SlideShare a Scribd company logo
1 of 56
Adalet
    İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün
mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların
  içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini
      söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans
     imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence
    karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse
  atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya
                     yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek,
papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin
  çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar.
Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
 - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin
     tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman
      hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını
 dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm
   görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de
    evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ
          küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
    Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip
gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam
beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden
       biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle
                        karşılaştılar:
  Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat
       hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş.
  Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk
 akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın
 olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp
   kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de
kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet
     bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine
   hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp
            götürmüş ama at da o gece ölmüş.
 Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı
          çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
  - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim,
   sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı
       alırdım. Fakat ben zamanında makamımda
  bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine
   madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan
    zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını
                    müslümana vermiş.
   Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu
görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir
 kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında
                      hayret etmişler.
  Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış.
 Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
  Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın
    alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara
sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz
sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç
heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle
    tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim
                          etmek ister;
   - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım,
    altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın
  olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın.
                    Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da
                          şöyle söyler:
     - Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı
  olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de
  dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden
      çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu
altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan
 anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal
   eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da
                         tekrarlarlar.
 Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar.
    Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu
 öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak
                             verir.
  Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu
   anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna
gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip
                         şöyle derler:
 - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin
   hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir
  dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük
yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden
       vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme
uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.

  Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu,
                Osmanlı Yayınevi




                    Adalet ve Tevazu


     Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz
  Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve
  sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece
çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı.
    Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları
yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle
   ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla
            gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
  Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma
  hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan
   sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren
                   görevliye şöyle dedi:
            - Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
              Fakat görevli itiraz edecek oldu:
  - Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm
hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin
                      yakınlarındandır.
                     Halife cevap verdi:
  - Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize
         gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
    Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle
                          açıklardı:
    - Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları
   karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
 Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin
             yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
       - Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi
                     yaptırmak istemem.
         - Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
  - Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
  Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve
                          şöyle dedi:
 - Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum,
                     yine aynı Ömer'im.
   İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde
adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi
 adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken
     onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para
  karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi
   suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları
  adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini
   serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de
                    kaçmasını söylemişti.
Ağızdaki Taşın Hikmeti



  Birgün Hazret-i Ebû Bekr (r.a), hazret-i Fahr-i âlem
   seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i
    mükerremin (s.a.v.) huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle
    otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir
 edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler
 söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre
edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm
  eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin
  edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip,
 birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle
  ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr
    'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına
                düşüp, yetişdi ve dedi ki:

 - Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip,
gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben
    ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.

  Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.'
                     buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa
başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o
  kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba
geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs
    geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.

 Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a) ondan sonra, vaktli
 vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş
 koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ
  fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi
    kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra,
    mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz
söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek
ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye,
 hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î
  lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve
        gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.

             Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin




              Alay etmenin cezası
Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün
 dergâhın önünde otururken Abdürrahîm
Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a
         gidip gitmediğini sordu.

                 O da;
      "Gitmedim efendim" deyince;

 "Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?"
                buyurdu.

  İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil
bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu
hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini
          gören Gavs-ül-Memdûh;

 "Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta
mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan
  uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve
                 hocasına;

    "O köy buraya uzaktır, görünmez
      efendim." diye cevap verdi.

             Bunun üzerine;

     "Doğu tarafına bak!" buyurdu.
O anda küçük bir tepenin yamacında
kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne
geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-
  ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç
 tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy
 bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış
   yatıyor, talebelerle alay ediyordu.
            Gavs-ül-Memdûh;

"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay
  ettiğini görüyor musun?" diye sordu.

                 O da;

  "Görüyorum efendim. Eğer müsâade
buyurursanız hemen hakkından geleyim."
              diye sordu.

  Hocasının hiç cevap vermemesinden
  cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye
  doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle,
ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş
  ki, birden karnını tutmaya ve feryâd
etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat
            Gavs-ül-Memdûh;

"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
Boşi köyü de gözünden kayboldu.
   Hocasının bu kerâmetlerine hayran
                kalmıştı.

 Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün
  bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-
 Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol
kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış
  kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı
   kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne
  ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu
  anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi;

"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden
talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle
  karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum
 hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi.
  Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe
 ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın
eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek
                   ağladı.

Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok
üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak
duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini
 bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin
 ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline
                   geldi.
Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları




       Allah Mazlumları Zorbalardan Korur




 İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman
  İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte
 Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm
  sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır.
   Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen
gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir.
 Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne
       kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.
 Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek
      isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:

             - Bu kadın senin neyindir?
               İbrahim Aleyhisselam:
             -Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir
                     açıklama getirir:
   -Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim
     olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı
   çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden
    başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı
zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir
            demem, din kardeşliği açısındadır.
  Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi.
    Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla
              Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya
  niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere
  çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir
  insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl
      gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir
 olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze
birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi
 şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun
                      karşısına çıkar.
  Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır.
 Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa
kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki
        rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:

"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu
     ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı,
namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma,
                  beni ondan koru!"
 Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını
eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun
kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o
esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu
     yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi
 çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz
endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu
onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
                       "Ya Rabbim!
    Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline
                           getir."
     Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de
    vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine
yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını
 kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay
                    üç defa tekrarlandı.
      Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü.
                 Adamlarına emirler verdi:
   -Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye
 getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun,
          yanına cariyelerimden birini de verin.
     Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden,
 tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu.
                 Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu,
         bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
   Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette
                  insana bir mesaj vardır.
       Beyan Dergisi, 89.Sayı, Ocak -2007HYPERLINK
                "http://www.beyan.com.tr/"
Allah Nasıl Misafir Edilir?


             Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
      - Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz.
Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram
etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları
 azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten
 ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir
şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat
 Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta
   bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida
                         olundu:
   - «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip
                    söylemiyorsun?»
                  Musa Aleyhisselâm:
  «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya
       ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların
             söylediklerinden beridir» dedi.
                       Allah (c.c.):
    «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı
geleceğim» buyurdu.
 Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar
     etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi.
    Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası
  hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne
 bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı
  misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan
 sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun
   argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:
    «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir
    miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.
                           Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım.
  Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.)
                         gelecek, dedi.
   Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı
     vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah
    oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu.
    Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
              İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
   - Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi
      kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar
               dediğinde, şöyle hitap olundu:
    - Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya
gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen,
    ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa
                          Kelîmullah:
    - Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu,
 Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz,
beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne
yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine
   sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç
olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz»
                        buyurdu.
  Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın
kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı
                      olmaktadır.

 Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu, Osmanlı
                         Yayınevi




                     Allah rızası
        Cüneyd-i Bağdadi, birisi ona gelir sorar:
              -İhlâsı kimden öğrendiniz?
    -Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım.
 Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım
       sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim.
      - Peşin peşin söyliyeyim param yok, dedim,
    - Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?
Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu
         bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti.
                         Berber:
- Kusura bakmayınız efendim. Sizi ücreti mukabilinde
  traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi,
                          dedi.
 Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan
 birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese
                    altın götürdüm.
- Asla alamam. İnan Allah'ın rızası daha değerli, dedi.




                    Allah'ın Emaneti

 Hz.Ümm-i Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun
idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat
kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp,
                 komşularına dönerek:
              - Babasına haber vermeyin.
  Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve
           döndüğünde, çocuğu sordu, hanımı:
          - Gördüğünden şimdi çok iyidir, der.
  Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir
      müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet
metanetle şöyle der:
  - Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap
                    eder mi etmez mi?
- Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan
                    şey geri verilmeli.
     - O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş
                 bulunduğu çocuğu aldı.
              Ebu Talha bu sözü duyunca :
 - Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun
          tarafına döneceğiz, der ve şükreder.
     Sabah olunca gidip Resulullah'a (s.a.v.) anlatır.
                   Resulullah (s.a.v.):
- Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha'ya
                   ver, diye dua eder.
 Nitekim, dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir
çocukları olur. Çocuk, Peygamberimizin himayelerinde
   büyürler, İslam Tarihinde önmeli bir şahsiyet olur.




                Allah'ı bilmeye yüz delil
Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları
         yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor,
  Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya
 çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a
   geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın
   ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri
vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu.
 Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden
                            miydi?
        Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî
   hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı;
       ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup,
      görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana
                 gelmemesini temin etmekti.
      Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı
                  ziyaretine gelmeyen zâta,
- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap
                         verdi o zât:
   - Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir
        şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey
      kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.
Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu
    defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi
                       peşine sıraladı:
  - Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü
         uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok
   meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz?
         Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.
    - Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri
  vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek
                         vâcip olsun?
- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler
   aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar.
  Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş
                           sayılırlar.
  - Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek
    olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?
   - Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...
 - Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri
    gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar
     şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu
    delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-
Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile
  kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye
                  delil ve burhan arayayım?
 Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra
    yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî
                           hazretleri,
 - Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman
 ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle
            de beni daha fazla merakta bırakma.
 Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin,
        fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:
  - Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:
- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da,
           ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...
                               ....
İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli
  ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve
  dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve
hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan
nezâket ve saygıları...
Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...




         Allah'tan Utanandan Her Şey Utanır

Ma'rûf-ı Kerhi Hazretlerinin bir dayısı şehrin vâlisi idi.
 Vâli, bir gün şehrin kenar mahallelerini dolaşıyordu.
 Ma'rûf'u bir kenarda oturmuş ekmek yerken gördü.
Önünde de bir köpek vardı. Bir lokma kendi yiyor, bir
          lokma da köpeğin ağzına veriyordu.

                         Dayısı,

  - Köpekle birlikte yemeğe utanmıyor musun dedi.

                       Maruf;
Utandığım için bu zavallıyı yediriyorum dedi ve başını
 kaldırıp havadaki bir kuşa seslendi. Kuş uçup geldi,
  eline kondu ve kanadıyla başını ve gözünü örttü.
Ma'rûf;

   -Allah'tan utanandan her şey utanır, buyurdu.
Dayısı bu hâli görüp, bu sözü işitmekle hem hayret etti,
                hem de oradan uzaklaştı.




      Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım!

 Çok eski devirlerde Kifl adında bir adam vardı. Kifl,
    ahlâkî ve insanî değerlere önem vermeyen, para
  kazanmak için her yolu meşru gören çok zengin bir
   adamdı. Zenginliğini de faizden elde etmişti. Dara
düşen, ihtiyacı olan kimse kendisine geliyor, oda yüksek
bir faizle geri ödenmesi şartıyla onlara para veriyordu.
Vadesi geldiği zaman kişi parasını ödeyemezse bu sefer
     faiz miktarını daha da artırıyordu. Şayet yine
   ödeyemezse adamları vasıtasıyla o kimsenin bütün
              varına yoğuna el koyuyordu.
  Bir gün, kapısına borç için bir kadın geldi. Bu kadın
yakın zamanda kocasını kaybetmiş, namuslu, kendisini
 çocuklarına adamış bir anneydi. Bir süre, kocasından
kalan şeylerle evini idare etmeye çalışmıştı. Ancak artık
evde para kalmamıştı. Bunun için çalışması
  gerekiyordu. Bir yerde iş bulmak istedi; ama dışarısı
         dul bir kadın için çalışmaya müsait değildi.
Neden sonra aklına evde dokuma yapıp onları yakın bir
  arkadaşı vasıtasıyla satmaya karar verdi. Bunun için
      bir dokuma tezgahına ihtiyacı olacaktı. Tezgahı
   alabilmek için de borç arayışına girdi. Yakın dost ve
     akrabalarına gitti; ama kimsede para yoktu. Çok
   üzülmüştü. Çaresiz bir şekilde evine doğru giderken
   yolda istemeden iki kişi arasında geçen bir diyaloga
   şahit oldu. Şehirde Kifl adında bir kişinin insanlara
borç para verdiğini duydu. Hemen onun yanına gitmeye
                          karar verdi.
     Kifl kapıda kadını görünce çok beğendi. Onu elde
etmek istedi. Kadın, Kifl’den karşılığını ödemek şartıyla
       borç para istedi. Kifl, kadının dul olduğunu da
 anlayınca ona ahlaksız bir teklifte bulundu. Kendisiyle
 beraber olması şartıyla vereceği parayı istemeyeceğini
        söyledi. Bu teklifi kadın şiddetle reddetti. Çok
    üzülmüştü. En çok da kendisine böylesi tekliflerin
  gelmesinden korkuyordu. “Allah’ım bana yardım et.”
                         diye dua etti.
    Aradan birkaç gün daha geçmişti. Evde hiçbir şey
     kalmamıştı. Çocuklar açlıktan ağlıyordu. Onların
    ağlamasına kendisi de katılıyordu. Kendisini Kifl’e
 teslim etmeye mecbur hissetti. Bu sırada da “Allah’ım!
       N’olursun beni affet. Bir daha böyle bir günah
             işlemeyeceğim.” diye dua ediyordu.
    Kadın, Kifl’in yanına gitti. Kifl’in yüzü gülüyordu.
       Ancak kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da
     titriyordu. Kifl, kadına bu halinin sebebini sordu.
Kadın,
- Buraya kendi isteğimle gelmedim. Daha önce böyle bir
 günah işlemedim. Onun için Allah’tan çok utanıyorum
        ve korkuyorum. Beni bu günaha sürükleyen
fakirliğimdir, dedi. Kifl, duyduklarına çok şaşırmıştı. O
  kaskatı kalbi bir anda yumuşayıverdi. İçini pişmanlık
     duyguları sarmıştı. O sırada ağzından şu ifadeler
                            döküldü:
   - Sen fakirliğin sebebiyle mecbur kaldığın bir günah
işliyor ve bundan dolayı ağlıyorsun. Halbuki Allah bana
     bu kadar servet vermişken, ben günah işlemekten
 çekinmiyorum. Ben, Allah’tan utanmaya ve korkmaya
                     senden daha layığım.
      Kifl, pişmanlık hisleri içinde, yapacağı kötü işten
  vazgeçti. Kalbine apayrı bir huzur ve mutluluk geldi.
        Kadına bir miktar para verip onu gönderdi.
    Kadıncağız, sevinç ve kendisini harama girmekten
       koruyan Rabb’ine şükür içinde evine döndü.
     Kifl, artık eski Kifl değildi. O güne kadar yapmış
    olduğu bütün günahlar için tevbe ediyordu. O gün
     sabaha kadar Rabb’ine dua dua yalvardı ve affını
 diledi. O gece Kifl’in ecel vaktiydi. O hal üzere ruhunu
                   Rahman’a teslim eyledi.
     Sabah olmuştu. Kifl’in evinden çıkmadığını gören
 yakınları kapıyı açtıklarında Kifl’i ölü olarak buldular.
    Bu sırada kapısında herkesin okuyabileceği şekilde
şöyle bir yazı vardı: “Allah, Kifl’in günahlarını affetti.”
       Halk, bu duruma şaşırdı kaldı. Allah, Kifl’in
       affedilmesine sebep olan bu olayı, o dönemin
 peygamberine vahiy yoluyla bildirdi. Böylece herkesin
     şaşkınlığı gitti ve insanlar bundan büyük bir ders
aldılar.
               Hikâye bize ne anlatıyor?
 Tevbe kapısı her zaman ve her kişi için açıktır. Bir
kimse ne kadar günahkâr bir kul olursa olsun büyük
bir pişmanlık ve samimiyetle tevbe ederse Allah onun
         tevbesini kabul eder ve onu bağışlar.
Allah, kendi rızası istikametinde bir hayat yaşamaya
gayret eden kullarını sever. Rahmetinin gereği olarak
   bazen kulları günaha gireceği an onları değişik
  vesilelerle korur. O yüzden kula düşen Rabb’iyle
  arasındaki bağı devamlı surette güçlü tutmasıdır.
               Kaynak: Zaman Ailem, 167. Sayı




             Allahü Teâlâyı Bilirmisin?



 Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu.
Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona
 acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa,
büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl
  erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona
Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip,
               çocuğun yanına geldi ve:

    -Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.

                        Çocuk:

          -Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.

          -Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?

                  -Bu koyunlarımla.

          -Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?

 -Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve
  ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu
  birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar,
cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir
  koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı
korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir.
    İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim

             -Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?

          -Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.

             -Böyle olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu koyunlardan.

                         -Nasıl?

 -Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim
   korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle
 bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara
benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse,
   Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini
           anladım. Abdullah bin Mübârek:

 -İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.

                        Çocuk:

 -Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.

             -Peki başka ne öğrenmişsin?

 -Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.

      -Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.

-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet
 ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim.
        O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim,
 sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak
     olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili
zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla
O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen
  sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ
etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu
  kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet
      olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise
               bedenimden uzaklaştırırım.

        Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:

-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu
öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat
                     ver, buyurdu.

 -Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer
ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi,
 beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e
                   kavuşamazsın, dedi.




                 Altıyüz Dirhemlik İp

Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de
ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el
emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve
anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.
Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların
bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her
hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki
altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye
karar verdi.
- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver,
diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda
giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin
önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh
mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını
görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu
ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim
dedi ve ipi verdi.
Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka
yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği
belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider.
Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye
başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret
ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.
Hazreti Şeyh kadına dönerek.

- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası
gelsin ne kadar ettiyse alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı?
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta
hadar bir zaman içinde gelir.
Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir,
kadına:
- Yarın gel, paranı al.
Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde
olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken,
Mürütler:
- Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek,
derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında
idiler.
Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin
huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin
altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın
ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular.
Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk
yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol
alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana
bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır,
yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede
bulacağız, dedi.
Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip
gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de
baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin
güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine
getirdik, dediler.
Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın
gelip sordu.
- Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
- Benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu?
Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani
Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.




                    Allah'ın Beratı


    Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün
 kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua
                           etti:
 - Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz
                kuluna bir belge gönder.
   Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt
geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın
    geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı
olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette
 durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai
                  Hazretlerine götürdü.
    Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca
      kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:
  - Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf
   kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat
           göndermek şerefine eriştirdin, dedi.
Müridler:
- Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz
    ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl
                 anlıyorsunuz? dediler.
                          O:
 - Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli
siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu
  kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır,
                        buyurdu.

  Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı
                         Yayınevi




                      Ana Hakkı
  Hazreti Peygamberimiz (s.a.s.) eshabıyla oturmuş
  sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resulullah'ın
             huzuruna telaşla girerek:

- Ya Resûlellah! Şu anda kocam ölüm dçşeğinde, belki
  biraz sonra ölmüş olacak... Yalnız yanında kelime-i
  şehadet getirdiğimi anladığı ve kendiside getirmeye
 çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın
imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir
            yardımınızı bekliyorum, dedi.

              Hazreti Peygamberimiz:

- Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu?
                    diye sordu.

Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp
   her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye
                 çalıştığını söyledi.

              Bu sefer Peygamberimiz:

     - Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu.

    Kadın ihtiyar bir annesi olduğunu söyleyince
  Peygamberimz (s.a.s.) kadının kocası Alkama'nın
  anasın huzura çağırdı. Hazreti Alkama'nın anası,
     Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı.
                  Peygamberimiz:

 - Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan
            memnunmusun? diyr sordu.

                  Alkamanın anası:

   - Ya Resulullah, oğlum evleninceye kadar çok iyi
muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi,
 bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini
bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.
Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı kadına; oğlunun ölüm
 döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde
   cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:

   - Hakkımı helâl etmem ey Allah'ın Resûlü, dedi.

    Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi
                  getiremiyordu.

   Hazreti Peygamberimi, kadının annelik şefkatini
     harekete geçirmek için, orada bulunanlara:

    - Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi.

                   Kadın hayretle :

- Odunu ne yapacaksın ya Resûlellah! diye sormaktan
                 kendini alamadı.

              Çünkü o da şüphelenmişti.

               Peygamber Efendimiz :

    - Oğlunu yakacağım... Zira yarın cehennemde
yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi buyurunca,
                 kadın dayanamadı,

- Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya
    Resûlellah ! Ona hakkımı helal ediyorum, dedi.
Murat hasıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz, Bilâl-ı
          Habeşi Hazretlerini göndererek :

   - Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular.

    - Bilâl-i Habeşi Alkam'nın yanına varıp şehadet
  kelimesei telkin ettiğinde, Alkama'nın dili açılmıştı :

  - Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlüllah, deyip
                ruhunu Allah'a teslim etti.

Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İ.Sıddık İmamoğlu, Osmanlı
                       Yayınevi



                 Annenin İhtiyacı Var

  Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle anlatır:
  İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir
    anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin
   hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet
ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı
       ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
 - Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim,
                            dedi.
    - Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya
              kaldı ve o anda bir rüya gördü.
                  Rüyasında bir ses ona:
 - Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık,
                       deyince genç:
   - Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise
anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel
            yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi.
                         Ses ona:
 - Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız
   yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere
        annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.




              Anzaklı Ömer'în Hikayesi

    Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara
   hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için,
                      lütfen okuyun.
  Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu
       85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da
                      oturmaktadır.
 Anzaklı Ömer'in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp
    Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere
  ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı
hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle
                        anlatıyor:
 Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical
 Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan
almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi
 çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki
yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine,
tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da
 laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca
      bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..
    -Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu
  açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi
 var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
                  -Siz Türk müsünüz?
 -Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir
                       işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki
                 Türk bayrağı nedir?"
          -Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
                    Ben yine ısrarla:
   -Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim
         milletimin bayrağı, benim bayrağım...

Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı
                ve mırıltı halinde sordu:
                  -Siz Türk müsünüz?
                   -Evet Türk'üm...."
  İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı..
                   Anlatmaya başladı:
  "Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de..
 Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden
asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım.
           İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar.
Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda..
 Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına
katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı
    topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk
  ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler,
     orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp
                 Çanakkale'ye getirdiler.
 Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize
    düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor,
      gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze
  çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de
   yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu.
    Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti
   gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok
  üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık.
 Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk
  başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı
gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu
   barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden
                    kaynaklanıyormuş.
         Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi
   püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene
        püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..
    Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir
    dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi
açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum.
 Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri
 barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat
    ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı
 sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında
bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum
 ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile
     kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok
olmuştum doğrusu..
                  Dedim ki kendi kendime:
   -'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama
         öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden
      öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine
 götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.
Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil
     insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya
  gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar
  Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu
     pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne
yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi
       serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte
memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için
     koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu
                  bayrağın esrarı bu işte.."
  Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam
  etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere
 iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba
 sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde
yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk...
Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken
  bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz
  Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi
  hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.
                   Peşinden nemli gözlerle
             -Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
                 "Ömer" cevabını verdim.
                   Merakla tekrar sordu:
         -Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?"
    -Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden
ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
            -Senin adın Müslüman adı mı?
                          Ben
        -Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme
  baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına
yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak
                        dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef
  Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.

                     -"Olsun" dedim.
 -"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman
                     olmak zor mu ?"
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar
vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle
      konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
-"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra
kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul
etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu..
                       Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih
    bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek
                Allah'ımı ansam olur mu?
  Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında
Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih
    bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih
    çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün
      yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
            -Beni yalnız bırakma olur mu?"
                   -Ne gibi Ömer amca?
 -Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel
şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim
   ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim,
   bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden
       güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam
 hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir
                     anons duydum;
    "Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
      Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına
  vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ
elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme
    Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı
     Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna
  oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o
         şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
 Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa
     Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde
  kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim,
                       ağladım... "
    Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat
  sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil
Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin
       hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut
                       bulmasın..."
Ararslanın da Şerefi Var

  Abdülazîz Debbağ hazretleri'ninbir grup talebesi bir
     yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında eşkıyâ
   saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi
tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden, içlerinden
   iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir arslanın
           dolaştığını fark ettiler. Biri diğerine;
 -Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler, dedi.
  Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana rastladılar
 ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken
 konakladıkları yerde, bir kişi uyumayıp arkadaşlarını
    bekledi. Hocaları Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna
             geldiklerinde uyumayan talebe;
 -Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum.
           Çünkü dün gece hiç uyumadım,dedi.
                    Abdülazîz Debbağ;
             -Niçin uyumadın? diye sorunca;
     -Arkadaşlarımı korumak için,diye cevap verdi.
                      Bunun üzerine;
-Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda
   sağlamaz. Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin
yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor
                       musun? dedi.
                          Talebe;
             -O gece ne oldu?diye sual edince:
-O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı.
     Daha sonra sizden ayrılınca oradan gelip geçeni
gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız
   yeri onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi
soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir arslanın
  dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi kendilerine;
  "Arslanı öldürürsek bunlar uyanır, soygun yapmaya
kalkışırsak arslan engel olur." dedikten sonra bir çıkar
  yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler.
   Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza
   geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca, aralarında
  şöyle konuştular: "Bunlar nasıl insanlardır ki hangi
 yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı."
 Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ
           onların kalblerini mühürledi, dedi.
                          Talebe;
   -Yolda rastladığım ölü tavşan neydi? diye sorunca,
                    Abdülazîz Debbağ;
  -Arslanın bir onuru vardır. Bir insanın yüzüne sinek
konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken, bir
    tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin.
       Arslan bir pençe vurarak öldürdü, buyurdu.
Arzu Eden Gelsin

  Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle
sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için
   Çamlıca civârındaki Bulgurlu'ya gitti. Bulgurlu'ya
 gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd
     namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara;

- Bize bugün Üsküdar'a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine
getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle
                    gelebilir, buyurdu.

 Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar'a gelmek üzere
yola çıktı. Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve;

   -Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza
 vardım. "Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu'dadır."
    dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size
gelişimin sebebi, Üsküdar'da Bülbülderesi denilen yerdeki
 bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh
Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine
    karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak
   yaşamaya gayret eden biriydi. Ömrünün sonuna doğru
     bana; "Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât
   ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre
  koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin
vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve
başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi
   ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir."
 buyurdu. Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden
    geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti, dedi.

 Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir
kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu.
Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi.
 Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre
                  koydu ve telkînini verdi




                     Asalet & Terbiye
 Firavun'un kahinleri, saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya
 geldiğini kendisine haber verdiler. Firavun ölmemek için
 öldürmek sevdasına kapıldı. O sene dünyaya gelen erkek
 çocuklarını, kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak
sokak, ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı.
 Kadının biri, doğum sancıları başlayınca, mağaraya vardı
 ve çocuğunu orada dünyaya getirdi. Çocuğunun , gözünün
   önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak
    evine döndü. Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu,
   Cenab-ı Hakk'ın emriyle, Hz.Cebrail besleyip büyüttü.
     İlk fırsatta mağaraya koşan kadın, çocuğunu hayatta
    bulunca sevindi, onu emzirip doyurdu ve tekrar evine
 döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda
 Hz.Musa'nın kavmini, altından buzağıya taptıran kimse bu
                     çocuk oldu. Adı Musa.
    Samira kabilesine mensup bulunduğu için, kendisine
     Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca, Cebrail
            aleyhiselamın verdiği gıdaya ihanet etti.
      Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi, Peygamberi ve
   Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu. Cenab-ı
 Hakk, onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü.
  Hz.Musa'nın annesi, kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir
      sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı. Nil'in
  kıyısında yapılmış sarayının balkonunda, karısı Asiye ile
birlikte oturmakta bulunan Firavun, nehirden gelmekte olan
 sandığı yakalatıp açtırdı. Derhal, içinden çıkan küçük Hz.
 Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani
                            olarak:
       - Benim için de, senin için de bir göz bebeği! Onu
 öldürmeyin. Olur ki, bize faidesi dokunur, yahut onu evlat
                         ediniriz, dedi.
  Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber
  oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı. Bir Arab şairi, aslet
 olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken:
             Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün
Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü

demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü
   Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için)
       Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir"




                        At Hırsızı
Abdullah-ı İlâhîHYPERLINK "../evliyalar/ea0034.htm"
                    anlatıyor:
 Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ
  ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük
  âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti.
 Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp,
 içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât
    gözüktü. Hırsız bu hali görünce, kendini hemen at
gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde
boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan
ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü.
 Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi
  olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet
              göstererek selâm verdiler.

    Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca;
- Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi
    tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik, dediler.

               Atların sâhibi olan zât;
      - Onun yerine, at hırsızını tayin ettik, dedi.

   Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen
velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin,
 gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı.
     Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından
 çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek kucakladılar.
Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına
   gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden
     arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler.

    Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu
            anlattıktan sonra şöyle dedi:

   "Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir
  çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına
girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının
gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve
   ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu
   kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere
harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup,
   o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki,
   işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü
  teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda
         yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."




                   Ateş Lazım Oldu

   Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında
    yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin
   evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan
kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı
  kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı.
     Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in
  yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu
uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz
   toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın
  belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun
                       Reşid sordu:
        - Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?

       - Cehennemden geliyorum ey hükümdar.

             - Ne işin vardı cehennemde?
- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.

               - Peki, getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle
görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz,
    ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.




                Ayakkabının Çamuru

     Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ
namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan
     yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur
    bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı.
   Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek
 temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü.
 Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi
                      ve üzülerek;

"Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin?
Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü
teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri
          dönüp o mecûsînin kapısını çaldı.

                Kapıyı açan mecûsî;

    "Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca;

        "Sizden özür dilemeye geldim." dedi.

                  Mecûsî hayretle;

           "Ne özrü?" diye sordu. O da;

  "Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu
ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu
doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği
               unutturdu." deyince,

                  Mecûsî hayretle;

"Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur
 içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir
  çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi.

                 Bâyezîd-i Bistâmî;

"Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak
                 lâzımdır." dedi.

                      Mecûsî;
"Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı
      olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca;

"Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed
             aleyhisselâm öğretti." dedi.

                       Mecûsî;

   "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek
      kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.




         Azap Melekleri ve Günahkar Genç

   Mahşerde bir genç, Allah Teala'dan aman dilemiş.
 Günahı pek çokmuş. Melekler, onu cehenneme atmak
için koşmuşlar. Fakat yüce ihsan sahibi Hakim-i Teala,
   ona yaran olmuş. Melekler tam onu yakaladıkları
                        sırada,
 "Neden bu genci cehenneme sürüklüyorsunuz?" diye
                   bir hitap gelmiş.
            Onlar şöylece cevap vermişler:
      "Onu cehenneme atmak için sürüklüyoruz."
Bunun üzerine yene Allah Teala'dan bir hitap gelmiş.
  “Şaşılacak şey doğrusu. Biz onunlayız ama siz bunu
 duyamazsınız. Biz ikimiz beraberiz ve beraber olmaya
                     devam edeceğiz."
 Melekler bu sözü hakikaten de duymamışlar. Böyle bir
 lütfü görmemişler. Fakat bu sözün heybetinden hepsi
       susmuş, titremiş ve kendilerinden geçmişler
               Allah Teala, gence yeniden,
        “Ey pejmürde! bu hale düştün de sürünüp
 durmaktasın? Kendine gel! Kaç onlardan!" diye hitap
                          etmiş.
                      Genç demiş ki:
 “Ya rabbi! Böyle bir yerde ne yapabilirim? Bu ovanın
     ne başı var, ne sonu. Böyle bir kıyametten nasıl
      kurtulurum? Buradan bir kaçış yolu yok ki?”
                       Allah Teala,
"Ey sarhoşluk batağına düşen kimse!" diye hitap etmiş.
   "Gel, bize kaç! Bize kaçarsan onlardan kurtuldun
                        demektir."
                          Genç,
 "Bende bu kudret yok. Elimde çaresizlikten başka bir
şey kalmadı. Senin lütfun imdadıma yetişmedikçe, senin
sır perdelerin beni gizlemedikçe buradan kurtulamam"
                          demiş.
   Bunun üzerine Allah Teala, onu keremiyle örtmüş.
Kıyametteki mahlukattan gizlemiş. Devletiyle onu sırlar
    makamına ulaştırmış, vuslat yurduna eriştirmiş.
 Melekler, kendilerine geldiklerinde orada o genci birr
          hayli aramışlar ama bulamamışlar.
                     Allah Teala’ya,,
     "O günahkar ne oldu, nereye gitti? Yoksa beka
aleminde fenaya mı erişti? Cenneti dearadık, cehennemi
   Fakat bir türlü onu göremedik. Elimizden kaçırdık
 gitti. Ya rabbi, onun nereye gittiğini sen bilirsin! Eğer
        bunu bizeL söylemezsen mahvoluruz" diye
                       seslenmişler,
                        Allah Teâlâ,
“Bu bizim hikmetlerimizdendir. O, bizim himayemizde
  artık. Bizim huzurumuzda yer edindi kendine. Artık
onunla işiniz yok. Bu işi bir o, bir biz biliriz. Siz aradan
             çekilin artık!” diye hitap etmiş.
  Ey kardeşim! Allah bir kişiye inayet eder, yar olursa
  artık araya hiç ağyar girebilir mi? Allah insana önce
doğru yolu buldurmak için inayet eder. Peygamberi bir
 güneş kılaraktan alemi aydınlatır. Allah inayetiyle seni
has kullarından eyledi mi tüm kusurlarından kurtulur-
  sun. Sana cemalini gösterir. Böylelikle de işin, gücün
              yalnızca onu seyretmek olur.


Kaynak: Feridüddin Attar, İlahiname, Semerkand Yayınları, 2007




                    Azrail araya girdi
Azrail anını almaya geldiğinde Hz.İbrahim, canını
               kolay teslim etmez. Azrail'e:
- Yürü git, Sultana arzet, halilinden can istemesin artık,
                            der.
                 Yüce Allah buyurur ki:
 "Eğer Halil'imsen haliline canını feda et! Halbuki sen
    canını vermemeye uğraşıyorsun. Başka kim böyle
                dostundan canını esirger?"
     Yanında bulunanlardan biriside Hz.İbrahim'e
   -Ey alemin nuru, neden Azrail'e can vermiyorsun?
  Aşıklar bu yola canlarını koyarlar; sen ise bir canını
                  esirgiyorsun diyiince:
                     Halillullah derki.
- Ben hemen canımı verecektim ama araya Azrail girdi.
    Halbuki ateşe atılırken Cebrail gelmiş, "Ey Halil,
  benden bir şey iste" demişti. O zaman ben Cebraile
       bakmadım ben. Çünkü yolumu kesiyor, beni
       Rabbimden alıkoyuyordu. Cebrail'e bile baş
 eğmemişken ben, nasıl olur da Azrail'e can veriririm?
    Allah'tan "Canını feda et" sesini duymadıkça can
 veremem ben. Fakat O can vermemi emrederse, bütün
        can ülkesi yarım arpa bile etmez bence. O
   emretmedikçe iki alemde de canımı başka birisine
      teslim edemem ben. Diyeceğim bundan ibaret.

          Kaynak: Mantıku't - Tayr, Feridüddin Attar
Dini hikayeler 1

More Related Content

What's hot

Uyku Örüntüsünde Rahatsızlık-Sunum
Uyku Örüntüsünde Rahatsızlık-SunumUyku Örüntüsünde Rahatsızlık-Sunum
Uyku Örüntüsünde Rahatsızlık-Sunumnandacepte.org
 
Mi̇mar si̇nan sunum
Mi̇mar si̇nan sunumMi̇mar si̇nan sunum
Mi̇mar si̇nan sunumAWFiS Gdańsk
 
Doku Bütünlüğünde Bozulma Sunum
Doku Bütünlüğünde Bozulma SunumDoku Bütünlüğünde Bozulma Sunum
Doku Bütünlüğünde Bozulma Sunumnandacepte.org
 
Esmaül Hüsna (Allah'ın 99 İsmi ve Türkçe Anlamları)
Esmaül Hüsna (Allah'ın 99 İsmi ve Türkçe Anlamları)Esmaül Hüsna (Allah'ın 99 İsmi ve Türkçe Anlamları)
Esmaül Hüsna (Allah'ın 99 İsmi ve Türkçe Anlamları)Suat Furkan ISIK
 
Aktivite İntoleransı Sunum
Aktivite İntoleransı SunumAktivite İntoleransı Sunum
Aktivite İntoleransı Sunumnandacepte.org
 
Konstipasyon Riski Sunum
Konstipasyon Riski SunumKonstipasyon Riski Sunum
Konstipasyon Riski Sunumnandacepte.org
 
Konya tanıtım slaytı
Konya tanıtım slaytıKonya tanıtım slaytı
Konya tanıtım slaytıMehmet Atabay
 
Hasta haklari iletisim dili ve hasta memnuniyeti
Hasta haklari iletisim dili ve hasta memnuniyetiHasta haklari iletisim dili ve hasta memnuniyeti
Hasta haklari iletisim dili ve hasta memnuniyetiKemal ASLAN
 
Balanced Score Card
Balanced Score CardBalanced Score Card
Balanced Score CardEren YAMAN
 
Preeklampsi, Eklampsi - www.jinekolojivegebelik.com
Preeklampsi, Eklampsi - www.jinekolojivegebelik.comPreeklampsi, Eklampsi - www.jinekolojivegebelik.com
Preeklampsi, Eklampsi - www.jinekolojivegebelik.comjinekolojivegebelik.com
 
Aile planlamasi ve danişmanliği (fazlası için www.tipfakultesi.org )
Aile planlamasi ve danişmanliği (fazlası için www.tipfakultesi.org )Aile planlamasi ve danişmanliği (fazlası için www.tipfakultesi.org )
Aile planlamasi ve danişmanliği (fazlası için www.tipfakultesi.org )www.tipfakultesi. org
 
Ana sağliği
Ana sağliğiAna sağliği
Ana sağliğieskici
 
Çevre Dostu Alternatif Ürünler
Çevre Dostu Alternatif ÜrünlerÇevre Dostu Alternatif Ürünler
Çevre Dostu Alternatif ÜrünlerTAYTEK
 

What's hot (20)

V di̇yagram
V di̇yagramV di̇yagram
V di̇yagram
 
Uyku Örüntüsünde Rahatsızlık-Sunum
Uyku Örüntüsünde Rahatsızlık-SunumUyku Örüntüsünde Rahatsızlık-Sunum
Uyku Örüntüsünde Rahatsızlık-Sunum
 
Mi̇mar si̇nan sunum
Mi̇mar si̇nan sunumMi̇mar si̇nan sunum
Mi̇mar si̇nan sunum
 
5 s sayı oyunu
5 s sayı oyunu5 s sayı oyunu
5 s sayı oyunu
 
Doku Bütünlüğünde Bozulma Sunum
Doku Bütünlüğünde Bozulma SunumDoku Bütünlüğünde Bozulma Sunum
Doku Bütünlüğünde Bozulma Sunum
 
Esmaül Hüsna (Allah'ın 99 İsmi ve Türkçe Anlamları)
Esmaül Hüsna (Allah'ın 99 İsmi ve Türkçe Anlamları)Esmaül Hüsna (Allah'ın 99 İsmi ve Türkçe Anlamları)
Esmaül Hüsna (Allah'ın 99 İsmi ve Türkçe Anlamları)
 
Aktivite İntoleransı Sunum
Aktivite İntoleransı SunumAktivite İntoleransı Sunum
Aktivite İntoleransı Sunum
 
Satiş departmani kurma
Satiş departmani kurmaSatiş departmani kurma
Satiş departmani kurma
 
Konstipasyon Riski Sunum
Konstipasyon Riski SunumKonstipasyon Riski Sunum
Konstipasyon Riski Sunum
 
Սասնա Ծռեր
Սասնա ԾռերՍասնա Ծռեր
Սասնա Ծռեր
 
Konya tanıtım slaytı
Konya tanıtım slaytıKonya tanıtım slaytı
Konya tanıtım slaytı
 
Hasta haklari iletisim dili ve hasta memnuniyeti
Hasta haklari iletisim dili ve hasta memnuniyetiHasta haklari iletisim dili ve hasta memnuniyeti
Hasta haklari iletisim dili ve hasta memnuniyeti
 
Balanced Score Card
Balanced Score CardBalanced Score Card
Balanced Score Card
 
Preeklampsi, Eklampsi - www.jinekolojivegebelik.com
Preeklampsi, Eklampsi - www.jinekolojivegebelik.comPreeklampsi, Eklampsi - www.jinekolojivegebelik.com
Preeklampsi, Eklampsi - www.jinekolojivegebelik.com
 
Matematik Dergisi Örneği
Matematik Dergisi ÖrneğiMatematik Dergisi Örneği
Matematik Dergisi Örneği
 
Aile planlamasi ve danişmanliği (fazlası için www.tipfakultesi.org )
Aile planlamasi ve danişmanliği (fazlası için www.tipfakultesi.org )Aile planlamasi ve danişmanliği (fazlası için www.tipfakultesi.org )
Aile planlamasi ve danişmanliği (fazlası için www.tipfakultesi.org )
 
Ana sağliği
Ana sağliğiAna sağliği
Ana sağliği
 
Պարույր Սևակ
Պարույր ՍևակՊարույր Սևակ
Պարույր Սևակ
 
OMAHA SİSTEMİ .pptx
OMAHA SİSTEMİ .pptxOMAHA SİSTEMİ .pptx
OMAHA SİSTEMİ .pptx
 
Çevre Dostu Alternatif Ürünler
Çevre Dostu Alternatif ÜrünlerÇevre Dostu Alternatif Ürünler
Çevre Dostu Alternatif Ürünler
 

Viewers also liked

Onderzoeksrapport acrs v3.0_definitief
Onderzoeksrapport acrs v3.0_definitiefOnderzoeksrapport acrs v3.0_definitief
Onderzoeksrapport acrs v3.0_definitiefrloggen
 
Schrijven voor het web
Schrijven voor het webSchrijven voor het web
Schrijven voor het webSimone Levie
 
Magazine Protezione Civile - Anno 4 - n. 14 - gennaio-marzo 2014
Magazine Protezione Civile - Anno 4 - n. 14 - gennaio-marzo 2014Magazine Protezione Civile - Anno 4 - n. 14 - gennaio-marzo 2014
Magazine Protezione Civile - Anno 4 - n. 14 - gennaio-marzo 2014angerado
 
Comic objetivos del milenio (AECIi)
Comic objetivos del milenio (AECIi)Comic objetivos del milenio (AECIi)
Comic objetivos del milenio (AECIi)Geohistoria23
 
éTica empresarial
éTica empresarialéTica empresarial
éTica empresarialfundemas
 
Celebrando la vida y la amistad
Celebrando la vida y la amistadCelebrando la vida y la amistad
Celebrando la vida y la amistadEnrique Posada
 
4a imagen reputacion_villafane
4a imagen reputacion_villafane4a imagen reputacion_villafane
4a imagen reputacion_villafaneAnayde15
 
Estructura Organizacional
Estructura OrganizacionalEstructura Organizacional
Estructura Organizacionalmatias vasquez
 
Ruby Enterprises, Roorkee, Hydraulic Pumps & Valves
Ruby Enterprises, Roorkee, Hydraulic Pumps & ValvesRuby Enterprises, Roorkee, Hydraulic Pumps & Valves
Ruby Enterprises, Roorkee, Hydraulic Pumps & ValvesIndiaMART InterMESH Limited
 
Gestion tecnologica
Gestion tecnologicaGestion tecnologica
Gestion tecnologicaLorena Ohmen
 
Hoe veilig is het werken in een verontreinigde bodem(compleet)_K.Hoogeboom_16...
Hoe veilig is het werken in een verontreinigde bodem(compleet)_K.Hoogeboom_16...Hoe veilig is het werken in een verontreinigde bodem(compleet)_K.Hoogeboom_16...
Hoe veilig is het werken in een verontreinigde bodem(compleet)_K.Hoogeboom_16...Kelvin Hoogeboom
 
HID&V presentation class #1
HID&V presentation class #1HID&V presentation class #1
HID&V presentation class #1Paul Kahn
 
Unidad Didáctica: Los sectores ecónomicos
Unidad Didáctica: Los sectores ecónomicosUnidad Didáctica: Los sectores ecónomicos
Unidad Didáctica: Los sectores ecónomicosmarina valverde
 

Viewers also liked (20)

Onderzoeksrapport acrs v3.0_definitief
Onderzoeksrapport acrs v3.0_definitiefOnderzoeksrapport acrs v3.0_definitief
Onderzoeksrapport acrs v3.0_definitief
 
Schrijven voor het web
Schrijven voor het webSchrijven voor het web
Schrijven voor het web
 
Rodriguez alvarez
Rodriguez alvarezRodriguez alvarez
Rodriguez alvarez
 
Modulo7gestion
Modulo7gestionModulo7gestion
Modulo7gestion
 
C:\Fakepath\Christie
C:\Fakepath\ChristieC:\Fakepath\Christie
C:\Fakepath\Christie
 
Magazine Protezione Civile - Anno 4 - n. 14 - gennaio-marzo 2014
Magazine Protezione Civile - Anno 4 - n. 14 - gennaio-marzo 2014Magazine Protezione Civile - Anno 4 - n. 14 - gennaio-marzo 2014
Magazine Protezione Civile - Anno 4 - n. 14 - gennaio-marzo 2014
 
Karl marx
Karl marxKarl marx
Karl marx
 
Comic objetivos del milenio (AECIi)
Comic objetivos del milenio (AECIi)Comic objetivos del milenio (AECIi)
Comic objetivos del milenio (AECIi)
 
éTica empresarial
éTica empresarialéTica empresarial
éTica empresarial
 
Líneas de transmisión
Líneas de transmisiónLíneas de transmisión
Líneas de transmisión
 
INTENSIDAD,RESISTENCIA Y VOLTAJE
INTENSIDAD,RESISTENCIA Y VOLTAJEINTENSIDAD,RESISTENCIA Y VOLTAJE
INTENSIDAD,RESISTENCIA Y VOLTAJE
 
Celebrando la vida y la amistad
Celebrando la vida y la amistadCelebrando la vida y la amistad
Celebrando la vida y la amistad
 
4a imagen reputacion_villafane
4a imagen reputacion_villafane4a imagen reputacion_villafane
4a imagen reputacion_villafane
 
Punto 7. ISO 9000
Punto 7. ISO 9000Punto 7. ISO 9000
Punto 7. ISO 9000
 
Estructura Organizacional
Estructura OrganizacionalEstructura Organizacional
Estructura Organizacional
 
Ruby Enterprises, Roorkee, Hydraulic Pumps & Valves
Ruby Enterprises, Roorkee, Hydraulic Pumps & ValvesRuby Enterprises, Roorkee, Hydraulic Pumps & Valves
Ruby Enterprises, Roorkee, Hydraulic Pumps & Valves
 
Gestion tecnologica
Gestion tecnologicaGestion tecnologica
Gestion tecnologica
 
Hoe veilig is het werken in een verontreinigde bodem(compleet)_K.Hoogeboom_16...
Hoe veilig is het werken in een verontreinigde bodem(compleet)_K.Hoogeboom_16...Hoe veilig is het werken in een verontreinigde bodem(compleet)_K.Hoogeboom_16...
Hoe veilig is het werken in een verontreinigde bodem(compleet)_K.Hoogeboom_16...
 
HID&V presentation class #1
HID&V presentation class #1HID&V presentation class #1
HID&V presentation class #1
 
Unidad Didáctica: Los sectores ecónomicos
Unidad Didáctica: Los sectores ecónomicosUnidad Didáctica: Los sectores ecónomicos
Unidad Didáctica: Los sectores ecónomicos
 

Similar to Dini hikayeler 1

Similar to Dini hikayeler 1 (20)

Hz. ömer nuşi revan
Hz. ömer nuşi revanHz. ömer nuşi revan
Hz. ömer nuşi revan
 
İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman Olusu
İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman OlusuİL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman Olusu
İL üniversitesi İslam Fıkhı Asr-i Saadet 1.17.Hz.Ömer'in Müslüman Olusu
 
Hz.Ali
Hz.AliHz.Ali
Hz.Ali
 
Siyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. SayıSiyer-i Nebi 32. Sayı
Siyer-i Nebi 32. Sayı
 
2025629.ppt
2025629.ppt2025629.ppt
2025629.ppt
 
İmam gazali devlet başkanlarına nasihatler
İmam gazali   devlet başkanlarına nasihatlerİmam gazali   devlet başkanlarına nasihatler
İmam gazali devlet başkanlarına nasihatler
 
Haya Örneği Hz.Osman
Haya Örneği Hz.Osman Haya Örneği Hz.Osman
Haya Örneği Hz.Osman
 
En Dürüst Kız
En Dürüst KızEn Dürüst Kız
En Dürüst Kız
 
Peygamberimiz ve Sunneti-2
Peygamberimiz ve Sunneti-2Peygamberimiz ve Sunneti-2
Peygamberimiz ve Sunneti-2
 
Ebu Hanife
Ebu HanifeEbu Hanife
Ebu Hanife
 
Münazarat
MünazaratMünazarat
Münazarat
 
Deniz kubbesi
Deniz kubbesiDeniz kubbesi
Deniz kubbesi
 
Victor Hugo - Sefiller - horozz.net
Victor Hugo - Sefiller - horozz.netVictor Hugo - Sefiller - horozz.net
Victor Hugo - Sefiller - horozz.net
 
44.meryem suresi
44.meryem suresi44.meryem suresi
44.meryem suresi
 
İmam gazali kimya-i saâdet
İmam gazali   kimya-i saâdetİmam gazali   kimya-i saâdet
İmam gazali kimya-i saâdet
 
Delilleriyle hanefi fıkhı 1
Delilleriyle hanefi fıkhı 1Delilleriyle hanefi fıkhı 1
Delilleriyle hanefi fıkhı 1
 
Vatan ve millet sevgisi
Vatan ve millet sevgisiVatan ve millet sevgisi
Vatan ve millet sevgisi
 
Bediüzzaman Said Nursi
Bediüzzaman Said NursiBediüzzaman Said Nursi
Bediüzzaman Said Nursi
 
1.20.hicret islam tarihi il üniversitesi
1.20.hicret islam tarihi il üniversitesi1.20.hicret islam tarihi il üniversitesi
1.20.hicret islam tarihi il üniversitesi
 
Susuz ev mimar sinan
Susuz ev   mimar sinanSusuz ev   mimar sinan
Susuz ev mimar sinan
 

More from gelresule

Elif ba dersi
Elif ba dersi Elif ba dersi
Elif ba dersi gelresule
 
tagut ve_destekcileri
 tagut ve_destekcileri tagut ve_destekcileri
tagut ve_destekcilerigelresule
 
En Cok Maas Alan Milletvekiller
En Cok Maas Alan MilletvekillerEn Cok Maas Alan Milletvekiller
En Cok Maas Alan Milletvekillergelresule
 
Kiyamet Alametleri Ahmed Ziyauddin Gumushanevi
Kiyamet Alametleri   Ahmed Ziyauddin Gumushanevi Kiyamet Alametleri   Ahmed Ziyauddin Gumushanevi
Kiyamet Alametleri Ahmed Ziyauddin Gumushanevi gelresule
 
Hz Isa Ve Hz Mehdi
Hz Isa Ve  Hz MehdiHz Isa Ve  Hz Mehdi
Hz Isa Ve Hz Mehdigelresule
 
Ramazanda Ayinda Dikkat Edilecek Hususlar
Ramazanda Ayinda Dikkat Edilecek HususlarRamazanda Ayinda Dikkat Edilecek Hususlar
Ramazanda Ayinda Dikkat Edilecek Hususlargelresule
 
Kiyamet Alemetleri
Kiyamet AlemetleriKiyamet Alemetleri
Kiyamet Alemetlerigelresule
 
Kiyamet alametleri
Kiyamet  alametleriKiyamet  alametleri
Kiyamet alametlerigelresule
 
Elif Ba Dersi Www.Gelresule.Tr.Gg A5 01 32
Elif Ba Dersi  Www.Gelresule.Tr.Gg  A5 01 32Elif Ba Dersi  Www.Gelresule.Tr.Gg  A5 01 32
Elif Ba Dersi Www.Gelresule.Tr.Gg A5 01 32gelresule
 
Elif Ba A13 24
Elif Ba A13 24Elif Ba A13 24
Elif Ba A13 24gelresule
 
Elif Ba A1 12
  Elif Ba  A1 12  Elif Ba  A1 12
Elif Ba A1 12gelresule
 
Ahiret Menzilleri
Ahiret MenzilleriAhiret Menzilleri
Ahiret Menzillerigelresule
 
Nasreddin Hoca Fikralari
Nasreddin Hoca FikralariNasreddin Hoca Fikralari
Nasreddin Hoca Fikralarigelresule
 
Kuran'i Kerim Meali
Kuran'i Kerim MealiKuran'i Kerim Meali
Kuran'i Kerim Mealigelresule
 
Kiyamet Ve Ahiret
Kiyamet Ve AhiretKiyamet Ve Ahiret
Kiyamet Ve Ahiretgelresule
 
Namazladirilis
NamazladirilisNamazladirilis
Namazladirilisgelresule
 

More from gelresule (20)

Elif ba dersi
Elif ba dersi Elif ba dersi
Elif ba dersi
 
tagut ve_destekcileri
 tagut ve_destekcileri tagut ve_destekcileri
tagut ve_destekcileri
 
En Cok Maas Alan Milletvekiller
En Cok Maas Alan MilletvekillerEn Cok Maas Alan Milletvekiller
En Cok Maas Alan Milletvekiller
 
Kiyamet Alametleri Ahmed Ziyauddin Gumushanevi
Kiyamet Alametleri   Ahmed Ziyauddin Gumushanevi Kiyamet Alametleri   Ahmed Ziyauddin Gumushanevi
Kiyamet Alametleri Ahmed Ziyauddin Gumushanevi
 
Hz Isa Ve Hz Mehdi
Hz Isa Ve  Hz MehdiHz Isa Ve  Hz Mehdi
Hz Isa Ve Hz Mehdi
 
Ramazanda Ayinda Dikkat Edilecek Hususlar
Ramazanda Ayinda Dikkat Edilecek HususlarRamazanda Ayinda Dikkat Edilecek Hususlar
Ramazanda Ayinda Dikkat Edilecek Hususlar
 
Kiyamet Alemetleri
Kiyamet AlemetleriKiyamet Alemetleri
Kiyamet Alemetleri
 
Kiyamet alametleri
Kiyamet  alametleriKiyamet  alametleri
Kiyamet alametleri
 
Sozluk
SozlukSozluk
Sozluk
 
Tesbihat
TesbihatTesbihat
Tesbihat
 
Cevsen
CevsenCevsen
Cevsen
 
Elif Ba Dersi Www.Gelresule.Tr.Gg A5 01 32
Elif Ba Dersi  Www.Gelresule.Tr.Gg  A5 01 32Elif Ba Dersi  Www.Gelresule.Tr.Gg  A5 01 32
Elif Ba Dersi Www.Gelresule.Tr.Gg A5 01 32
 
Elif Ba A13 24
Elif Ba A13 24Elif Ba A13 24
Elif Ba A13 24
 
Elif Ba A1 12
  Elif Ba  A1 12  Elif Ba  A1 12
Elif Ba A1 12
 
Ahiret Menzilleri
Ahiret MenzilleriAhiret Menzilleri
Ahiret Menzilleri
 
Fikra
FikraFikra
Fikra
 
Nasreddin Hoca Fikralari
Nasreddin Hoca FikralariNasreddin Hoca Fikralari
Nasreddin Hoca Fikralari
 
Kuran'i Kerim Meali
Kuran'i Kerim MealiKuran'i Kerim Meali
Kuran'i Kerim Meali
 
Kiyamet Ve Ahiret
Kiyamet Ve AhiretKiyamet Ve Ahiret
Kiyamet Ve Ahiret
 
Namazladirilis
NamazladirilisNamazladirilis
Namazladirilis
 

Dini hikayeler 1

  • 1. Adalet İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti: - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz. Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam
  • 2. beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar: Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş: - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş. Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar: Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz
  • 3. sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister; - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler: - Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme
  • 4. uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi Adalet ve Tevazu Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi. Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi: - Ona de ki, elma yerini bulmuştur. Fakat görevli itiraz edecek oldu: - Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm
  • 5. hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır. Halife cevap verdi: - Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur. Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı: - Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler. Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki: - Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin. - Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem. - Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım. - Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz. Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi: - Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im. İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
  • 6. Ağızdaki Taşın Hikmeti Birgün Hazret-i Ebû Bekr (r.a), hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin (s.a.v.) huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki: - Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir. Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
  • 7. - Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a) ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi. Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin Alay etmenin cezası
  • 8. Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da; "Gitmedim efendim" deyince; "Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına; "O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Doğu tarafına bak!" buyurdu.
  • 9. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs- ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu. Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu. O da; "Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu. Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh; "Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
  • 10. Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı. Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül- Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; "Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı. Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.
  • 11. Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları Allah Mazlumları Zorbalardan Korur İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu. Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar: - Bu kadın senin neyindir? İbrahim Aleyhisselam: -Benim kardeşimdir, der.
  • 12. Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir: -Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır. Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı. Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar. Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu: "Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!" Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun
  • 13. kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi: "Ya Rabbim! Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir." Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı. Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi: -Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin. Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince: -Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi. Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır. Beyan Dergisi, 89.Sayı, Ocak -2007HYPERLINK "http://www.beyan.com.tr/"
  • 14. Allah Nasıl Misafir Edilir? Musa Aleyhisselâmın ümmeti: - Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu: - «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?» Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi. Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı
  • 15. geleceğim» buyurdu. Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa: - Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi. Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi. İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip: - Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu: - Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah: - Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah: - «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne
  • 16. yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu. Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır. Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi Allah rızası Cüneyd-i Bağdadi, birisi ona gelir sorar: -İhlâsı kimden öğrendiniz? -Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim. - Peşin peşin söyliyeyim param yok, dedim, - Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin? Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti. Berber:
  • 17. - Kusura bakmayınız efendim. Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi, dedi. Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm. - Asla alamam. İnan Allah'ın rızası daha değerli, dedi. Allah'ın Emaneti Hz.Ümm-i Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp, komşularına dönerek: - Babasına haber vermeyin. Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve döndüğünde, çocuğu sordu, hanımı: - Gördüğünden şimdi çok iyidir, der. Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet
  • 18. metanetle şöyle der: - Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi? - Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli. - O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı. Ebu Talha bu sözü duyunca : - Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun tarafına döneceğiz, der ve şükreder. Sabah olunca gidip Resulullah'a (s.a.v.) anlatır. Resulullah (s.a.v.): - Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha'ya ver, diye dua eder. Nitekim, dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir çocukları olur. Çocuk, Peygamberimizin himayelerinde büyürler, İslam Tarihinde önmeli bir şahsiyet olur. Allah'ı bilmeye yüz delil
  • 19. Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi? Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti. Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta, - Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât: - Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun. Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı: - Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı. - Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?
  • 20. - Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar. - Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı? - Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı... - Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l- Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım? Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri, - Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma. Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir: - Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir. Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder: - Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize... .... İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan
  • 21. nezâket ve saygıları... Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle... Allah'tan Utanandan Her Şey Utanır Ma'rûf-ı Kerhi Hazretlerinin bir dayısı şehrin vâlisi idi. Vâli, bir gün şehrin kenar mahallelerini dolaşıyordu. Ma'rûf'u bir kenarda oturmuş ekmek yerken gördü. Önünde de bir köpek vardı. Bir lokma kendi yiyor, bir lokma da köpeğin ağzına veriyordu. Dayısı, - Köpekle birlikte yemeğe utanmıyor musun dedi. Maruf; Utandığım için bu zavallıyı yediriyorum dedi ve başını kaldırıp havadaki bir kuşa seslendi. Kuş uçup geldi, eline kondu ve kanadıyla başını ve gözünü örttü.
  • 22. Ma'rûf; -Allah'tan utanandan her şey utanır, buyurdu. Dayısı bu hâli görüp, bu sözü işitmekle hem hayret etti, hem de oradan uzaklaştı. Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım! Çok eski devirlerde Kifl adında bir adam vardı. Kifl, ahlâkî ve insanî değerlere önem vermeyen, para kazanmak için her yolu meşru gören çok zengin bir adamdı. Zenginliğini de faizden elde etmişti. Dara düşen, ihtiyacı olan kimse kendisine geliyor, oda yüksek bir faizle geri ödenmesi şartıyla onlara para veriyordu. Vadesi geldiği zaman kişi parasını ödeyemezse bu sefer faiz miktarını daha da artırıyordu. Şayet yine ödeyemezse adamları vasıtasıyla o kimsenin bütün varına yoğuna el koyuyordu. Bir gün, kapısına borç için bir kadın geldi. Bu kadın yakın zamanda kocasını kaybetmiş, namuslu, kendisini çocuklarına adamış bir anneydi. Bir süre, kocasından kalan şeylerle evini idare etmeye çalışmıştı. Ancak artık
  • 23. evde para kalmamıştı. Bunun için çalışması gerekiyordu. Bir yerde iş bulmak istedi; ama dışarısı dul bir kadın için çalışmaya müsait değildi. Neden sonra aklına evde dokuma yapıp onları yakın bir arkadaşı vasıtasıyla satmaya karar verdi. Bunun için bir dokuma tezgahına ihtiyacı olacaktı. Tezgahı alabilmek için de borç arayışına girdi. Yakın dost ve akrabalarına gitti; ama kimsede para yoktu. Çok üzülmüştü. Çaresiz bir şekilde evine doğru giderken yolda istemeden iki kişi arasında geçen bir diyaloga şahit oldu. Şehirde Kifl adında bir kişinin insanlara borç para verdiğini duydu. Hemen onun yanına gitmeye karar verdi. Kifl kapıda kadını görünce çok beğendi. Onu elde etmek istedi. Kadın, Kifl’den karşılığını ödemek şartıyla borç para istedi. Kifl, kadının dul olduğunu da anlayınca ona ahlaksız bir teklifte bulundu. Kendisiyle beraber olması şartıyla vereceği parayı istemeyeceğini söyledi. Bu teklifi kadın şiddetle reddetti. Çok üzülmüştü. En çok da kendisine böylesi tekliflerin gelmesinden korkuyordu. “Allah’ım bana yardım et.” diye dua etti. Aradan birkaç gün daha geçmişti. Evde hiçbir şey kalmamıştı. Çocuklar açlıktan ağlıyordu. Onların ağlamasına kendisi de katılıyordu. Kendisini Kifl’e teslim etmeye mecbur hissetti. Bu sırada da “Allah’ım! N’olursun beni affet. Bir daha böyle bir günah işlemeyeceğim.” diye dua ediyordu. Kadın, Kifl’in yanına gitti. Kifl’in yüzü gülüyordu. Ancak kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da titriyordu. Kifl, kadına bu halinin sebebini sordu.
  • 24. Kadın, - Buraya kendi isteğimle gelmedim. Daha önce böyle bir günah işlemedim. Onun için Allah’tan çok utanıyorum ve korkuyorum. Beni bu günaha sürükleyen fakirliğimdir, dedi. Kifl, duyduklarına çok şaşırmıştı. O kaskatı kalbi bir anda yumuşayıverdi. İçini pişmanlık duyguları sarmıştı. O sırada ağzından şu ifadeler döküldü: - Sen fakirliğin sebebiyle mecbur kaldığın bir günah işliyor ve bundan dolayı ağlıyorsun. Halbuki Allah bana bu kadar servet vermişken, ben günah işlemekten çekinmiyorum. Ben, Allah’tan utanmaya ve korkmaya senden daha layığım. Kifl, pişmanlık hisleri içinde, yapacağı kötü işten vazgeçti. Kalbine apayrı bir huzur ve mutluluk geldi. Kadına bir miktar para verip onu gönderdi. Kadıncağız, sevinç ve kendisini harama girmekten koruyan Rabb’ine şükür içinde evine döndü. Kifl, artık eski Kifl değildi. O güne kadar yapmış olduğu bütün günahlar için tevbe ediyordu. O gün sabaha kadar Rabb’ine dua dua yalvardı ve affını diledi. O gece Kifl’in ecel vaktiydi. O hal üzere ruhunu Rahman’a teslim eyledi. Sabah olmuştu. Kifl’in evinden çıkmadığını gören yakınları kapıyı açtıklarında Kifl’i ölü olarak buldular. Bu sırada kapısında herkesin okuyabileceği şekilde şöyle bir yazı vardı: “Allah, Kifl’in günahlarını affetti.” Halk, bu duruma şaşırdı kaldı. Allah, Kifl’in affedilmesine sebep olan bu olayı, o dönemin peygamberine vahiy yoluyla bildirdi. Böylece herkesin şaşkınlığı gitti ve insanlar bundan büyük bir ders
  • 25. aldılar. Hikâye bize ne anlatıyor? Tevbe kapısı her zaman ve her kişi için açıktır. Bir kimse ne kadar günahkâr bir kul olursa olsun büyük bir pişmanlık ve samimiyetle tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder ve onu bağışlar. Allah, kendi rızası istikametinde bir hayat yaşamaya gayret eden kullarını sever. Rahmetinin gereği olarak bazen kulları günaha gireceği an onları değişik vesilelerle korur. O yüzden kula düşen Rabb’iyle arasındaki bağı devamlı surette güçlü tutmasıdır. Kaynak: Zaman Ailem, 167. Sayı Allahü Teâlâyı Bilirmisin? Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa,
  • 26. büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve: -Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu. Çocuk: -Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi. -Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun? -Bu koyunlarımla. -Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin? -Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim -Allahü teâlâyı nasıl bilirsin? -Hiç bir şeye benzetmeden bilirim. -Böyle olduğunu nasıl bildin?
  • 27. -Yine bu koyunlardan. -Nasıl? -Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek: -İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu. Çocuk: -Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi. -Peki başka ne öğrenmişsin? -Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi. -Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum. -Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ
  • 28. etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım. Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine: -Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu. -Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi. Altıyüz Dirhemlik İp Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı. Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların
  • 29. bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi. - Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak: - Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun? - Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım. - Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım. - Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi. Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi. Hazreti Şeyh kadına dönerek. - Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar ettiyse alırsın. - Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir. - İpilik satıldı mı? Abdülkadir Geylani Hazretleri: - İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir.
  • 30. Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına: - Yarın gel, paranı al. Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Mürütler: - Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler. Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek: - Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda: - Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi. Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda: - Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler. Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu. - Para geldi mi efendim? Şeyh bin altını kadına verirken:
  • 31. - Benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu? Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı. Allah'ın Beratı Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti: - Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder. Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü. Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak: - Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin, dedi.
  • 32. Müridler: - Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? dediler. O: - Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır, buyurdu. Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi Ana Hakkı Hazreti Peygamberimiz (s.a.s.) eshabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resulullah'ın huzuruna telaşla girerek: - Ya Resûlellah! Şu anda kocam ölüm dçşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak... Yalnız yanında kelime-i şehadet getirdiğimi anladığı ve kendiside getirmeye çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın
  • 33. imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi. Hazreti Peygamberimiz: - Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? diye sordu. Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye çalıştığını söyledi. Bu sefer Peygamberimiz: - Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu. Kadın ihtiyar bir annesi olduğunu söyleyince Peygamberimz (s.a.s.) kadının kocası Alkama'nın anasın huzura çağırdı. Hazreti Alkama'nın anası, Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı. Peygamberimiz: - Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnunmusun? diyr sordu. Alkamanın anası: - Ya Resulullah, oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi, bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.
  • 34. Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın: - Hakkımı helâl etmem ey Allah'ın Resûlü, dedi. Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi getiremiyordu. Hazreti Peygamberimi, kadının annelik şefkatini harekete geçirmek için, orada bulunanlara: - Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi. Kadın hayretle : - Odunu ne yapacaksın ya Resûlellah! diye sormaktan kendini alamadı. Çünkü o da şüphelenmişti. Peygamber Efendimiz : - Oğlunu yakacağım... Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi buyurunca, kadın dayanamadı, - Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resûlellah ! Ona hakkımı helal ediyorum, dedi.
  • 35. Murat hasıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz, Bilâl-ı Habeşi Hazretlerini göndererek : - Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular. - Bilâl-i Habeşi Alkam'nın yanına varıp şehadet kelimesei telkin ettiğinde, Alkama'nın dili açılmıştı : - Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlüllah, deyip ruhunu Allah'a teslim etti. Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İ.Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi Annenin İhtiyacı Var Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle anlatır: İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine: - Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi. - Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir ses ona: - Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç: - Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise
  • 36. anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona: - Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi. Anzaklı Ömer'în Hikayesi Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için, lütfen okuyun. Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu 85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da oturmaktadır. Anzaklı Ömer'in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor: Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine,
  • 37. tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında.. -Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim. Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim: -Siz Türk müsünüz? -Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir işaret yaptı. -Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?" -Aldırma öylesine bir şey işte, dedi. Ben yine ısrarla: -Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım... Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu: -Siz Türk müsünüz? -Evet Türk'üm...." İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı: "Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de.. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: -Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına
  • 38. katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz.. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok
  • 39. olmuştum doğrusu.. Dedim ki kendi kendime: -'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.." Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle -Bana adınızı söyler misiniz? dedi. "Ömer" cevabını verdim. Merakla tekrar sordu: -Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?" -Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden
  • 40. ilham alarak bana Ömer adını vermiş. -Senin adın Müslüman adı mı? Ben -Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: -Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun. -"Olsun" dedim. -"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?" Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş.. -"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı: -Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu? Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. -Beni yalnız bırakma olur mu?" -Ne gibi Ömer amca? -Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel
  • 41. şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum; "Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin! Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti... Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım... " Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın..."
  • 42. Ararslanın da Şerefi Var Abdülazîz Debbağ hazretleri'ninbir grup talebesi bir yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında eşkıyâ saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden, içlerinden iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir arslanın dolaştığını fark ettiler. Biri diğerine; -Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler, dedi. Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana rastladılar ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken konakladıkları yerde, bir kişi uyumayıp arkadaşlarını bekledi. Hocaları Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna geldiklerinde uyumayan talebe; -Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadım,dedi. Abdülazîz Debbağ; -Niçin uyumadın? diye sorunca; -Arkadaşlarımı korumak için,diye cevap verdi. Bunun üzerine; -Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda sağlamaz. Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin
  • 43. yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor musun? dedi. Talebe; -O gece ne oldu?diye sual edince: -O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı. Daha sonra sizden ayrılınca oradan gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız yeri onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi kendilerine; "Arslanı öldürürsek bunlar uyanır, soygun yapmaya kalkışırsak arslan engel olur." dedikten sonra bir çıkar yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler. Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca, aralarında şöyle konuştular: "Bunlar nasıl insanlardır ki hangi yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı." Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ onların kalblerini mühürledi, dedi. Talebe; -Yolda rastladığım ölü tavşan neydi? diye sorunca, Abdülazîz Debbağ; -Arslanın bir onuru vardır. Bir insanın yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken, bir tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin. Arslan bir pençe vurarak öldürdü, buyurdu.
  • 44. Arzu Eden Gelsin Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca civârındaki Bulgurlu'ya gitti. Bulgurlu'ya gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara; - Bize bugün Üsküdar'a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir, buyurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar'a gelmek üzere yola çıktı. Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve; -Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza vardım. "Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu'dadır." dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size gelişimin sebebi, Üsküdar'da Bülbülderesi denilen yerdeki bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh
  • 45. Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden biriydi. Ömrünün sonuna doğru bana; "Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir." buyurdu. Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti, dedi. Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi Asalet & Terbiye Firavun'un kahinleri, saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya geldiğini kendisine haber verdiler. Firavun ölmemek için öldürmek sevdasına kapıldı. O sene dünyaya gelen erkek çocuklarını, kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak
  • 46. sokak, ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı. Kadının biri, doğum sancıları başlayınca, mağaraya vardı ve çocuğunu orada dünyaya getirdi. Çocuğunun , gözünün önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak evine döndü. Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu, Cenab-ı Hakk'ın emriyle, Hz.Cebrail besleyip büyüttü. İlk fırsatta mağaraya koşan kadın, çocuğunu hayatta bulunca sevindi, onu emzirip doyurdu ve tekrar evine döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda Hz.Musa'nın kavmini, altından buzağıya taptıran kimse bu çocuk oldu. Adı Musa. Samira kabilesine mensup bulunduğu için, kendisine Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca, Cebrail aleyhiselamın verdiği gıdaya ihanet etti. Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi, Peygamberi ve Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu. Cenab-ı Hakk, onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü. Hz.Musa'nın annesi, kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı. Nil'in kıyısında yapılmış sarayının balkonunda, karısı Asiye ile birlikte oturmakta bulunan Firavun, nehirden gelmekte olan sandığı yakalatıp açtırdı. Derhal, içinden çıkan küçük Hz. Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani olarak: - Benim için de, senin için de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faidesi dokunur, yahut onu evlat ediniriz, dedi. Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı. Bir Arab şairi, aslet olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken: Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün
  • 47. Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için) Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir" At Hırsızı Abdullah-ı İlâhîHYPERLINK "../evliyalar/ea0034.htm" anlatıyor: Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp, içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hırsız bu hali görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde
  • 48. boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler. Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; - Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik, dediler. Atların sâhibi olan zât; - Onun yerine, at hırsızını tayin ettik, dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler. Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi: "Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere
  • 49. harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz." Ateş Lazım Oldu Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu: - Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun? - Cehennemden geliyorum ey hükümdar. - Ne işin vardı cehennemde?
  • 50. - Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim. - Peki, getirdin mi bari? - Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler. Ayakkabının Çamuru Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek; "Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin?
  • 51. Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; "Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca; "Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle; "Ne özrü?" diye sordu. O da; "Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle; "Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi. Mecûsî;
  • 52. "Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca; "Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi. Mecûsî; "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Azap Melekleri ve Günahkar Genç Mahşerde bir genç, Allah Teala'dan aman dilemiş. Günahı pek çokmuş. Melekler, onu cehenneme atmak için koşmuşlar. Fakat yüce ihsan sahibi Hakim-i Teala, ona yaran olmuş. Melekler tam onu yakaladıkları sırada, "Neden bu genci cehenneme sürüklüyorsunuz?" diye bir hitap gelmiş. Onlar şöylece cevap vermişler: "Onu cehenneme atmak için sürüklüyoruz."
  • 53. Bunun üzerine yene Allah Teala'dan bir hitap gelmiş. “Şaşılacak şey doğrusu. Biz onunlayız ama siz bunu duyamazsınız. Biz ikimiz beraberiz ve beraber olmaya devam edeceğiz." Melekler bu sözü hakikaten de duymamışlar. Böyle bir lütfü görmemişler. Fakat bu sözün heybetinden hepsi susmuş, titremiş ve kendilerinden geçmişler Allah Teala, gence yeniden, “Ey pejmürde! bu hale düştün de sürünüp durmaktasın? Kendine gel! Kaç onlardan!" diye hitap etmiş. Genç demiş ki: “Ya rabbi! Böyle bir yerde ne yapabilirim? Bu ovanın ne başı var, ne sonu. Böyle bir kıyametten nasıl kurtulurum? Buradan bir kaçış yolu yok ki?” Allah Teala, "Ey sarhoşluk batağına düşen kimse!" diye hitap etmiş. "Gel, bize kaç! Bize kaçarsan onlardan kurtuldun demektir." Genç, "Bende bu kudret yok. Elimde çaresizlikten başka bir şey kalmadı. Senin lütfun imdadıma yetişmedikçe, senin sır perdelerin beni gizlemedikçe buradan kurtulamam" demiş. Bunun üzerine Allah Teala, onu keremiyle örtmüş. Kıyametteki mahlukattan gizlemiş. Devletiyle onu sırlar makamına ulaştırmış, vuslat yurduna eriştirmiş. Melekler, kendilerine geldiklerinde orada o genci birr hayli aramışlar ama bulamamışlar. Allah Teala’ya,, "O günahkar ne oldu, nereye gitti? Yoksa beka
  • 54. aleminde fenaya mı erişti? Cenneti dearadık, cehennemi Fakat bir türlü onu göremedik. Elimizden kaçırdık gitti. Ya rabbi, onun nereye gittiğini sen bilirsin! Eğer bunu bizeL söylemezsen mahvoluruz" diye seslenmişler, Allah Teâlâ, “Bu bizim hikmetlerimizdendir. O, bizim himayemizde artık. Bizim huzurumuzda yer edindi kendine. Artık onunla işiniz yok. Bu işi bir o, bir biz biliriz. Siz aradan çekilin artık!” diye hitap etmiş. Ey kardeşim! Allah bir kişiye inayet eder, yar olursa artık araya hiç ağyar girebilir mi? Allah insana önce doğru yolu buldurmak için inayet eder. Peygamberi bir güneş kılaraktan alemi aydınlatır. Allah inayetiyle seni has kullarından eyledi mi tüm kusurlarından kurtulur- sun. Sana cemalini gösterir. Böylelikle de işin, gücün yalnızca onu seyretmek olur. Kaynak: Feridüddin Attar, İlahiname, Semerkand Yayınları, 2007 Azrail araya girdi
  • 55. Azrail anını almaya geldiğinde Hz.İbrahim, canını kolay teslim etmez. Azrail'e: - Yürü git, Sultana arzet, halilinden can istemesin artık, der. Yüce Allah buyurur ki: "Eğer Halil'imsen haliline canını feda et! Halbuki sen canını vermemeye uğraşıyorsun. Başka kim böyle dostundan canını esirger?" Yanında bulunanlardan biriside Hz.İbrahim'e -Ey alemin nuru, neden Azrail'e can vermiyorsun? Aşıklar bu yola canlarını koyarlar; sen ise bir canını esirgiyorsun diyiince: Halillullah derki. - Ben hemen canımı verecektim ama araya Azrail girdi. Halbuki ateşe atılırken Cebrail gelmiş, "Ey Halil, benden bir şey iste" demişti. O zaman ben Cebraile bakmadım ben. Çünkü yolumu kesiyor, beni Rabbimden alıkoyuyordu. Cebrail'e bile baş eğmemişken ben, nasıl olur da Azrail'e can veriririm? Allah'tan "Canını feda et" sesini duymadıkça can veremem ben. Fakat O can vermemi emrederse, bütün can ülkesi yarım arpa bile etmez bence. O emretmedikçe iki alemde de canımı başka birisine teslim edemem ben. Diyeceğim bundan ibaret. Kaynak: Mantıku't - Tayr, Feridüddin Attar