	miydi	sizinde	dışa	açılan	
çocukluk	 pencerenizin	 pervazı,	 sessiz	 miydi	
yazdıklarınız	 kadar?	 Çocukluğ unuzda	 bir	 şey	
bulamıyorum	Samiha	Anne,	kendi	çocukluğumu	mu	
arıyorum	bilmiyorum,	olmayacak	duayı	aminlemek	
düşüyor	aklıma,	utanıyorum!
Nizâmın	 Kalbi	 Halet	 Hanım'da	 Atar	 Ritmini	
Samiha	Ayverdi	Alır
Eski	 Istanbul	 gravü rlerine	 bakıyorum,	 Galata	
Kulesi'nin	 gö lgesinde	 aheste	 yü rü yen	 çarşa lı	
hanımların	 zarafeti,	 peçeleri,	 şemsiyeleri…	 Birkaç	
yüz	 yıl	 geç	 doğmuş	 olmanın	 hayı lanması	 kalbimi	
yoruyor	yine,	hiç	birimizde	yok	o	zarafetin	gölgesi	
sanki	 hepimiz	 bir	 örnek	 geziyor	 ve	 birbirimizin	
nizamını	 kopya	 ediyoruz	 o	 kadar!	 Ya	 siz?	
Anneanneniz	 Halet	 Hanım'ın	 Sultan	 Aziz'in	 kızı	
Saliha	Sultan'ın	sarayına	davet	edildiği	günü	dün	gibi	
tutuyorsunuz	hatırınızda	değil	mi?	Halet	Hanım'ın	
çengelli	iğnelerle	elbisesinin	kuyruğunu	toplayışını,	
3
üzerine	çarşafını	giyip,	arabaya	binişini…	 	Aklınız	
anneannenizin	 gö lgesinde	 biliyorum,	 dolabınız	
onun	 ki	 gibi	 lavanta	 ve	 gü lü n	 muhabbetine	 mi	
teslim?	 Çocukluk	 yıllarınızda	 anneannenizden	
aldığınız	 nizam	 hayatınızın	 her	 alanında	 ritmini	
koruyarak	 bir	 şü kü r	 vesilesi	 oldu	 dilinize.	 Her	
insanın	 bir	 şü kü r	 vesilesi	 olmalı	 nihayetinde.	
Gö rü nenin	 dü zeni	 gö rü nmeyenin	 iç	 tü zü ğü nü	
hissettirmeli	 kalbe…	 Masam	 fazla	 dağınık	 Sâmiha	
Anne!	 Benim	 nizamıma	 kim	 vesile	 olacak	 acaba?	
Kalbim?	Kalbime	ke il	değilim,	hem	de	hiç	değilim!
Hangi	eşyanız	nerede	iyi	bilirdiniz,	çünkü	kalbinizin	
keş iyle	 rızıklandırılmış	 bir	 ruh	 taşıyordunuz	
suretinizde.		Tarif	ile	elle	konulmuş	gibi	bulunan	her	
eşya	 nasıl	 ö zendiriyor	 beni	 bir	 bilseniz.	 Keşke	
diyorum	 kalbimin	 yerini	 tarif	 etseniz?	 Bitse	 bu	
aramak	 hali,	 bulmak	 vuslatıyla	 karşılaşsam	 artık	
kurduğum	 cümlelerin	 birinde.	 Kaybedip	 kaybedip	
bulmasam	 kendimi	 bunca,	 bulduğ umu	 tekrar	
kaybetmesem	 sonra,	 bir	 parça	 istikrar,	 bir	 parça	
merhamet	 devşirsem	 içinizden	 içime…	 Çok	 şey	
istiyorum	değil	mi,	olmayacak	şeyler	değil	ama!	Bu	
da	 benim	 küçüklük	 hastalığım	 mesela,	 olmayacak	
hiçbir	 şeyi	 istememeyi	 öğrendim	 ben.	 Belki	 de	
olması	için	kati	suretle	istemek	gerekti!	Sizin	gibi…
Meşrutiyette	Ölüm	Tutulması:	1909
Aynalar	 gelip	 geçiyor,	 aynalar	 tarihin	 izbesinde,	
kulak	 misa irliğinizi,	 göz	 aşinalığınızı	 temrinliyor.	
Siz	Osmanlının	son	dönem	çocuklarındansınız,	bu	
yüzden	 tarih	 saçlarınızda	 konaklıyor.	 1909	 yılının	
kışında	 çok	 üşüdünüz	 mü	 sahi,	 henüz	 dört	 buçuk	
yaşında	 bir	 çocuk	 olarak	 meşrutiyet	 dedikleri	
iktidar	 gözcüsü	 hareket,	 evinizde	 nasıl	 rüzgârlar	
estirdi?	 O	 zaman	 da	 kardeşler	 birbirine	 siyaseten	
kırdırılıyordu	değil	mi?	Hâlâ	böyle	buralar	Sâmiha	
Anne,	31	Mart	vakasından	bu	yana	ülkede	pek	bir	
şey	değişmedi	aslında!	
Aklınızda	 kalan	 o	 konuşma,	 babanızın	 “asmaya	
götürüyorlar”	 deyişi	 ve	 ilk	 kez	 öldürmek	 ve	 ölüm	
ü zerine	 mü lahazalara	 girişmeniz	 kalbinizle,	 o	
zaman	 çocuklar	 ne	 çabuk	 büyüyordu,	 sizin	 gibi.		
Olü m	 vardı	 ve	 haktı	 amenna!	 Ama	 öldü rmek…	
Oldürmek	niye	vardı	bunu	anlamak	güçtü,	hâlâ	güç!	
11
Yok	etmek	daha	doğrusu	yok	ettiğini	sanmak	bir	
çözümün	ucundan	kıyısından	toplanmış	hali	miydi,	
inanmıyorum	 buna!	 Oldü rmek	 insanın	 kalbini	
içinden	kapı	dışarı	etmesi	gibi,	öldürmek	hesabı	güç	
bir	işlemi	amel	defterine	kaydetmek	gibi…
Hayatınızdan	bir	ölüm	daha	geçmişti	değil	mi,	Hak	
eliyle	dedenizin	ölümü	girmişti	evinize.	Dedenizin	
uyuduğu	 karyola	 yoktu	 yerinde	 hani,	 yokluk	 göz	
bebeklerinize	 bağdaş	 kurmuştu,	 sormamıştınız	
kimseye,	anlamıştınız.	Olüm,	mealini	geride	bırakan	
bir	 cümle	 gibiydi,	 gözleriniz	 tefsirini	 yapmakta	
gecikmemişti.	Hilmi	Bey	yoktu	ve	hayat	çok	daha	
zordu.	Asılacak	olanlarsa	yok	olmaktan	ziyade	yok	
ediliyorlardı.	 	14	Mayıs'tı,	tarihin	bir	eksiği	kadar	
kişi	 Divan-ı	 Harb'ten	 ölüm	 mazbatasını	 almıştı.		
Idam	 sehpaları	 kaynıyordu	 Istanbul'un	 dört	 bir	
yanı;	 Ayasofya	 Meydanı,	 Sultanahmet	 	 Adliyesi,	
Beyazıt	 Meydanı,	 Beşiktaş…	 Her	 yer	 ö lü m	
kokuyordu	o	sabah.	Abdulhamit	düşmüştü,	yönetim	
el	değiştirmişti.	Hareket	ordusu	31	Mart	vakasının	
tozunu	 alıyor,	 Mustafa	 Kemal	 tarih	 aynasına	
çıkıyordu.	 Peki	 ya	 siz,	 çocukluk	 düşlerinizi	 hangi	
yastığın	altına	emanet	edip,	dilinize	oturan	bu	ağrılı	
tarih	 sahnelerini	 ,	 aklınıza	 kaçıncı	 hü znü nü zle	
kaydediyordunuz?	 Olü mü 	 sevmiyordunuz	 bu	
kesindi,	 ne	 yani	 tüm	 sevdikleriniz	 ölecek	 miydi	
şimdi?
Bu	ağrılı	yaşamak	düşlerinin	üzerinden	bir	yirmi	yıl	
geçince	 aklınız	 bu	 anlara	 kalbinizi	 devşirince	 şu	
cü mleler	 dö kü lecekti	 içinizden:	 “	 Nefsani	 ve	
şeytani	 ağırlıklarından	 boşalmış	 olanlar	 için	
yok	 olmak	 diye	 bir	 azaplı	 ga lete	 düşmeklik	
4
olmadığını	öğrenmiştim”
Biliyordunuz	 artık	 ölmek	 yok	 olmaktan	 ziyade	
yeniden	 doğuşun	 resmi,	 kabir	 bir	 ana	 rahmiydi	
aslında.	Ama	öldürmek	eminim	ki	yirmi	yıl	sonra	
bile	içinize	sinmedi,	hiç	sinmedi	hem	de!
Kağıt	ve	Kalem	Seferinde	İlk	Yolculuk:	Mahalle	
Mektebi
Gökyüzü	 ve	 yeryüzü;	 geceyle	 gündüzü	 birbirine	
yamayan	 iki	 iğne,	 iki	 iplik,	 iki	 can…	 Arasında	 siz	
varsınız	 ve	 herkes	 ikisinin	 arasında	 ulanmış	 bir	
yıldız	 grubu	 olarak	 bekliyor	 kaymayı.	 Kaymak	
diyorum,	yol	almak	biraz,	öyle	değil	mi	sahi,	hepimiz	
bir	 şeylerin	 sonuna	 doğru	 yol	 almıyor	 muyuz?	
Sonlar	başlangıçların	ulağı	değil	midir?	Mesela	siz,	
kalem	ve	kâğıda	güzel	Zarife'nin	bilgeliğinden	yol	
almıştınız.
Henüz	 beş	 yaşındaydınız,	 öyle	 ele	 avuca	 sığmaz	
afacan	 bir	 çocukta	 değildiniz	 ü stelik	 anne	 ve	
babanız	 sizi	 niye	 bu	 kadar	 erken	 mektebe	
gönderme	gereği	duydu	bilmiyorum.	Belki	de	atiyi	
güzel	gören	gözlere	sahipti	ikisi	de!	Onların	niyeti	
kulaklarınız	 doysundu	 lakin	 siz	 yetinmediniz.	
Kulaklarınızın	ağırladıklarını,	idrakiniz	iğdiş	etmeli	
ve	kalbiniz	hazmetmeliydi,	bunun	tek	yolu	küçük	
ellerinizin	kalem	tutması,	elif	be'nin	kağıt	üzerinde	
harf	nöbeti	tutmasıydı.		Zarife'nin	defteri	ve	kalemi	
ilham	 oldu	 bugü nü nü ze,	 kulaklarım	 yetmiyor	
dediniz,	yetmiyor	kulaklarım,	yazmalıyım!
Mahalle	 Mektebinin	 Hocası	 Yusuf	 kıssasını	
anlatmıştı	 hani	 de,	 içlenmiştiniz	 Yusuf'u	 kuyuya	
atan	 kardeşlerine.	 Ağabeyiniz	 Ekrem	 Hakkı	 Bey	
gelmişti	 belki	 de	 aklınıza	 o	 kendini	 kuyuya	 atar	
imkânı	yok	vermezdi	sizi	o	kör	kuyuya,	öyle	severdi	
kız	kardeşini	çünkü	öyle	muhabbetle	ve	sahiplikle…
Mektep	 Hocasının	 sözleri	 kulaklarınızdan	 geçip	
temiz	 aklınızda	 kayda	 alınmıştı	 da	 eve	 neşeyle	
geldiğiniz	 o	 gün	 dilinizden	 Ismail	 Hakkı	 Bey'in	
kulaklarına	yol	almıştı.	Beş	yaşında	bir	çocuk	olarak	
ne	 demiştiniz	 sahi?	 	 Küçük	 bir	 çağlayan	 sesi:	 “El	
5	
kü frü 	 milletin	 vahide” diye	 dalgalanmıştı	 evin	
	
içinde. Babanız	bu	sözün	ardından	dudaklarındaki	
muhabbet	 ateşini	 yanaklarınızda	 akan	 ırmakta	
sö ndü rmü ştü .	 Siz	 onun	 istikbalinin	 yegâ ne	
direğiydiniz	ve	hayalleri	hiç	boşa	değildi!	
1
Bir	Dünyadan	Bir	Dünyaya-Syf.3,1974
2
	Bir	Dünyadan	Bir	Dünyaya	Syf.1	1974
3
-Ratibe	Syf.55	1.	Baskı	2002
4
Ah	Tuna	Vah	Tuna-Syf.130-3.baskı-2014
5
Kâ irler	bir	milletir.
6
	Maveradan	Gelen	Ses-Hicran	Göze
12
BU	AYIN	FAKIRIHazırlayan:	Abdulkadir	Ustündağ
Mihail	Yuryeviç	Lermontov
15	Ekim	1814	yılında	Iskoç	kökenli	soylu	bir	
ailenin	çocuğu	olarak	Moskova'da	dünyaya	gelir.	
Lermantov,	 annesini	 kü çü k	 yaşta	 kaybetmesi	
ü zerine	 bakımını	 ve	 eğ itimini	 ü zerine	 alan	
anneannesiyle	birlikte	Penza	eyaletinin	Tarhanı	
kasabasına	yerleşir.	Daha	sonra	tekrar	eğitimi	için	
anneannesiyle	 birlikte	 Moskova'ya	 yerleşir.	
Burada	 soylu	 çocuklarının	 okuduğu	 yatılı	 bir	
okula	 kaydını	 yaptırır.	 Byron	 ve	 Puşkin	
romantizmin	etkileri	görülen	ilk	şiirlerini	burada	
yazar.	
1830	yılında	Moskova	üniversitesine	kaydını	
yapan	 Lermantov,	 burada	 geçirdiği	 iki	 yılın	
s o n u n d a 	 ü n ive r s i te d e k i 	 p ro fe s ö r 	 i l e	
tartışmasından	dolayı	üniversiteyi	terk	eder.	St.	
Petersburg'a	 yerleşen	 Lermantov	 1832	 yılında	
harp	 okuluna	 kaydını	 yapar.	 Lermantov	 harp	
okulundan	üst	teğmen	olarak	mezun	olur.	Aykırı	
bir	kişilik	olan	Lermantov	çevresi	ile	sürekli	bir	
sorun	 yaşar.	 Dö nemin	 ö zgü rlü kçü 	 Fransız	
akımlarından	 etkilenen	 Lermantov,	 mutlak	
monarşinin	 sınırsız	 yetkilerinin	 anayasa	 ile	
sınırlandırılması	gerektiğine	inanıyordu.	Edebi	ve	
yaşam	 felsefesi	 olarak	 birebir	 örnek	 aldığı	 ve	
üstadı	olarak	gördüğü	Puşkin'in	1837	yılında	bir	
düello	ile	ölmesi,	Lermantov'u	derinden	etkiler.	
Puşkin'in	 ölümü	 üzerine	 kaleme	 aldığı	 “Şairin	
Olümü”	şiiri	büyük	bir	yankı	uyandırır.	Puşkin'in	
ölü mü nü 	 Çar'ın	 baskıcı	 rejiminin	 bir	 sonucu	
olarak	 gö ren	 Lermantov,	 bunun	 bir	 cinayet	
olduğunu	 ve	 tek	 sorumlusunun	 Çar	 yönetimi	
olduğuna	 inanır.	 Bu	 dü şü ncelerinden	 dolayı	
tutuklanarak	Ka kasya'ya	sürgüne	gönderilir.	
Lermantov	için	hayatının	dönüm	noktası	olur	
bu	 sürgün.	 Burada	 etkileşime	girdiği	kahraman	
Ka kas	 halklarının	 cesaretini,	 kahramanlıklarını	
ve	doğasını	konu	alan	şiirler	yazar.	Kısa	sürede	
cesareti	ile	Ka kas	halklarının	sevgisini	kazanır.	
Unlü	çeçen	lider	Dudayev	onun	için:	“Atı	ile	tek	
başına	 Ka kas	 direniş	 ordusunun	 ü zerine	
sü rdü ğ ü nde,	 Ka kas	 direnişçiler	 onun	 bu	
cesaretinden	 dolayı	 kenara	 çekilerek	 onu	
vurmazlardı.	 Ka kas	 direnişçilerin	 bu	 onurlu	
duruşunu	 gö ren	 Lermantov	 ise	 onlara	
hayranlığını	yazdığı	şiirlerle	ifade	ediyordu.”
	“ve	vahşidir	bu	vadinin	kavimleri	…
onların	tanrıları	özgürlük,
yasaları	savaştır…
orada	düşman	yok	etmek	suç	değildir	.
ama	daha	gerçeği	intikamdır	.
orada	iyiliğe	iyilikle,
kana	kanla	karşılık	verilir…
ve	nefrette	aşk	gibi	ebedidir	…”
Lermantov	 bir	 yıllık	 sü rgü nden	 sonra	 St.	
Petersburg'a	 tekrar	 dö ner.	 St.	 Petersburg'da	
yazdığı	“Çağımızın	Bir	Kahramanı”	adlı	romanıyla	
büyük	 bir	 beğeni	 toplar.	 St.	 Petersburg'da	 kısa	
sürede	 dönemin	 parlak	 edebiyatçıları	 arasına	
girer.	Şiirleri	edebiyat	çevrelerinde	çok	beğenilen	
Lermantov'a	 Puşkin'in	 ardılı	 gözüyle	 bakılmaya	
başlanır.	
Aykırı	 ve	 özgürlük	 arayan	 kimliğinden	 ötürü	
burada	da	sorunlar	yaşanayan	Lermantov,	Fransız	
diplomatın	 oğlu	 ile	 girdiği	 dü ello	 sonucunda	
tutuklanır.	 Bunu	 bir	 bahane	 olarak	 gören	 Çar	
yö netimi	 Lermantov'u	 tekrardan	 sü rgü ne	
gönderir.	Sürgün	yolunda	hastalanan	Lermantov	
dinlenmek	 için	 mola	 verdikleri	 handa	 bulunan	
emekli	bir	binbaşı	ile	girdiği	düello	sonuncunda	
yaşamanı	 yitirir.	 Lermantov'un	 ölümü	 Rusya'da	
özgürlükçü	kesim	tarafından	büyük	bir	üzüntüye	
neden	olur.	Lermantov	kendisinden	sonra	gelen	
birçok	Rus	şair	ve	yazarı	etkilemiştir.	Velhasıl	bu	
ay,	 ayın	 fakiri	 olarak	 Lermantov'u	 seçtik.	
Fakirimizdir,	 şairimizdir	 ve	 okuyunuz,	
okutturunuz!
13
Y E D I 	 G U Z E L 	 P R O G R A M
Cihat	-	Ayşe	Albayrak
www.	hayalbilgisi.com
14
1-	Yedi	Güzel	Adam
Şiirin	itibarsızlaştırıldığı	bir	dö nemde,	en	yaygın	ve	etkili	iletişim	aracı	
olan	televizyonda,
büyü k	oranda	şiiri	konu	alan	bir	televizyon	dizisi	izleyebilmek	mutluluk	
verici.	 Edebiyatımızda	 ö nemli	 bir	 yeri	 olan	 Yedi	 Gü zel	 Adam'ı	
yaşadıklarıyla,	 şiirleriyle,	 bü tü n	 heyecanlarıyla	 gö rmek	 ö zellikle	
edebiyatla	uzaktan	yakından	ilgilenenler	için	çok	etkileyici.	Hayal	Bilgisi	
Edebiyat	 Dergisi'ni	 Anadolu'nun	 en	 doğusunda	 birkaç	 yıldır	 çıkarırken	
yaşadıklarımızı,	 çektiğimiz	 sıkıntıları	 ve	 en	 ö nemlisi	 de	 acemiliğimizi,	
telaşımızı	ve	heyecanımızın	büyü klü ğü nü	dizide	Kahramanmaraş	ve	Yedi	
Gü zel	Adam	ö rneğinde	gö rmek	paha	biçilemez.
Şiirin	ve	'edep'	derdi	olan	edebiyatın	büyü k	kitlelere	ulaşması	ü lkemiz	için	
oldukça	ö nemli.	Bu	dizi	yü z	binlerce	insanın	şiire	bakışını	değiştirebilir	
elbette.	Bu	nedenle	ö nemsiyor	ve	ilgiyle	takip	ediyoruz.
2-	Böyle	Bitmesin
'Aile'	kavramını	konu	alan	ve	boşanmak	ü zere	olan	çiftlerin	sorunlarını	
çö zmeyi	amaçlayan	bir	ekibin	başrolde	olduğu	bu	dizi,	toplumun	pek	çok	
alanındaki	insanlarla	empati	kurmamızı	sağlıyor.	Farkında	olmadığımız	
ama	hayatımızı	olumsuz	olarak	etkileyen	pek	çok	sorunu	tanımlıyor	ve	
farkındalığımızı	artırıyor.
Izleyici,	her	yeni	bö lü mde	kendisine	pay	çıkarabiliyor.	Böylelikle,	ekran	
başındakiler	 diğ er	 pek	 çok	 dizide	 olduğ u	 gibi	 kapitalist	 ö zentilere	
kapılmak	ve	yalnızlaşmak	yerine	aile	olmanın	ö nemini	hissediyor.
3-	Doğadaki	İnsan
Doğaya	karşı	yaşayan	bir	dü zende;	doğayla	bir,	huzur	içinde	yaşayan	bir	
adamın,	Serdar	Kılıç'ın,	belgesel	tadında,	imrenerek	izlediğimiz	macera	
dolu	 keşi leri.	 Ozenle	 seçilmiş	 mü ziklerinden,	 metinlerine,	 kurgusuna	
kadar	dolu	dolu	olan	program,	bugü nü n	teknoloji	esiri	insanlarını	ikna	
edici	 bir	 şekilde	 doğaya	 çağırıyor.	 Onunla	 barışmaya,	 içindeki	 bü tü n	
canlılarla	onu	sevmeye,	ona	saygı	duymaya	çağırıyor	insanı.	Bir	gü n	doğada	
tek	 başımıza	 kalırsak,	 esas	 mü cadelemizi	 kendimizle	 vereceğ imizi	
işaretliyor;	 "insan	 doğadayken	 esas	 mü cadelesini	 doğayla	 değil	 aslında	
kendisiyle	 yapıyor."	 diyerek	 samimiyetle	 sakinliğ in	 insanı	 huzurun	
kö şesine	çektiği	yerde,	doğada	tek	başımıza	nasıl	hayatta	kalabileceğinizi	
ekran	 karşısında	 açıklamalı	 şekilde	 yaşatıyor.	 Oğ rettikçe	 susatıyor	
yenisine.	 Neler	 ö ğrenmedik	 ki;	 çiğdem	 kö kleriyle	 karnını	 doyurabilir	
insan,	çam	iğnelerinden	çay	bir	harika	olur,	bal	arılarının	konduğu	her	
çiçek	 yenir,	 bö ğ ü rtlen	 yaprakları	 çiğ neyince	 antiseptik	 ö zellik	 taşır,	
sazlıkların	 kö kleri	 doğal	 iltreleme	 yapar,	 bu	 yü zden	 durgun	 su	 sazdan	
pipet	yaparak	içilebilir,	karınca	larvasında	fazlaca	protein	mevcut,	zinde	
kalmak	için	kullanılması	mü mkü n,	suyun	olduğu	yere	yakın	mutlaka	bir	
yerleşim	yeri	vardır;	etraftaki	otlar,	çalılar	ne	kadar	yeşilse	suya	o	kadar	
yakınsın	demektir...
Siz	de	bizim	gibi	huzuru	işaret	eden	adamın	çağrısına	kulak	verip	bir	gü n	
kendinizi	 ateşin	 ü stü nde	 kaynayan	 demlikten	 çam	 kokulu	 çay	 içerken	
bulabilirsiniz.
4-	İnsan
'Insan	 yaşar,	 insan	 biriktirir	 ve	 her	 insanın	 dinlenecek	 bir	 hikayesi	 vardır.'	
cümlesiyle	başlayan	program	sizi	her	bölümünde	10	dakikalık	bir	tanışmaya	
davet	ediyor.	Orijinal	formatında	ilk	ve	tek	olma	özelliği	taşıyan	belgesel,	her	
bölümde	farklı	bir	insanın	kendi	ağzından	hikayesini	anlatıyor	seyirciye.	Ana	
teması	adıyla	bir	olan	programı,	her	birey	özeldir	unsurunu	ekran	başındaki	
insanlara	hissettirerek	izlettiği	için	kendine	arı	bir	yer	edinmiş	durumda.
5-	2	Dakikada	Bilim
"Gökyüzü	neden	mavidir?	Deterjanlarda	ne	var?	Tansiyon	aleti	nasıl	çalışır?	
Böcekler	neden	ışığa	doğru	uçarlar?"	gibi	sorulara	145-150	saniye	kadar	kısa	
bir	 zaman	 diliminde	 deneylerle	 cevaplar	 bulan	 program	 2	 dakikada	 Bilim.	
Eğlendirecek	bilgilendirmek	tam	anlamıyla	bu	olsa	gerek.
Izleyiciye	 dayatılan	 içi	 boş	 ve	 kaliteden	 yoksun	 pek	 çok	 gü ndü z	 kuşağı	
programları	ve	saatlerce	insanın	zamanından	dolayısıyla	ömründen	çalan	kötü	
örnek	dizilerin	arasına	serpiştirilmiş	2	dakikalık	kazanç	da	diyebiliriz.	Bu	tarz	
kısa,	 bilgilendirirken	 eğlendiren	 programların	 sayıca	 artmasını	 temenni	
ediyoruz.
6-	Ömür	Dediğin
"Bir	insan	ömrünü	neye	vermeli?	Tükenip	gidiyor	ömür	dediğin..."	dizelerini	
mırıldanarak	 sorar	 başlarken	 program.	 Geçip	 giden	 yıllardan	 arta	 kalan	
hüzünlerini,	 mutluluklarını,	 anılarını	 kendi	 ağızlarından	 anlattıkları,	 çoğu	
yarım	asrı	geçmiş	hayatların,	izleyicileri	de	bu	zaman	yolculuğuna	davetidir.	
"Her	 şeyin	 kolayı	 bulunur	 yaşlılığın	 kolayı	 bulunmaz..."	 diyen	 dedelerin	
ninelerin	sesi	dolar	kulağınıza.	Birbirlerinin	yüzüne	güneş	gibi	doğan	sıcacık	
bakışlarındaki	 muziplikle,	 sevgiyle,	 vefayla	 titretirler	 yüreklerinizi.	 TRT'nin	
bugüne	dek	yaptığı	en	başarılı	programlardan	olan	Omür	Dediğin,	on	–	on	beş	
dakikalık	bir	sürede	sıcacık,	samimi,	kimi	zaman	hüzünlü	kimi	zaman	neşeli	bir	
şekilde	hikâyelerini	anlatan	tonton	dedelerin,	sevimli	ninelerin	ekran	başındaki	
izleyiciye	öğüdü	gibi	en	çok	da.	Bu	programda	gerçek	hayatlar,	bu	programda	
içimizden	 sesler	 var,	 bu	 programda	 'insanın	 özeti'	 var;	 çocukken	 ihtiyar,	
ihtiyarken	 çocuk	 olmak...	 Şü kr'ü n	 bakışından	 duayla	 göz	 göze	 geldiğiniz	
insanlar	için	Omür	Dediğin	iyi	ki	var...
7-Kafa	Dengi
	Gökdemir	Ihsan,	Selahaddin	Yusuf,	Tarık	Tufan'ı	bir	araya	getiren	programda	
her	hafta,	düşünce	dünyasından	edebiyata,	sinemadan	müziğe	birçok	konu	ele	
alınıyor.	Daha	ziyade	sohbet	havasında	geçen	geçen	program,	zaman	zaman	
farklı	 konuklara	 da	 yer	 veriyor.	 Program	 daha	 ziyade	 izleyenleri	 düşünce	
atlasında	 bir	 yolculuğa	 çıkarıyor,	 olaylara	 ve	 meselelere	 farklı	 bakış	 açıları	
sunuyor.	Alışılmış	program	formatının	dışında	daha	ziyade	meraklısına	hitap	
eden	bir	yapıda.
15
Fatih	Kutlubay	Keleş
www.fakirane.org
KANLIDIVANE
Akdeniz,	“Denizlerin	Anası”…	Dünyanın	kalbine	kurulmuş	medeniyet.	Doğusundaki	Arab	kıyılarından	Batısında	
Tarık'ın	gözbebeği	Endülüs'e	kadar	fersah	fersah	Dünya'ya	hükmetmiş	bir	su	dünyası.	Bu	muhteşem	deniz	karayla	
kucaklaştığı	her	noktaya	baki	izler	bırakmış	kendisinden.	O	kadar	ki	Akdeniz	kendisine	has	bu	yaşam	tarzını	
Tunus'tan	 Italya'ya	 Suriye'den	 Ispanya'ya,	 şarkı̂	 veya	 garbı̂	 her	 coğrafyada	 ruh	 iklimleriyle	 çatışmadan	 bir	
medeniyet	inşa	etmiş.	
Her	ulaştığı	yere	kendisini	taşıyan	vakur	deniz,	ülkemizde	uzandığı	kıyılar	boyunca	da	bu	tavrını	korumuş	ve	
Anadolu'yu	suya	kavuşturduğu	her	noktasında	kendisini	hissettirmiştir.	Buram	buram	tuz	kokan	bu	medeniyetin	
Anadolu'daki	 izlerinden	 birisi	 de	 Kanlıdivane.	 Adının	 verdiği	 ürpertiye	 inat	 tarihin	 ihtiyar	 sırtında	 Akdeniz'i	
seyreden	 yeşil	 müreffeh	 bir	 tepe.	 Aslında	 tepeden	 de	 öte	 tarihin	 nasıl	 doğa	 etrafında	 şekillenip	 ona	 ayak	
uydurduğuna	müstesna	bir	örnek.	
Toros'ların	 yü zü nü 	 gü neşe	 çevirdiği	 Doğu	 Akdeniz	 havzasının	 adı	 pek	 duyulmamış	 tarihi	 yerleşimi	 olan	
Kanlıdivane,	Mersin	ilinin	Erdemli	ilçesinde	kıyıdan	3	km	içeride	coğrafyaya	hâkim	bir	tepede	kurulmuş.	Ayaş	
kasabasının	 doğu	 taraf	 girişinde	 bulunan	 antik	 kentin,	 Ayaş	 merkezde	 bulunup	 sit	 alanı	 ilan	 edilen	 Elaiussa	
Sebaste'nin	sur	dışındaki	uzantısı	olduğu	düşünülüyor.	Nerdeyse	kıyıdaki	antik	kent	kadar	geniş	bir	alana	yayılmış	
ve	büyükçe	bir	obruk	etrafında	olan	bu	kentin	ismi	konusunda	ise	çeşitli	rivayetler	mevcut.	Bunlardan	ilki	obruğun	
duvarlarını	 kaplayan	 Akdeniz'in	 doğal	 toprağı	 Terra	 Rosa'nın	 kan	 kırmızı	 rengi	 ve	 burada	 kurulan	 Türkmen	
divanlarından	kalmış	olması	rivayeti.	Bir	diğeri	ise	Roma	döneminde	suçluların	obruğa	atılıp	vahşi	hayvanlara	yem	
edildiği	rivayeti.	
16
Rivayetleri	 bir	 kenara	 bırakıp	 kentin	 Grekçe	 adının	 Kanitellis	 olduğunu	
düşündüğümüzde	ismin	değişerek	günümüze	Kanlıdivane	olarak	geldiği	 ikri	ise	
etimolojik	olarak	da	desteklenmektedir.
Insanlık	 tarihinin	 seyri	 açısından	 ele	 aldığımızda	 ilk	 yerleşimin	 Helenistik	
Dönemde	olduğu	kent,	özellikle	bölgesel	Olba	Krallığı	açısından	kutsal	bir	önem	
ifade	 etmekte.	 Bünyesinde	 bulunan	 çok	 sayıda	 tapınak,	 tapınak-mezar	 ve	 daha	
sonraki	dönemde	yapılan	kilise	de	kentin	ruhani	yapısının	önemini	ortaya	koyuyor.	
Tüm	bunların	yanında	kenti	her	an	yutacakmış	gibi	ağzı	açık	bekleyen	obruğun	da	
ilahi	bir	yanı	olduğunu	düşünülmekteymiş.
Bölgenin	namı	büyük	coğra i	oluşumlarından	olan	Cennet-Cehennem	obruklarına	
nazaran	daha	az	bilinen	obruklu	antik	kent,	sahip	olduğu	büyüleyici	akustiği	ile	
onlara	kafa	tutmaya	çalışıyor.	Bilinmeli	ki	iki	yeri	de	gören	bir	göz	olan	yazarın	gönlü	
ise	Kanlıdivane'den	yanadır.	
Makinin	 Toroslara	 elbise	 olduğu	 diyardaki	 bu	 yerleşim	 yeri	 de	 Akdeniz'in	
muşahhas	 yeşilini	 giymiş	 durumda.	 Her	 yanı	 saran	 defne	 ve	 zeytin	 yaprağının	
kokusu	ise	renk,hava	ve	kokunun	ahengini	gözler	önüne	seriyor.	Coğrafya	dersinde	
anlatılan	kitabı	̂ bilgiler	burada	ete	kemiğe	bürünüyor.	Ve	insan	gerçekten	her	bilgiyi	
yerinde	öğreniyor.
Zeytinin	anavatanı	olan	Akdeniz'in	kadim	şehrinde	dönemine	göre	gelişmiş	bir	
zeytin	üreticiliği	olduğunu	söylüyor	kazıbilimciler.Bunun	da	ötesinde	gözle	görülür	
şekilde	dahi	bu	farkediliyor.Zira	bin	yıkık	evlerin	bahçelerindeki	zeytin	presi	için	
kullanilan	yassıtaşlar	günümüze	kadar	ulaşmiış	durumda.
Tarihi	 yalnız	 savaşların,antlaşmalarin	 ve	 taht	 kavgalarından	 ibaret	 görmeyen	
günlük	hayatın	tarihini	sevenler	için	Kanitellis	biçilmiş	kaftan.	Dağılmayan	Antik	
havası,taş	döşeli	sokakları,	yıkık	evlere	inat	ayakta	kalan	şömineler,şerham	şerham	
yükselen	 sutunlar...	 Sanki	 bir	 köşe	 başiında	 durup	 gözlerinizi	 kapatsanız	 tahta	
kılıçlarıyla	 savaş	 oyunu	 oynayan	 çocukları,	 altın	 tokaları	 ile	 mağrur	 soylu-
ları,ellerinde	 sepetleri	 ile	 bağ	 bozumundan	 dönen	 kadınların	 şehirden	 geçişini	
görür	 gibi	 olursunuz.	 Bir	 göz	 açma	 mesafesinde	 bin	 yıllık	 zaman	 yolculuğu.	
Muazzam	şey.
Günümüze	kadar	ayakta	kalamayan	şehirde	bir	yapı	var	ki...	Taş	döşeli	sokaklardan	
geçip	 tepeye	 ulaştığınızda	 sizi	 dört	 başı	 mamur	 bekliyor	 tapınak-mezar.Kentin	
soylularından	Ara	isimli	bir	hanım,eşi	ve	iki	oğlunun	mezarının	bulunduğu	yapı	
şehrin	en	yüksek	noktalarından	birisinde	bulunuyor.	Olba	prensesi	meşhur	Ara	ile	
isim	benzerliği	yüzünden	onunla	karıştırılan	bu	hanım	kıyamete	kadar	o	ismin	
gölgesinde	kalacak	gibi.
Obruğun	 etrafında	 erken	 dönem	 Hristiyanliğa	 ait	 bir	 çok	 tapınak	 bulunuyor.	
Bunların	arasında	en	görkemlisi	ise	kuzey	tarafındaki	Büyük	Bazilika.	Doğu	ve	Batı	
uslubunu	bünyesinde	barındırdığı	mimarisiyle	dikkat	çeken	bazilika	gökyüzüne	
açılan	 kapısıyla	 zamanın	 tüm	 yorgunluğunu	 üzerine	 çekmiş	 kapısıyla	 	 buna	
dayanamamış	gibi	görünüyor.
Kantelis	ya	da	bizce	daha	samimi	adıyla	Kanlıdivane,	Doğu	Akdeniz'in	besleyip	
büyüttüğü	benim	de	keşfettiğim	harikarından	bir	tanesi.Burası	zihnimde	hep	bir	
dfene	yaprağı	tadında	kalacak.	Maki	yeşili,	Terra	Rossa	kırmızısı	ve	Akdeniz	mavisi	
tadında	tuzlu	bir	defne.Gönül	coğrafyama	eklediğim	yeni	bir	durak.
17
Fatma	Genç
www.fakirane.org
ILM-I	KIYAFET
lm-i	kıyafet,	bir	diğer	adıyla	 izyonomi	veya	Arapların	
Ikullandığı	ifadeyle	feraset,	insanların	iç	dünyası	ve	
dış	görünüşüyle	ilişkisini	anlatan	bir	bilim	dalı	olarak	
bilinir.	 Görünen	 ve	 bilenen	 her	 şeyi	 kapatan	 şeylere	
“kıyafet”	 denir	 ve	 	 Allah'ın	 da	 ruhun	 kıyafeti	 olarak	
bedenlerimizi	 verdiğini	 dü şü nebiliriz.	 Ruhun	 içinde	
gizlenmiş	 insanı	 yansıtan	 özellikler	 bulunur.	 Işte	 bu	
özellikler	Ilm-i	Kıyafet'in	alanını	oluşturur.
Kökleri	 kadim	 Babil'deki	 sokak	 yorumcularına	 kadar	
gider.	 Sonra	 eski	 Yunan'da	 	 Aristo	 ve	 onun	
ö ğ rencilerinin,	 insanların	 ve	 hayvanların	 yü z	
özelliklerini	analiz	eden	çalışmalarına	rastlıyoruz.	Buna	
göre	alın	kısmı,	zihni	potansiyele	göre;	göz	ile	ağız	arası	
kısım	mizacına;	çenenin	şekli	ve	büyüklüğü	canlılığa	ve	
iziki	 gü cü ne	 işaret	 eder	 denmiştir.	 O	 dönemde	 bu	
mevzuda	 eğitim	 gö rmü ş	 kişiler,	 insanların	 sağlık	
durumlarını	tespit	edebilirdi.	Bunu	bir	yöntem	olarak	
kullanırlardı.	 Ilm-i	 Kyafet,	 18.	 yüzyıl	 sonlarına	 doğru	
Avrupa'da	elit	kesim	arasında	bir	hobi	haline	geldi.	Hatta	
Zü rihli	 din	 adamı	 Johann	 Caspar	 Lavater,	 gö zü	
kapalıyken	 100.000	 burun	 arasında	 kralın	 burnunu	
tanıyabilme	 iddiasında	 bulunabilecek	 kadar	 ileri	
gitmiştir.	Onun	20.000'in	üzerinde	meşhur	kişinin	yüz	
yorumuna	 ait	 bilgiler	 ihtiva	 eden,	 kitabı	 en	 çok	 satan	
kitaplar	arasına	girmişti.	
Doğu'da	 ö zellikle	 Islam	 ü lkelerinde	 bu	 bilim	 dalı	
zamanla	 yaygınlaşmıştır.	 Ilk	 eser	 Imam-ı	 Şa ii	
Hazretlerinindir.	 Ancak	 eser	 gü nü mü ze	 kadar	
ulaşabilmiş	 değildir.	 Daha	 sonra	 Kindi'nin	 “Risale	 i'l	
Firase”si,	Yuhanna	Ibnü'l	Bıtrık'ı	(10.yy)	Aristoteles'ten	
çevirdiğ i	 ''Kitabü l	 Mansuri'si	 bu	 mevzudaki	 ilk	
eserlerden	 sayılır.	 Ibni	 Sina'nın	 bu	 konuda	 bir	 eseri	
olduğ u	 bilinmektedir.	 Fahreddin	 Razı	 (ö .1209)	
tarafından	 yazılan	 “Kitabü 'l	 Firase”	 adlı	 kitap	 ise	 o	
zamana	kadar	yazılan	en	büyük	eser	olarak	kabul	edilir.	
Tü rkçe	 olarak	 ilk	 örneği	 ise	 Hamdullah	 Hamdi'nin	
“Kıyafetname''	adlı	eseri	kabul	edilir.	Eskilerin	en	gözde	
eş,	ortak,	arkadaş	ve	işçi	seçme	aracı	olan	kıyafet	ilmi,	
Osmanlı	zamanında	da	bu	tür	metinlerin	hazırlanmasını	
sağlamıştır.	Ozellikle	saraya	adam	alınırken	ve	çalışan	
seçerken	bu	bilim	dalından	faydalanılmıştır.
Tüm	bunların	yanında	Osmanlı	döneminin	bu	alandaki	
en	 meşhur	 eseri	 Erzurumlu	 Ibrahim	 Hakkı'nın	
Marifetname	adlı	eseridir.	Eserin	bir	bölümü	bu	konuya	
ayrılmış,	insanın	dış	görünüşüne	ait	özellikleri	ile	adeta	
kişilik	ve	karakter	analizi	yapılmıştır.	Eserin	Ilm-i	Kıyafet	
adlı	bölümünden	Ibrahim	Hakkı	şöyle	bahseder:
“Cenab-ı	 Hak,	 insanları	 beden	 ve	 ruh	 bakımından	
yaratmıştır.	 Fakat	 insanlar	 zeka	 ve	 kabiliyette,	 huyda	
değişiktir,	 birbirinden	 farklıdır.	 Sonra	 Allah,	 lütuf	 ve	
inayetiyle,	 hikmetinin	 gereğini	 sanatının	 inceliğini	 bu	
yaratıkta	 göstermiş,	 yüzünü	 ve	 şekil	 yapısında	 kendi	
vası larını	 bilip	 ona	 göre	 ahlak	 ve	 hareketlerindeki,	
huylarındaki	 eksik	 ve	 aksaklıkları	 düzeltsin.	 Sonra	
arkadaş	ve	dostlarının	vücut	yapısını	ve	şekillerine	bakıp	
zeka	ve	karakterlerini,	huy	ve	tabiatlarını,	ince	seziş	ve	
zekasıyla	 bilsin	 ve	 buna	 göre	 onlara	 muamele	 etsin,	
beğensin	 sevsin	 veya	 aklını	 kullanarak	 karakterlerine	
göre	hareket	ederek	onlarla	geçinip	gitsin	veya	onlardan	
uzaklaşıp	 emniyet,	 rahat	 ve	 selameti	 bulsun	 ve	 ne	
kimseden	incinsin,	ne	de	kimseyi	incitsin.	Gönül	hoşluğu	ile	
rahat	oturup	kalksın.”
Eserin	 manzum	 olarak	 (şiir	 şeklinde)	 verilen	 kısım-
larında	ise	Ilm-i	Kıyafet'in	detaylı	anlatımı	yapılmıştır.	El,	
yüz,	ayak,	kaş,	göz,	burun,	diş,	dudak,	v.s	gibi	uzuvların			
insanın	 kişiliğine	 ve	 karakterine	 olan	 etkisi	 üzerinde	
yorumlar	yapılmıştır.	Bu	kısımdan	örneklerle	bitirelim:
Boyu	uzun	olanların	kalbi	saf	ve	temiz	olur.
Kısa	boylu	olanları	hileleri,	aldatmaları	çoktur.
Kulağı	büyük	olan	bilgisiz	ve	tembel	olur.	
Alnı	dar	olanın	içi	de	dar,	sıkıntılı	olur.
Gök	gözlü	olan	zeki,	ela	gözlü	olan	edepli,	terbiyeli	olur.
Ince	kaş	güzel	olur,	uzun	ise	kibirli	olmanın	delilidir.
Siyah	gözlüler	itaatli,	kızıl	gözlüler	cesur	olur.
Saçı	çok	olan	kadının,	anlayışı	az	olur
Siyah	saçlı	olan	sabırlıdır,	onu	ara.
Saçı	yumuşak	olan	saf	ve	utanması	az	olur.
Başı	 kü çü k	 olanın	 aklı	 azdır,	 gizli	 şeyin	 varsa	 ona	
söyleme.
Başının	tepesi	yassı	olan,	keder(üzüntü)	çekmez.
Başının	derisi	ince	olan,	hayır	yapar,	zarar	vermez.
18
Lenrie	Peters
Çeviri:	Gürkan	Uçkan
PARAŞUTLU	ADAMLAR
Paraşütlü	adamlara	göre
ilk	atlayış
soluğunu	keser	insanın	ve
görüntüsü	rahatsız	eder
işe	yaramadan	sallanan	ayakların.
Sert	toprak
bıraktığın	yerde	değildir
tepetaklak	inerken	aşağı,
konuşur	can	damarın
sen	dinlenirsin
öğrenerek	umudu	kesmemeyi.
Birden	yalnızsın
rüzgârı	bir	yerde
açık	şemsiye	ile
sıcak	yeryüzü	güven	verir
bu	titrek	geçiciliğin	sonunu
getirmesi	ile.
Konmaya	çalışırsın
yeşil	çimenlerin	olduğu	yerde
ve	taşımaya	yükünü
tarlanın	bir	köşesinden	ötekine.
Şiddetli	iniştir
son	noktayı	koyan
ve	yeryüzü	bir	yere	gitmezken
sensin	kendini	başladığı	yerde	bulan.
Zaman	yoğunlaşırken	havada
yitip	gidersin	bulut	içinde
ve	her	saçma	düşüş	gibi	bu	da
biter	başladığı	yerde.
19
Fakir	Şarkılar
www.fakirane.org
20
Mevlana'nınŞiiri:	Baz	Amadem	/	Yorum:	Mamek	Khâdem
https://www.youtube.com/watch?v=ThzftbjXPBM
Yine	ben	geldim,	yine	de	ben	geldim,	o	güzel	yarın	yanından	geldim
Bana	bak,	bak	bana,	senin	gamını	çekmeye	gam-harın	olmaya	geldim
Mutlu	geldim,	neşe	dolu	geldim,	her	şeyden	özgür/azat	oldum	da	geldim
Binlerce	yıl	sürdü	konuşmam	için
Oraya	gideceğim,	oraya	gideceğim,	ben	yükseklerin	insanıyım,	yükseklere	
gideceğim
Kurtar	beni	tekrar,	kurtar	beni,	çünkü	buraya	sığınmaya	geldim
Ben	öbür	dünyaya	ait	bir	kuştum,	gördün	mü	nasıl	da	fani	dünyaya	atıldım
Onun	tuzağını	göremedim,	aniden	giriftar	oldum,	aniden	giriftar	oldum
Oraya	gideceğim,	oraya	gideceğim,	ben	yükseklerin	insanıyım,	yükseklere	
gideceğim
Kurtar	beni	tekrar,	tekrar	kurtar	beni,	çünkü	buraya	mecburen	geldim
Ben	öbür	dünyaya	ait	bir	kuştum,	gördün	mü	nasıl	da	fani	dünyaya	atıldım
Onun	tuzağını	göremedim,	aniden	giriftar	oldum
Bize	çişm-i	ser	ile	bakma,	görme	bizi	çişm-i	ser'le
Bizi	orada	gel	gör,	çünkü	oraya	daha	ferah	yürekli,	az	günahlı	gelmişim
Ey	Tebrizli	Şems,	ne	zaman	evrene	bir	nazar	bakacaksın?
Bakarsan	adem	çölünde	can	ve	gönlüm	düşünceli,	yaralı	göreceksin	beni
Abdurehim	Heyit	-	Karşılaşınca	(Uygırca)
https://www.youtube.com/watch?v=MJucB1sf4mE
Dino	Merlin	-	Mostar	(Boşnak)
http://www.youtube.com/watch?v=VUGLGCJKMcY
Boşnak	Müziğinin	dünyaca	ünlü	ismi	
Dino	Merlin’in	Mostar’ı	anlatan	
parçası.
Uygur	Türklerine	ait	bir	parça.	
Sözleri	Erzurumlu	Emrah’ın	şiirini	
anımsatıyor.
Alternatif	Filmler
www.fakirane.org
Filmin	Yönetmeni:	AndreiTarkovsky
Filmin	Türü:	Dram
Yapım	Yılı:1983
Ülke:	Italya,	Sovyetler	Birliği
Yayınlanma	Tarihi:	20	Mart	1982
Senaryo	Yazarı:	 ,	Tonino	GuerraAndreiTarkovsky
Sanat	Yönetmeni:	GiuseppeLanci
Dil:	Rusça	ve	Italyanca
Oyuncular:	Oleg	Yankosvy,	Erland	Josephson,	Domiziana	Giordano
Nostalji:	 Başrollerinde	 ,	 	 ve	 'un	Oleg Yankovsky Domiziana Giordano Erland Josephson
oynadığı	ve	 'nin	1983	yılında	 'da	çektiği	ilk	 ilmdir.	Film,	ülkesini	terk	Andrey Tarkovski İtalya
etmiş	 ve	 vatan	 özlemi	 duyan	 bir	 entelektüelin	 hikâyesini	 anlatır.	 Sinema	 dilinde	 pek	
rastlanmayan	 	bu	 ilmde	fazlaca	kullanılmış,	böylelikle	vatana	duyulan	özlem	monologlar
pekiştirilmiştir.	 Filmin	 çekimleri	 sırasında	 Tarkovski'nin	 sürgünde	 olması	 ilmin	 başrol	
oyuncusunun	 aslında	 Tarkovski'yi	 oynadığı	 ikrini	 ortaya	 çıkarmıştır.	 Filmin	 ana	
karakterinin	hasta	olması	ve	Tarkovski'nin	de	 ilmden	üç	yıl	sonra	bir	hastalık	nedeniyle	
ölmesi	bu	düşünceleri	desteklemektedir.
Tarkovsky:	Nostalghia
21
Abdulkadir	Ustündağ
ustundagkadir@gmail.com
22
Tükürdüm	taraçalara	ve	kuzgunlara
akşam	yine	akşam	yine	akşam
haklıydı	Ahmet	Haşim
velinimetidir	geceler
fahişelerin	ve	şairlerin
iman	etmiştir	buğday	saplarına	ve	oraklara
bizim	mahallenin	sosyalist	abileri
anlat	Marcus	onlara
Magdalalı	Meryem'in	varlığı	ürkütmesin	sizi
korkmayın	Nasıralı		Isa	sadece	Meryem'in	çocuğudur
ve	Roma'nın	yeni	papası	da	pek	ilgilendirmiyor	beni
yapışır	ekranlara	Pavlov'un	köpekleri
havlamalı,	çok	havlamalı	seanslarla
kurtarırlar	cennetin	krallığını
yaşasın	kurtulduk
hayır	hayır	af	edersiniz	hiç	yaşamasın
kurtarmasın	krallığımızı	Pavlov'un	köpekleri
çok	havlamalı	seanslarla
iyisi	mi	krallığımızı	göğe	kuralım	
kuşlarla	savaşalım	göğün	fethi	için
uçurtmalarla	bombalayalım	bulutları
salyasız		ve	çok	gösterişsiz	olalım
mavi	olsun,	isyan	olsun	bayrağımızın	rengi
Turgut	abi	haklıydı
“hadi	hep	birlikte	göğe	bakalım”
KAFASI	KARIŞIK	ŞIIR
Bazı kapılar sonsuzluga açılır

Más contenido relacionado

Similar a Fakirane 1. Sayı

Ali püsküllüoğlu
Ali püsküllüoğluAli püsküllüoğlu
Ali püsküllüoğluBilal Emrah
 
Mersin Polifonik Dergi - 3
Mersin Polifonik Dergi - 3Mersin Polifonik Dergi - 3
Mersin Polifonik Dergi - 3CMSMERSIN
 
Emin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLUEmin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLUozerfurkan
 
Emin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluEmin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluozerfurkan
 
orhan-veli-kanik-ve-oyhan-hasan-bildirki (1).ppt
orhan-veli-kanik-ve-oyhan-hasan-bildirki (1).pptorhan-veli-kanik-ve-oyhan-hasan-bildirki (1).ppt
orhan-veli-kanik-ve-oyhan-hasan-bildirki (1).pptEmre964386
 
1980 Sonrası Türk Şiiri
1980 Sonrası Türk Şiiri1980 Sonrası Türk Şiiri
1980 Sonrası Türk Şiiriİlhan Gül
 

Similar a Fakirane 1. Sayı (9)

Aşik veysel
Aşik veyselAşik veysel
Aşik veysel
 
Ali püsküllüoğlu
Ali püsküllüoğluAli püsküllüoğlu
Ali püsküllüoğlu
 
musa eroğlu
musa eroğlumusa eroğlu
musa eroğlu
 
Mersin Polifonik Dergi - 3
Mersin Polifonik Dergi - 3Mersin Polifonik Dergi - 3
Mersin Polifonik Dergi - 3
 
Emin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLUEmin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLU
 
Emin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluEmin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğlu
 
orhan-veli-kanik-ve-oyhan-hasan-bildirki (1).ppt
orhan-veli-kanik-ve-oyhan-hasan-bildirki (1).pptorhan-veli-kanik-ve-oyhan-hasan-bildirki (1).ppt
orhan-veli-kanik-ve-oyhan-hasan-bildirki (1).ppt
 
Silmarillion
SilmarillionSilmarillion
Silmarillion
 
1980 Sonrası Türk Şiiri
1980 Sonrası Türk Şiiri1980 Sonrası Türk Şiiri
1980 Sonrası Türk Şiiri
 

Fakirane 1. Sayı