1. Adalet
İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün
mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların
içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini
söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans
imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence
karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse
atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya
yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek,
papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin
çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar.
Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin
tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman
hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını
dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm
görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de
evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ
küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip
gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam
2. beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden
biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle
karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat
hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş.
Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk
akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın
olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp
kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de
kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet
bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine
hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp
götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı
çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim,
sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı
alırdım. Fakat ben zamanında makamımda
bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine
madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan
zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını
müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu
görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir
kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında
hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış.
Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın
alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara
sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz
3. sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç
heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle
tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim
etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım,
altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın
olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın.
Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da
şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı
olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de
dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden
çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu
altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan
anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal
eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da
tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar.
Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu
öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak
verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu
anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna
gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip
şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin
hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir
dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük
yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden
vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme
4. uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu,
Osmanlı Yayınevi
Adalet ve Tevazu
Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz
Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve
sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece
çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı.
Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları
yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle
ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla
gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma
hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan
sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren
görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm
5. hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin
yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize
gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle
açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları
karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin
yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi
yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve
şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum,
yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde
adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi
adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken
onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para
karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi
suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları
adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini
serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de
kaçmasını söylemişti.
6. Ağızdaki Taşın Hikmeti
Birgün Hazret-i Ebû Bekr (r.a), hazret-i Fahr-i âlem
seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i
mükerremin (s.a.v.) huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle
otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir
edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler
söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre
edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm
eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin
edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip,
birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle
ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr
'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına
düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip,
gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben
ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.'
buyurdu ki:
7. - Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa
başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o
kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba
geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs
geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a) ondan sonra, vaktli
vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş
koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ
fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi
kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra,
mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz
söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek
ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye,
hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î
lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve
gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Alay etmenin cezası
8. Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün
dergâhın önünde otururken Abdürrahîm
Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a
gidip gitmediğini sordu.
O da;
"Gitmedim efendim" deyince;
"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?"
buyurdu.
İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil
bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu
hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini
gören Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta
mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan
uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve
hocasına;
"O köy buraya uzaktır, görünmez
efendim." diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
"Doğu tarafına bak!" buyurdu.
9. O anda küçük bir tepenin yamacında
kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne
geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-
ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç
tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy
bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış
yatıyor, talebelerle alay ediyordu.
Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay
ettiğini görüyor musun?" diye sordu.
O da;
"Görüyorum efendim. Eğer müsâade
buyurursanız hemen hakkından geleyim."
diye sordu.
Hocasının hiç cevap vermemesinden
cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye
doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle,
ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş
ki, birden karnını tutmaya ve feryâd
etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat
Gavs-ül-Memdûh;
"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
10. Boşi köyü de gözünden kayboldu.
Hocasının bu kerâmetlerine hayran
kalmıştı.
Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün
bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-
Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol
kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış
kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı
kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne
ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu
anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi;
"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden
talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle
karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum
hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi.
Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe
ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın
eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek
ağladı.
Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok
üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak
duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini
bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin
ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline
geldi.
11. Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur
İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman
İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte
Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm
sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır.
Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen
gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir.
Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne
kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.
Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek
isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:
- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
-Benim kardeşimdir, der.
12. Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir
açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim
olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı
çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden
başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı
zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir
demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi.
Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla
Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya
niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere
çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir
insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl
gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir
olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze
birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi
şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun
karşısına çıkar.
Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır.
Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa
kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki
rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:
"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu
ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı,
namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma,
beni ondan koru!"
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını
eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun
13. kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o
esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu
yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi
çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz
endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu
onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline
getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de
vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine
yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını
kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay
üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü.
Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye
getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun,
yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden,
tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu.
Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu,
bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette
insana bir mesaj vardır.
Beyan Dergisi, 89.Sayı, Ocak -2007HYPERLINK
"http://www.beyan.com.tr/"
14. Allah Nasıl Misafir Edilir?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz.
Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram
etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları
azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten
ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir
şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat
Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta
bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida
olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip
söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm:
«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya
ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların
söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.):
«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı
15. geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar
etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi.
Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası
hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne
bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı
misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan
sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun
argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:
«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir
miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.
Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım.
Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.)
gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı
vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah
oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu.
Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi
kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar
dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya
gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen,
ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa
Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu,
Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz,
beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne
16. yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine
sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç
olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz»
buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın
kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı
olmaktadır.
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu, Osmanlı
Yayınevi
Allah rızası
Cüneyd-i Bağdadi, birisi ona gelir sorar:
-İhlâsı kimden öğrendiniz?
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım.
Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım
sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim.
- Peşin peşin söyliyeyim param yok, dedim,
- Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?
Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu
bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti.
Berber:
17. - Kusura bakmayınız efendim. Sizi ücreti mukabilinde
traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi,
dedi.
Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan
birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese
altın götürdüm.
- Asla alamam. İnan Allah'ın rızası daha değerli, dedi.
Allah'ın Emaneti
Hz.Ümm-i Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun
idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat
kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp,
komşularına dönerek:
- Babasına haber vermeyin.
Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve
döndüğünde, çocuğu sordu, hanımı:
- Gördüğünden şimdi çok iyidir, der.
Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir
müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet
18. metanetle şöyle der:
- Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap
eder mi etmez mi?
- Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan
şey geri verilmeli.
- O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş
bulunduğu çocuğu aldı.
Ebu Talha bu sözü duyunca :
- Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun
tarafına döneceğiz, der ve şükreder.
Sabah olunca gidip Resulullah'a (s.a.v.) anlatır.
Resulullah (s.a.v.):
- Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha'ya
ver, diye dua eder.
Nitekim, dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir
çocukları olur. Çocuk, Peygamberimizin himayelerinde
büyürler, İslam Tarihinde önmeli bir şahsiyet olur.
Allah'ı bilmeye yüz delil
19. Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları
yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor,
Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya
çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a
geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın
ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri
vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu.
Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden
miydi?
Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî
hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı;
ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup,
görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana
gelmemesini temin etmekti.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı
ziyaretine gelmeyen zâta,
- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap
verdi o zât:
- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir
şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey
kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.
Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu
defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi
peşine sıraladı:
- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü
uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok
meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz?
Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.
- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri
vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek
vâcip olsun?
20. - Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler
aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar.
Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş
sayılırlar.
- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek
olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?
- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...
- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri
gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar
şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu
delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-
Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile
kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye
delil ve burhan arayayım?
Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra
yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî
hazretleri,
- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman
ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle
de beni daha fazla merakta bırakma.
Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin,
fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:
- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:
- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da,
ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...
....
İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli
ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve
dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve
hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan
21. nezâket ve saygıları...
Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...
Allah'tan Utanandan Her Şey Utanır
Ma'rûf-ı Kerhi Hazretlerinin bir dayısı şehrin vâlisi idi.
Vâli, bir gün şehrin kenar mahallelerini dolaşıyordu.
Ma'rûf'u bir kenarda oturmuş ekmek yerken gördü.
Önünde de bir köpek vardı. Bir lokma kendi yiyor, bir
lokma da köpeğin ağzına veriyordu.
Dayısı,
- Köpekle birlikte yemeğe utanmıyor musun dedi.
Maruf;
Utandığım için bu zavallıyı yediriyorum dedi ve başını
kaldırıp havadaki bir kuşa seslendi. Kuş uçup geldi,
eline kondu ve kanadıyla başını ve gözünü örttü.
22. Ma'rûf;
-Allah'tan utanandan her şey utanır, buyurdu.
Dayısı bu hâli görüp, bu sözü işitmekle hem hayret etti,
hem de oradan uzaklaştı.
Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım!
Çok eski devirlerde Kifl adında bir adam vardı. Kifl,
ahlâkî ve insanî değerlere önem vermeyen, para
kazanmak için her yolu meşru gören çok zengin bir
adamdı. Zenginliğini de faizden elde etmişti. Dara
düşen, ihtiyacı olan kimse kendisine geliyor, oda yüksek
bir faizle geri ödenmesi şartıyla onlara para veriyordu.
Vadesi geldiği zaman kişi parasını ödeyemezse bu sefer
faiz miktarını daha da artırıyordu. Şayet yine
ödeyemezse adamları vasıtasıyla o kimsenin bütün
varına yoğuna el koyuyordu.
Bir gün, kapısına borç için bir kadın geldi. Bu kadın
yakın zamanda kocasını kaybetmiş, namuslu, kendisini
çocuklarına adamış bir anneydi. Bir süre, kocasından
kalan şeylerle evini idare etmeye çalışmıştı. Ancak artık
23. evde para kalmamıştı. Bunun için çalışması
gerekiyordu. Bir yerde iş bulmak istedi; ama dışarısı
dul bir kadın için çalışmaya müsait değildi.
Neden sonra aklına evde dokuma yapıp onları yakın bir
arkadaşı vasıtasıyla satmaya karar verdi. Bunun için
bir dokuma tezgahına ihtiyacı olacaktı. Tezgahı
alabilmek için de borç arayışına girdi. Yakın dost ve
akrabalarına gitti; ama kimsede para yoktu. Çok
üzülmüştü. Çaresiz bir şekilde evine doğru giderken
yolda istemeden iki kişi arasında geçen bir diyaloga
şahit oldu. Şehirde Kifl adında bir kişinin insanlara
borç para verdiğini duydu. Hemen onun yanına gitmeye
karar verdi.
Kifl kapıda kadını görünce çok beğendi. Onu elde
etmek istedi. Kadın, Kifl’den karşılığını ödemek şartıyla
borç para istedi. Kifl, kadının dul olduğunu da
anlayınca ona ahlaksız bir teklifte bulundu. Kendisiyle
beraber olması şartıyla vereceği parayı istemeyeceğini
söyledi. Bu teklifi kadın şiddetle reddetti. Çok
üzülmüştü. En çok da kendisine böylesi tekliflerin
gelmesinden korkuyordu. “Allah’ım bana yardım et.”
diye dua etti.
Aradan birkaç gün daha geçmişti. Evde hiçbir şey
kalmamıştı. Çocuklar açlıktan ağlıyordu. Onların
ağlamasına kendisi de katılıyordu. Kendisini Kifl’e
teslim etmeye mecbur hissetti. Bu sırada da “Allah’ım!
N’olursun beni affet. Bir daha böyle bir günah
işlemeyeceğim.” diye dua ediyordu.
Kadın, Kifl’in yanına gitti. Kifl’in yüzü gülüyordu.
Ancak kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da
titriyordu. Kifl, kadına bu halinin sebebini sordu.
24. Kadın,
- Buraya kendi isteğimle gelmedim. Daha önce böyle bir
günah işlemedim. Onun için Allah’tan çok utanıyorum
ve korkuyorum. Beni bu günaha sürükleyen
fakirliğimdir, dedi. Kifl, duyduklarına çok şaşırmıştı. O
kaskatı kalbi bir anda yumuşayıverdi. İçini pişmanlık
duyguları sarmıştı. O sırada ağzından şu ifadeler
döküldü:
- Sen fakirliğin sebebiyle mecbur kaldığın bir günah
işliyor ve bundan dolayı ağlıyorsun. Halbuki Allah bana
bu kadar servet vermişken, ben günah işlemekten
çekinmiyorum. Ben, Allah’tan utanmaya ve korkmaya
senden daha layığım.
Kifl, pişmanlık hisleri içinde, yapacağı kötü işten
vazgeçti. Kalbine apayrı bir huzur ve mutluluk geldi.
Kadına bir miktar para verip onu gönderdi.
Kadıncağız, sevinç ve kendisini harama girmekten
koruyan Rabb’ine şükür içinde evine döndü.
Kifl, artık eski Kifl değildi. O güne kadar yapmış
olduğu bütün günahlar için tevbe ediyordu. O gün
sabaha kadar Rabb’ine dua dua yalvardı ve affını
diledi. O gece Kifl’in ecel vaktiydi. O hal üzere ruhunu
Rahman’a teslim eyledi.
Sabah olmuştu. Kifl’in evinden çıkmadığını gören
yakınları kapıyı açtıklarında Kifl’i ölü olarak buldular.
Bu sırada kapısında herkesin okuyabileceği şekilde
şöyle bir yazı vardı: “Allah, Kifl’in günahlarını affetti.”
Halk, bu duruma şaşırdı kaldı. Allah, Kifl’in
affedilmesine sebep olan bu olayı, o dönemin
peygamberine vahiy yoluyla bildirdi. Böylece herkesin
şaşkınlığı gitti ve insanlar bundan büyük bir ders
25. aldılar.
Hikâye bize ne anlatıyor?
Tevbe kapısı her zaman ve her kişi için açıktır. Bir
kimse ne kadar günahkâr bir kul olursa olsun büyük
bir pişmanlık ve samimiyetle tevbe ederse Allah onun
tevbesini kabul eder ve onu bağışlar.
Allah, kendi rızası istikametinde bir hayat yaşamaya
gayret eden kullarını sever. Rahmetinin gereği olarak
bazen kulları günaha gireceği an onları değişik
vesilelerle korur. O yüzden kula düşen Rabb’iyle
arasındaki bağı devamlı surette güçlü tutmasıdır.
Kaynak: Zaman Ailem, 167. Sayı
Allahü Teâlâyı Bilirmisin?
Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu.
Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona
acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa,
26. büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl
erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona
Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip,
çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve
ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu
birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar,
cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir
koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı
korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir.
İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim
-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl bildin?
27. -Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim
korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle
bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara
benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse,
Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini
anladım. Abdullah bin Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet
ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim.
O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim,
sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak
olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili
zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla
O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen
sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ
28. etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu
kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet
olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise
bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu
öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat
ver, buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer
ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi,
beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e
kavuşamazsın, dedi.
Altıyüz Dirhemlik İp
Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de
ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el
emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve
anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.
Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların
29. bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her
hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki
altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye
karar verdi.
- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver,
diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda
giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin
önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh
mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını
görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu
ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim
dedi ve ipi verdi.
Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka
yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği
belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider.
Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye
başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret
ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.
Hazreti Şeyh kadına dönerek.
- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası
gelsin ne kadar ettiyse alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı?
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta
hadar bir zaman içinde gelir.
30. Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir,
kadına:
- Yarın gel, paranı al.
Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde
olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken,
Mürütler:
- Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek,
derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında
idiler.
Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin
huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin
altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın
ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular.
Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk
yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol
alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana
bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır,
yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede
bulacağız, dedi.
Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip
gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de
baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin
güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine
getirdik, dediler.
Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın
gelip sordu.
- Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
31. - Benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu?
Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani
Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.
Allah'ın Beratı
Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün
kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua
etti:
- Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz
kuluna bir belge gönder.
Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt
geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın
geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı
olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette
durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai
Hazretlerine götürdü.
Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca
kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:
- Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf
kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat
göndermek şerefine eriştirdin, dedi.
32. Müridler:
- Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz
ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl
anlıyorsunuz? dediler.
O:
- Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli
siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu
kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır,
buyurdu.
Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı
Yayınevi
Ana Hakkı
Hazreti Peygamberimiz (s.a.s.) eshabıyla oturmuş
sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resulullah'ın
huzuruna telaşla girerek:
- Ya Resûlellah! Şu anda kocam ölüm dçşeğinde, belki
biraz sonra ölmüş olacak... Yalnız yanında kelime-i
şehadet getirdiğimi anladığı ve kendiside getirmeye
çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın
33. imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir
yardımınızı bekliyorum, dedi.
Hazreti Peygamberimiz:
- Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu?
diye sordu.
Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp
her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye
çalıştığını söyledi.
Bu sefer Peygamberimiz:
- Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu.
Kadın ihtiyar bir annesi olduğunu söyleyince
Peygamberimz (s.a.s.) kadının kocası Alkama'nın
anasın huzura çağırdı. Hazreti Alkama'nın anası,
Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı.
Peygamberimiz:
- Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan
memnunmusun? diyr sordu.
Alkamanın anası:
- Ya Resulullah, oğlum evleninceye kadar çok iyi
muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi,
bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini
bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.
34. Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı kadına; oğlunun ölüm
döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde
cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:
- Hakkımı helâl etmem ey Allah'ın Resûlü, dedi.
Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi
getiremiyordu.
Hazreti Peygamberimi, kadının annelik şefkatini
harekete geçirmek için, orada bulunanlara:
- Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi.
Kadın hayretle :
- Odunu ne yapacaksın ya Resûlellah! diye sormaktan
kendini alamadı.
Çünkü o da şüphelenmişti.
Peygamber Efendimiz :
- Oğlunu yakacağım... Zira yarın cehennemde
yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi buyurunca,
kadın dayanamadı,
- Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya
Resûlellah ! Ona hakkımı helal ediyorum, dedi.
35. Murat hasıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz, Bilâl-ı
Habeşi Hazretlerini göndererek :
- Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular.
- Bilâl-i Habeşi Alkam'nın yanına varıp şehadet
kelimesei telkin ettiğinde, Alkama'nın dili açılmıştı :
- Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlüllah, deyip
ruhunu Allah'a teslim etti.
Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İ.Sıddık İmamoğlu, Osmanlı
Yayınevi
Annenin İhtiyacı Var
Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle anlatır:
İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir
anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin
hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet
ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı
ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
- Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim,
dedi.
- Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya
kaldı ve o anda bir rüya gördü.
Rüyasında bir ses ona:
- Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık,
deyince genç:
- Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise
36. anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel
yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi.
Ses ona:
- Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız
yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere
annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.
Anzaklı Ömer'în Hikayesi
Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara
hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için,
lütfen okuyun.
Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu
85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da
oturmaktadır.
Anzaklı Ömer'in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp
Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere
ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı
hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle
anlatıyor:
Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical
Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan
almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi
çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki
yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine,
37. tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da
laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca
bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..
-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu
açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi
var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
-Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir
işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki
Türk bayrağı nedir?"
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim
milletimin bayrağı, benim bayrağım...
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı
ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk'üm...."
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı..
Anlatmaya başladı:
"Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de..
Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden
asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım.
İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar.
Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda..
Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına
38. katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı
topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk
ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler,
orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp
Çanakkale'ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize
düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor,
gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze
çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de
yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu.
Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti
gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok
üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık.
Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk
başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı
gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu
barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden
kaynaklanıyormuş.
Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi
püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene
püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir
dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi
açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum.
Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri
barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat
ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı
sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında
bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum
ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile
kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok
39. olmuştum doğrusu..
Dedim ki kendi kendime:
-'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama
öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden
öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine
götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.
Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil
insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya
gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar
Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu
pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne
yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi
serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte
memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için
koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu
bayrağın esrarı bu işte.."
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam
etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere
iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba
sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde
yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk...
Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken
bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz
Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi
hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
"Ömer" cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?"
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden
40. ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben
-Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme
baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına
yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak
dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef
Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
-"Olsun" dedim.
-"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman
olmak zor mu ?"
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar
vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle
konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
-"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra
kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul
etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu..
Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih
bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek
Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında
Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih
bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih
çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün
yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma olur mu?"
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel
41. şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim
ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim,
bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden
güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam
hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir
anons duydum;
"Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına
vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ
elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme
Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı
Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna
oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o
şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa
Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde
kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim,
ağladım... "
Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat
sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil
Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin
hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut
bulmasın..."
42. Ararslanın da Şerefi Var
Abdülazîz Debbağ hazretleri'ninbir grup talebesi bir
yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında eşkıyâ
saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi
tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden, içlerinden
iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir arslanın
dolaştığını fark ettiler. Biri diğerine;
-Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler, dedi.
Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana rastladılar
ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken
konakladıkları yerde, bir kişi uyumayıp arkadaşlarını
bekledi. Hocaları Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna
geldiklerinde uyumayan talebe;
-Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum.
Çünkü dün gece hiç uyumadım,dedi.
Abdülazîz Debbağ;
-Niçin uyumadın? diye sorunca;
-Arkadaşlarımı korumak için,diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
-Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda
sağlamaz. Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin
43. yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor
musun? dedi.
Talebe;
-O gece ne oldu?diye sual edince:
-O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı.
Daha sonra sizden ayrılınca oradan gelip geçeni
gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız
yeri onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi
soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir arslanın
dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi kendilerine;
"Arslanı öldürürsek bunlar uyanır, soygun yapmaya
kalkışırsak arslan engel olur." dedikten sonra bir çıkar
yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler.
Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza
geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca, aralarında
şöyle konuştular: "Bunlar nasıl insanlardır ki hangi
yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı."
Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ
onların kalblerini mühürledi, dedi.
Talebe;
-Yolda rastladığım ölü tavşan neydi? diye sorunca,
Abdülazîz Debbağ;
-Arslanın bir onuru vardır. Bir insanın yüzüne sinek
konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken, bir
tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin.
Arslan bir pençe vurarak öldürdü, buyurdu.
44. Arzu Eden Gelsin
Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle
sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için
Çamlıca civârındaki Bulgurlu'ya gitti. Bulgurlu'ya
gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd
namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara;
- Bize bugün Üsküdar'a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine
getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle
gelebilir, buyurdu.
Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar'a gelmek üzere
yola çıktı. Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve;
-Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza
vardım. "Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu'dadır."
dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size
gelişimin sebebi, Üsküdar'da Bülbülderesi denilen yerdeki
bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh
45. Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine
karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak
yaşamaya gayret eden biriydi. Ömrünün sonuna doğru
bana; "Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât
ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre
koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin
vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve
başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi
ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir."
buyurdu. Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden
geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti, dedi.
Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir
kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu.
Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi.
Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre
koydu ve telkînini verdi
Asalet & Terbiye
Firavun'un kahinleri, saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya
geldiğini kendisine haber verdiler. Firavun ölmemek için
öldürmek sevdasına kapıldı. O sene dünyaya gelen erkek
çocuklarını, kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak
46. sokak, ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı.
Kadının biri, doğum sancıları başlayınca, mağaraya vardı
ve çocuğunu orada dünyaya getirdi. Çocuğunun , gözünün
önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak
evine döndü. Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu,
Cenab-ı Hakk'ın emriyle, Hz.Cebrail besleyip büyüttü.
İlk fırsatta mağaraya koşan kadın, çocuğunu hayatta
bulunca sevindi, onu emzirip doyurdu ve tekrar evine
döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda
Hz.Musa'nın kavmini, altından buzağıya taptıran kimse bu
çocuk oldu. Adı Musa.
Samira kabilesine mensup bulunduğu için, kendisine
Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca, Cebrail
aleyhiselamın verdiği gıdaya ihanet etti.
Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi, Peygamberi ve
Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu. Cenab-ı
Hakk, onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü.
Hz.Musa'nın annesi, kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir
sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı. Nil'in
kıyısında yapılmış sarayının balkonunda, karısı Asiye ile
birlikte oturmakta bulunan Firavun, nehirden gelmekte olan
sandığı yakalatıp açtırdı. Derhal, içinden çıkan küçük Hz.
Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani
olarak:
- Benim için de, senin için de bir göz bebeği! Onu
öldürmeyin. Olur ki, bize faidesi dokunur, yahut onu evlat
ediniriz, dedi.
Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber
oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı. Bir Arab şairi, aslet
olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken:
Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün
47. Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü
demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü
Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için)
Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir"
At Hırsızı
Abdullah-ı İlâhîHYPERLINK "../evliyalar/ea0034.htm"
anlatıyor:
Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ
ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük
âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti.
Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp,
içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât
gözüktü. Hırsız bu hali görünce, kendini hemen at
gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde
48. boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan
ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü.
Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi
olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet
göstererek selâm verdiler.
Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca;
- Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi
tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik, dediler.
Atların sâhibi olan zât;
- Onun yerine, at hırsızını tayin ettik, dedi.
Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen
velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin,
gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı.
Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından
çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek kucakladılar.
Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına
gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden
arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler.
Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu
anlattıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir
çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına
girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının
gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve
ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu
kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere
49. harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup,
o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki,
işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü
teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda
yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."
Ateş Lazım Oldu
Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında
yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin
evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan
kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı
kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı.
Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in
yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu
uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz
toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın
belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun
Reşid sordu:
- Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?
- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.
- Ne işin vardı cehennemde?
50. - Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.
- Peki, getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle
görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz,
ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.
Ayakkabının Çamuru
Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ
namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan
yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur
bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı.
Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek
temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü.
Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi
ve üzülerek;
"Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin?
51. Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü
teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri
dönüp o mecûsînin kapısını çaldı.
Kapıyı açan mecûsî;
"Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca;
"Sizden özür dilemeye geldim." dedi.
Mecûsî hayretle;
"Ne özrü?" diye sordu. O da;
"Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu
ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu
doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği
unutturdu." deyince,
Mecûsî hayretle;
"Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur
içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir
çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî;
"Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak
lâzımdır." dedi.
Mecûsî;
52. "Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı
olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca;
"Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed
aleyhisselâm öğretti." dedi.
Mecûsî;
"O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek
kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
Azap Melekleri ve Günahkar Genç
Mahşerde bir genç, Allah Teala'dan aman dilemiş.
Günahı pek çokmuş. Melekler, onu cehenneme atmak
için koşmuşlar. Fakat yüce ihsan sahibi Hakim-i Teala,
ona yaran olmuş. Melekler tam onu yakaladıkları
sırada,
"Neden bu genci cehenneme sürüklüyorsunuz?" diye
bir hitap gelmiş.
Onlar şöylece cevap vermişler:
"Onu cehenneme atmak için sürüklüyoruz."
53. Bunun üzerine yene Allah Teala'dan bir hitap gelmiş.
“Şaşılacak şey doğrusu. Biz onunlayız ama siz bunu
duyamazsınız. Biz ikimiz beraberiz ve beraber olmaya
devam edeceğiz."
Melekler bu sözü hakikaten de duymamışlar. Böyle bir
lütfü görmemişler. Fakat bu sözün heybetinden hepsi
susmuş, titremiş ve kendilerinden geçmişler
Allah Teala, gence yeniden,
“Ey pejmürde! bu hale düştün de sürünüp
durmaktasın? Kendine gel! Kaç onlardan!" diye hitap
etmiş.
Genç demiş ki:
“Ya rabbi! Böyle bir yerde ne yapabilirim? Bu ovanın
ne başı var, ne sonu. Böyle bir kıyametten nasıl
kurtulurum? Buradan bir kaçış yolu yok ki?”
Allah Teala,
"Ey sarhoşluk batağına düşen kimse!" diye hitap etmiş.
"Gel, bize kaç! Bize kaçarsan onlardan kurtuldun
demektir."
Genç,
"Bende bu kudret yok. Elimde çaresizlikten başka bir
şey kalmadı. Senin lütfun imdadıma yetişmedikçe, senin
sır perdelerin beni gizlemedikçe buradan kurtulamam"
demiş.
Bunun üzerine Allah Teala, onu keremiyle örtmüş.
Kıyametteki mahlukattan gizlemiş. Devletiyle onu sırlar
makamına ulaştırmış, vuslat yurduna eriştirmiş.
Melekler, kendilerine geldiklerinde orada o genci birr
hayli aramışlar ama bulamamışlar.
Allah Teala’ya,,
"O günahkar ne oldu, nereye gitti? Yoksa beka
54. aleminde fenaya mı erişti? Cenneti dearadık, cehennemi
Fakat bir türlü onu göremedik. Elimizden kaçırdık
gitti. Ya rabbi, onun nereye gittiğini sen bilirsin! Eğer
bunu bizeL söylemezsen mahvoluruz" diye
seslenmişler,
Allah Teâlâ,
“Bu bizim hikmetlerimizdendir. O, bizim himayemizde
artık. Bizim huzurumuzda yer edindi kendine. Artık
onunla işiniz yok. Bu işi bir o, bir biz biliriz. Siz aradan
çekilin artık!” diye hitap etmiş.
Ey kardeşim! Allah bir kişiye inayet eder, yar olursa
artık araya hiç ağyar girebilir mi? Allah insana önce
doğru yolu buldurmak için inayet eder. Peygamberi bir
güneş kılaraktan alemi aydınlatır. Allah inayetiyle seni
has kullarından eyledi mi tüm kusurlarından kurtulur-
sun. Sana cemalini gösterir. Böylelikle de işin, gücün
yalnızca onu seyretmek olur.
Kaynak: Feridüddin Attar, İlahiname, Semerkand Yayınları, 2007
Azrail araya girdi
55. Azrail anını almaya geldiğinde Hz.İbrahim, canını
kolay teslim etmez. Azrail'e:
- Yürü git, Sultana arzet, halilinden can istemesin artık,
der.
Yüce Allah buyurur ki:
"Eğer Halil'imsen haliline canını feda et! Halbuki sen
canını vermemeye uğraşıyorsun. Başka kim böyle
dostundan canını esirger?"
Yanında bulunanlardan biriside Hz.İbrahim'e
-Ey alemin nuru, neden Azrail'e can vermiyorsun?
Aşıklar bu yola canlarını koyarlar; sen ise bir canını
esirgiyorsun diyiince:
Halillullah derki.
- Ben hemen canımı verecektim ama araya Azrail girdi.
Halbuki ateşe atılırken Cebrail gelmiş, "Ey Halil,
benden bir şey iste" demişti. O zaman ben Cebraile
bakmadım ben. Çünkü yolumu kesiyor, beni
Rabbimden alıkoyuyordu. Cebrail'e bile baş
eğmemişken ben, nasıl olur da Azrail'e can veriririm?
Allah'tan "Canını feda et" sesini duymadıkça can
veremem ben. Fakat O can vermemi emrederse, bütün
can ülkesi yarım arpa bile etmez bence. O
emretmedikçe iki alemde de canımı başka birisine
teslim edemem ben. Diyeceğim bundan ibaret.
Kaynak: Mantıku't - Tayr, Feridüddin Attar