Mevlana Türbesi, Küçük Kız ve By Çuu Gizemi
Dünyanın dört bir yanından Mevlana’nın evrenselleşmiş “gel ne olursan ol yine gel” çağrısını duyarak Konya’ya gelmiş insanların, sorularını cevaplamak, bilgi vermek ve yönlendirmekti. Görevim, mesleğimin gereklerini yerine getirmekle bitmiyordu. İnsana olan sevgim–saygım nedeniyle elimden gelenin daha fazlasını yapmaya çalışıyor, gelenlerin nasıl, nerede konaklayacaklarından, öğlen nerede yemek yiyeceklerine, neyi nerede bulacaklarına, Mevlana ve Türbe ile ilgili her türlü sorularına kadar hepsine cevaplayarak, kendi içsel hizmetimi de vermeye gayret ediyordum. Evine gelen misafirleri canla başla ağırlayan ve elindeki bütün imkanları onların önüne seren bir ev sahibi gibiydim.
can akın mr akin şair poet dichter poeta поет сăвăç bardd digter ποιητής poète 诗人詩人 poetry şer poesie 詩歌 詩 poésie poesía photograph fotografie fotografische bild 相片 foto בילד fotoğraf مايكروسوفت أوفيس باوربوينت microsoft powerpoint slayt slideshows slide 維基百科 自由的百科全書 youtube video turkey türkei turquie turchia turquia exhibition ausstellung mostra exposición Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Mövlana Cəlaləddini Rumi Mevlana Dželaludin Rumi Jalal al-Din Muhammad Rumi Jalal ad-Din Rumi Dschalal ad-Din Muhammad Rumi Dschalal ad-Din Muhammad Rumi Jalal ad-Din Muhammad Rumi Jalāl-ad-Dīn Rūmī Yalal ad-Din Muhammad Rumi Ĝalal-ed-din Mohammad Rumi Jalal Ud Din Rumi Gialal al-Din Rumi Celaleddîn Rûmî Dzsalál ad-Dín Rúmí Jalaluddin Muhammad Rumi Jalal ad-Din Rumi Dżalal ad-Din Rumi Dżalaluddin Rumi Dżalal ad-Din Balchi Maulana Rumi Mevlana Jalal al-Din Muhammad Rumi Mawlānā Jalāl ad-Dīn Muhammad Rūmī Mowlana Jalal ad-Din Muhammad Balkhi Rumi Džaláluddín Rúmí Džálál ad-Dín Rúmí Muhammad Džaláluddín Chodávendegár Mauláná Chodávendegár Djalalu'd-Din Rumi Jalal al-din Rumi eller Jalâluddîn Mohammad-i Balkhî Jelaleddin Rumy
3. Konya Mevlana Türbesi'nin önünde bir metrekarelik polis noktasında nöbet tutuyordum. Nöbetimin amacı Mevlana Türbe ve çevresinde huzuru sağlamak, gelen yabancı turistlere yardımcı olmaktı. Dünyanın dört bir yanından Mevlana'nın evrenselleşmiş "gel ne olursan ol yine gel" çağrısını duyarak Konya'ya gelmiş insanların, sorularını cevaplamak, bilgi vermek ve yönlendirmekti. Görevim, mesleğimin gereklerini yerine getirmekle bitmiyordu. İnsana olan sevgim-saygım nedeniyle elimden gelenin daha fazlasını yapmaya çalışıyor, gelenlerin nasıl, nerede konaklayacaklarından, öğlen nerede yemek yiyeceklerine, neyi nerede bulacaklarına, Mevlana ve Türbe ile ilgili her türlü sorularına kadar hepsine cevaplayarak, kendi içsel hizmetimi de vermeye gayret ediyordum. Evine gelen misafirleri canla başla ağırlayan ve elindeki bütün imkanları onların önüne seren bir ev sahibi gibiydim. Her sabah tatil günleri de dahil, Türbe önü erkenden dolar ve ziyaretler başlardı. Her şey kendiliğinden bir düzen içinde işlerdi. Kapı önünde toplanan insanlardan çıt sesi bile çıkmaz, sessizlik ve huzur Türbenin çevresine, oradan insanlara ve bütün şehre yayılırdı. Sanki bu yerde her şey susar, herkes her şeye sessizce eriyerek karışırdı. Dinler, diller, arzular, istekler, beklentiler, sorular son bulur, yaşamın bütün kargaşası, kavgası, mücadelesi sukuta ermiş kalabalığın içinde biterdi. Sessizlik her nefeste bir kez daha içilir ve tek nefes olunurdu. Türbe önünde nöbet tuttuğum sürece ben de kendi adıma bu gizemin, sessizliğin ve huzurun içinde olmaktan mutluluk duyardım. Zaman durur mekan silinir, ben ve Türbe çevresi tek nabız olup atardık. Ne kadar yorgun da olsam, her sesi duyup her şeyden haberim olacak kadar uyanık ve görevimde olurdum. İşimi bitirip eve dönüşe geçtiğimde "gerçek evimden "ayrılıyormuşum hissi" yakamı bırakmaz, gönlümde belli belirsiz bir sızı gözlerimi nemlendirir, yüreğimi gölgelerdi. Yine böyle bir gecenin seher vaktinde nöbetten evime dönmüştüm. Altı yaşındaki küçük oğlum hastalanmış, ateşler içinde yanıyordu. Oğlumu alıp acil müdahale için doktora götürdüm. Yol boyunca yüksek ateşinden dolayı sayıklayıp durdu. Hastanede gerekli tetkikler yapılıp muayene
4. edildikten sonra ilaçlarını alarak evimize döndük. Eve geldiğimizde tedavisi yapılmış ve derin bir uykuya dalmıştı. Ben ise işime dönmek zorundaydım. O gün saat on birde tekrar Konya sporun futbol karşılaşmasında tribünlerde görev verildiği için oğlumu hasta yatağında, ondan biraz büyük olan sekiz yaşındaki ablasına bırakıp işe gittim. Yalnızdım. Bu anlarda yalnızlığın ve çocukların sorumluluğu omuzlarımı çökertiyordu. Stadyumdaki görevimden Konya sporun maçı biter bitmez ayrıldım ve tekrar oğluma bir göz atmak için eve gittim. Biraz ateşi çıkmıştı ama o kadar da yüksek değildi. Kızımı yanıma çağırdım. Küçük yaşta kardeşine annelik yapmak onu erkenden büyütmüştü. Hasta kardeşi için endişe etmekten yorulmuş bedenine baktım. Gözleri hala yaşlı olduğu için benden kaçırmaya çalışıyordu. Elimi şefkatle onun saçlarında gezdirdim. "Endişelenme kızım. Kardeşin çok yakında iyileşecek. Doktorun verdiği ilaçlar, kardeşinin ateşini birazdan düşürür. Sen ve ben elimizden gelen her şeyi yaptık. Şimdi sabırla beklememiz gerekiyor. Allah'ın izniyle kardeşinin yarın hiçbir şeyi kalmayacak. Ama sen, ben gelene kadar uyumayıp kardeşinin ateşini kontrol edersen iyi olur" dedim. Üzüntüden harap olmuş kızıma teselli vermeye çalışsam da kendimi bir türlü içimdeki acı ve çaresizlikten kurtaramadım. Artık hiçbir şeyde teselli bulamıyordum. Sözlerin bittiği yerde ümitlerin tükendiği yerdeydim. Huzursuzca uyuduğum birkaç saatlik uykudan sonra tekrar dokuzda nöbeti devir almak üzere Türbeye doğru yollandım. Aklım ve yüreğim evde çocuklarımın yanında kalmıştı. Şu çocukları hayırlısıyla bir büyütsem diye içimden geçirdim. Ben yol boyunca hüzünle kol kola, kendi dertlerime dalmış bir halde yürürken kar taneleri etrafımda dönerek yerlere düşüyordu. Yüzüme düşen her kar bana yalnızlığımı ve çaresizliğimi bir kez daha hatırlatıyordu. Şu kocaman şehrin ve insanların içinde, gökyüzünden düşen her bir kar tanesi kadar yalnızdım. Ve her bir kar tanesinin çaresizce yere düşeceğini bildiğim kadar, kendimin de karanlık dipsiz bir kuyuya düşmekte olduğumu hissediyordum. Nasıl çıkacaktım bu merdivensiz kuyulardan. Kim bana yol gösterecek, kim benim ellerimden tutacaktı. Türbenin önünde görev yaparken duyduğum huzur da olmasa, çekip gidiverecektim buralardan.
5.
6. Türbeye yaklaştıkça etrafın ne kadar da beyaz olduğunu fark ettim. Konya bembeyaz karlara bürünmüştü. Uzaktan bir süre karların yere düşüşünü seyrettim. Her birinin nasıl da yere diğer karlara karıştığını ve her yeri bembeyaz bir şekle büründürdüklerini, her rengin an be an Tek renge dönüştüğünü izledim. Kar taneleri gökyüzünden, Türbeden gelen ney sesleri eşliğinde sanki sema ederek döne, döne çatıların üstüne düşüyordu. Her biri diğerine hesapsızca sorgusuzca karışıyor ve yekpare bir Beyazlığı oluşturuyordu. O anda şehrin de semazenlerin eteklerinde ağır, ağır sema edercesine döndüğünü ve kara yansıyan ışıklarla daha da çok parladığını gördüm. Bu şehri neden bu kadar çok sevdiğimi o anda anladım. Huzur ve sessizlik her yere yayılmıştı. Ömrünü bu şehirde geçirmiş, manevi dünyasının sırlarını keşfetmiş, yüreğine bütün insanlığı ayrım yapmadan buyur etmiş sevgili Mevlana'nın varlığı ve insan sevgisi, şehrin her köşesiyle bütünleşmişti. Edilen tefekkürlerin, yapılan ibadetlerin, her kalpten yayılan ışığın manası sessizliği her yere ilmik, ilmik işlemişti. Bu diyarlarda sadece yüreklerin sessiz dili ve çağrısı konuşuyordu. Yol boyunca ne acı soğuğu hissettim ne de yüreğimin gözyaşlarını. Yolda her zamanki gibi Şems-i Tebrizi'nin Türbesine uğradım. Duamı ettikten sonra, Şerafettin Cami'nin önünden görevi devir alacağım yere yürüdüm. Ve Türbeye gelen insanlara yardımcı olmaya başladım. Bu sefer akşam nöbeti benimdi. Hasta insanlar, derdine deva arayanlar, dilek dileyenler, ağlayanlar, kendinden geçercesine sessizlik olanlar, dua okuyanlar, damla olup okyanusa karışmaya gelenler insan seli halinde Türbe önünde hızla birikiyordu. Kar yağışı iyice artmıştı. İnsanlara yardımcı olmak için onların arasına girdim. İnsanların sorularını cevapladım. Yardım isteyenlere edebildiğim yardımları esirgemeden yaptım. Ortalığı düzene koyup işimi bitirdikten sonra elektrik ocağı ile ısınan camları soğuktan buz tutmuş nöbetçi kulübüme geri döndüm. Isınmaya çalışırken de bir taraftan burada görev yapan insanları düşündüm. Bazısı sadece görevini yapıyor ve görev tanımı dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Şevkle ve koşulsuzca bir hizmeti insanlardan esirgiyorlardı.
7. Ne hikmetse bu anlayışta çalışan kişiler kısa zaman sonra buradan ayrılıyorlardı. Sanki buradaki gizemli bir şey onların isteksizce laf olsun diye yaptıkları görevlerinde fazla kalmasına izin vermiyordu. Burada uzun yıllardır görevini ifa eden Mevlana Müzesi Müdürü gibi, gönlü ile koşulsuzca sevgiyle hizmet verenler senelerce hizmetlerine devam edebiliyorlardı. Onları hiçbir kudret ne olursa olsun yerinden bile kıpırdatamıyordu. Ortalık sakinleştiğinde, dijital Japonca sözlük ve renkli ofset baskı "Japonya rehberi" kitabıma göz atmaya başladım. Bir iki dakika da olsa boş durmayı sevmiyordum. İlginç şeyleri öğrenmek, ilginç yerlere gitmek-gezmek ve ilginç olaylara karışmayı çok severdim. Genelde bu olayları ben seçmezdim. Olaylar başıma geliverirdi. Belki de ben ilginçliği sevdiğim için geliyorlardı. Nereden çıkmıştı Japoncayı öğrenmek ben de anlamıyordum. Fakat büyük bir hevesle Japonca sözcükleri ezberliyor ve Japonya'yı tanımaya çalışıyordum. Belki de buraya gelen Japon turistlerden etkilenmiştim. Türbe içinde ve dışında çok saygılıydılar. Geleneklerimize- örf ve adetlerimize eksiksizce uymaya çalışıyorlardı. Mevlana ile ilgili her zaman bana soracak soruları oluyordu. Ben de onlar için Japonca Mevlana'nın hayatını ve eserlerini anlatan bir yazı hazırlayıp çoğaltmıştım. Gelen Japon turistlere bu kağıdı veriyordum. Japoncayı öğrenirsem onlara daha çok yardımcı olabileceğimi düşünmüştüm. Çünkü bazı sorulara cevap verememek beni üzüyordu. Japoncayı neden öğrendiğimi düşünürken, ısınmak için üzerimde ki polis montuma bir kez daha sarındım. Çok üşümüştüm. Acaba oğlumun ateşi düşmüş müydü? Solmuş yüzü hiç aklımdan çıkmıyordu. Hele ben eve geldiğimde beni camda beklemesi ve kapıyı açınca, her gün bıkmadan usanmadan kollarıma "dadaaaa" diye atlamasını düşününce iyiden iyiye hüzünlenmeye başladım. Biraz dışarıya bakıp kederimi dağıtmak istedim. Camın buzlanmasından dışarısını göremiyordum. Ara sıra elimle camdaki karları silerek etrafı gözetlemeye çalışıyordum. Kulübe iyice ısınmıştı. Bir ara ısınmanın da etkisiyle rahatladım.
8.
9. Uykusuzluk ve küçük oğlum için duyduğum endişe beni yorgun bırakmış, aklım da evde kalmıştı. Oturduğum yerden dalgın, dalgın buzlu camlara bakıyordum. O anda nasıl olduğunu anlayamadan birden bire ani bir yeşil ışıkla birlikte beyazlar giymiş bir ruhani şekil belirdi karşımda. Gözlerimi kırptım. Sağa sola hareket etmeye çalıştım ama kıpırdayamadım. Beyazlar içindeki şekil bana yaklaştı ve derinden gelen bir sesle, "Oğlumu merak etmememi, şu anda sağlığının iyi olduğunu ve uyuduğunu söyledi. Ancak benim mezarımın arka tarafında üç kişi alkollü vaziyette oturuyor. Türbenin arkasında, duvarın dibinde de aciz küçük bir kız soğuktan donmak üzere. Git ve onu oradan al" Dedi. Ses kulaklarımdan silinir silinmez görüntüde ortadan kayboldu. Şaşkın bir vaziyette oturduğum yerde kalakalmıştım. Bir an ne yapacağımı bilemeden etrafıma bakındım. Gördüğüm düş müydü yoksa gerçek miydi? Durumu anlamak istercesine ışığın parladığı yere doğru elimi salladım hiçbir şey yoktu. Tekrar sesi duyar mıyım diye kulak kabartım seste yoktu. Az önce hiçbir şey olmamış gibi her şey ortadan kaybolmuştu. Ne olmuştu böyle? Ne yapmam gerekiyordu? Ne yapmam gerektiğini bir bilsem hemen harekete geçecektim ama şu an hiçbir şey düşünemiyordum. Sadece "karların altında küçük kız var" cümlesi aklımda var gücüyle yankılanıyordu. Eğer bu doğru ise hemen harekete geçmem gerekiyordu. Donmak üzere olan bir insanın hayatını kurtarmak için, bu bilgiye inanmaya değerdi. "Alkollü üç genç ve donmak üzere olan küçük kız." Bir an ne yapacağımı anlamak istercesine durdum ve yüreğimin sesini dinledim. Ve bu bilgide bir kız çocuğunun yaşamı söz konusuydu. Üç alkollü genç de asayiş konusuna giriyordu. Sesin söylediklerini hatırlayarak hızla yerimden fırladım ve Türbenin arkasına doğru koştum. Türbenin arkasında üç alkollü genç ellerini Mevlana Türbesine doğru açmış bağıra çağıra kendilerinden geçercesine dua ediyorlardı. Buraya alkollü gelip bağırmalarına çok kızmıştım.
10. Ama içimden bir şeyler beni sakin olmam için devamlı zorluyordu. Zihnimde sürekli Mevlana'nın "Gel ne olursan ol yine gel" sözü dolanıp durdu. Beni sakinleştiren bu sözlerdi. Önce gecenin bir yarısı burada neden bağıra çağıra dua ettiklerini anlamanın doğru olacağını düşündüm. Mevlana'nın huzuruna gecenin bir yarısı gelip dua etmelerinin bir nedeni olmalıydı. Onlara doğru yürüdüm ve onlara fısıldayarak "Burada ne yapıyorsunuz, ne oldu? Dedim. "Arkadaşım askerden yeni geldi. Biraz içtik. Arkadaşımıza verecek acı bir haberimiz vardı. Söylemek için cesaretimiz yoktu. Bir türlü ona bunu söyleyemiyorduk. Bu nedenle biraz alkol aldık. Ve arkadaşımıza, Annesinin Babasının o askerdeyken vefat ettiğini söyleyebildik. Ancak onu ne dediysek teselli edemedik. Gecenin bir yarısı Mevlana'ya gideceğim diye tutturdu. Şimdi gecenin üçünde buradayız polis ağabeyciğim." dedi. Gençleri Türbenin arka bahçesinden yavaşça çıkardım ve ailesini kaybetmiş gençle özel olarak konuştum. Diğerlerinde de Türbeye alkollü gelinmemesi gerektiğini ve ziyaretlerini belli saygı kuralları çerçevesinde gerçekleştirmeleri gerektiğini izah etmeye çalıştım. Onlara anlayışla yaklaşmam ve onların dertlerini anlayıp bir abi gibi yardımcı olmaya çalışmam onları çok etkilemiş ve duygusallaştırmıştı. Alkollü olmaktan ve Türbeyi alkollü olarak ziyaret etmekten çok büyük bir utanç duydular. Sonra yavaş, yavaş sakinleştiler ve ağlayarak kol kola girdiler. Karların arasından yalpalayarak uzaklaştılar. Aklıma az önce gördüğüm Suluetin söylediği küçük kız geldi. Hemen sağa sola bakındım. Ama yerde yatan belirgin bir kimseyi göremedim. Her tarafı karın beyazlığı örtmüştü. Karların üzerine basarak Türbenin etrafını dolanmaya başladım. Eğer küçük kız Türbenin kenarında yatıyorsa buralarda bir yerlerde olmalıydı. Etrafa bakındığımda karların üstünde hiç ayak izinin olmadığını gördüm. Eğer küçük kız gerçekten burada bir yerlerdeyse uzun zaman geçmiş olmalıydı. Çünkü yağan kar buradaki bütün ayak izlerinin hepsini örtmüştü. Ama işin garip tarafı benim de bastığım hiçbir yerde ayak iz oluşmuyordu. Sanki karın üzerinde, ayağım yere dokunmadan yürüyormuş gibiydim. Ne bir kar sesi ne de bir ayak izi. Bilinmez bir ülkede, bir hayal gibi bir görüntünün yönlendirmesinde, sessiz bir arayıştı yaşadığım.
11.
12. Zaman, zaman kendimi de bu sessizliğin içinde aramıyor muydum? Artık hiçbir şey tuhaf gelmemeye başlamıştı. Zaatın bana tarif ettiği yere yönlendim. Türbenin duvarının dibindeki birikmiş karların arasına eğilerek elimi uzattım. Sert bir cisimle temas etti ellerim. Yavaşça bir köşesinden tutup kaldırdım. Kartonu kaldırdıkça, altında bulunan şeklin neye benzediğini görmeye başladım. Bu şekil Zaatın tarif ettiği; soğuktan donmak üzere olan, seksen santim boyunda uzun saçlı, siyah elbiseli, cenin pozisyonunda kıvrılmış halde yatan bir kız çocuğuydu. Nabzını kontrol ettim. Halen yaşıyordu. Tam vaktinde yetişmiştim. Dudakları soğuktan morarmış ve ağzından akan salyalar buz tutmuştu. Hemen montumu çıkartıp, kızın soğuktan donmak üzere olan küçük vücuduna sardım. Kucağıma alıp koşarak nöbet tuttuğum noktaya taşıdım. Sobanın yanına oturttum. Onun ağzından salyalar aktığını, konuşamadığını özürlü olduğunu sırtında da on santimetrelik bir kambur olduğunu gördüm. Telsizle hemen merkeze bildirdim. Merkezdeki arkadaşlar kayıp özürlü çocuğun anne ve babasının şu anda karakolda olduğunu söylediler. Anne ve babası kızın bulunduğunun haberini alır almaz çoktan nöbet tutuğum yere doğru yola çıkmışlardı. Çocuk, anne ve babasını görünce, onlara ağlayarak sarıldı. Onlar da şefkatle yavrularını bağırlarına bastılar. Babanın yüzünde derin bir minnet duygusunun izleri görülüyordu. Tekrar kavuşmuştu yavrusuna. Yüzü gözyaşlarından sırılsıklam olmuş adam kafasını yavaşça kaldırıp bana baktı ve kızının evden kaçışının ilk olmadığını daha öncede iki kez kızlarının kaybolduğunu anlatmaya başladı. Hem ağlıyor hem de anlatıyordu. Küçük kız zihinsel özürlü olduğu için evin kapısını sürekli kitli tutuyor ve evde de mutlaka birisinin olmasına dikkat ediyorlardı. Ancak küçük kızın evden kaçışının sabahında annesi on dakikalığına, küçük kız henüz sabah uykusundayken, hasta komşusuna çorba götürmek istemişti. O gün anne kısa bir süreliğine kızını evde uyurken yalnız bırakabileceğini düşünmüştü. Ve eve döndüğünde kız yerinde yoktu. Annesi evin kapısını dışardan kilitlemeyi unutmuştu. Ve kızda, herkes ev kapısından çıkıp kaybolduğu için sokak kapısına karşı aşırı ilgili oluşmuştu.
13. O da kapıdan çıkıp gitmişti. Ve anne eve geldiğinde Küçük kız yatağında yoktu. Bütün evi köşe bucak aramışlardı. En küçük bir deliğe dahi bakılmıştı. Öğlene doğru polise kayıp ihbarında bulunmuşlar ve ellerinden geldiğince polis aramasına onlarda kendilerince katılarak, önce evin yakınları daha sonra uzak yerler aranmıştı. Akşam olduğunda ümitleri tükenmiş bedenleri ağlamaktan ve endişeden bitkin düşmüştü. Hava karlıydı ve akşamüstüne doğru don başlamıştı. Üstünde onu soğuktan koruyacak bir paltosu bile olmayan küçük özürlü kızları nereye gidebilir, donmaktan kendini nasıl koruyabilirdi? Kim bilir şu anda nerelerdeydi. Belki de başına çoktan kötü bir şey gelmiş olabilirdi. Kederli anne ve baba akşam kızlarının olmadığı evlerine gidememişler, polis merkezinin yakınında bir kafeye oturmuşlardı. Her on dakikada bir haber var mı diye sorarak kızlarının bulundu haberini almak için kendilerinden geçmişçesine dua ediyorlardı. Allah'a sığınmaktan ve onun yardımı için yalvarmaktan başka çareleri yoktu. Gecenin bu vaktinde sonra kızları bir yerlerde bulunamazdı. Her yeri kar kaplamıştı. Bir yere uzanıp kalmış ise ancak sabah tekrar aramaya başladıklarında belki bulunabilirdi. Kim bilir hangi köşede, hangi kar yığının altındaydı. Allah'tan başka kim bilebilirdi onun nerede olduğunu. Defalarca küçük kızlarının hayatını tekrar, tekrar bağışlamasını dilediler Allah'tan. Mevlana'ya gelip dua ettiler. Ve yüzyıllar kadar uzun süren ve yalvarışla yakarışla geçen bir bekleyişten sonra, polis merkezinden bir polis gelerek kızlarının Mevlana Türbesinin yanında bulunduğunu ve soğuktan donmak üzere olduğunu onlara söyledi. O anda anne ve baba bunun bir mucize olduğunu biliyordu. Bu karda kışta, bu tipide onu yerini bilen bulan nasıl bir insan olabilirdi. Adam kızına sarılarak uzun, uzun ağladı. Ve sonra nerede olduğunu ve neler yaşadığını hatırlamışçasına gözlerinde ifadesi mümkün olmayan bir minnettarlıkla yüzüme baktı ve bana teşekkür ederek beni sevgiyle kucakladı. Uzun bir süre bana sarılmış olarak kaldı. Ve "kızımın bulunuşu bir mucizeydi ve sen bu mucizenin gerçekleşmesine yardım ettin. Nasıl oldu ne yaptın neler yaşadın bilmiyorum. Ama kızımı sağ salim kurtardın. Bizi nasıl sevindirdiğini bilemezsin. Senin için ne yapabilirim. Allah senden razı olsun." dedi. Şaşırmıştım.
14.
15. Ben sadece içimdeki sesi dinlemiş ve bana verilen bilgiye inanarak görevimi yerine getirmeye çalışmıştım. Küçük kızın babası giderken son kez gözlerime baktı ve "sen bize çok büyük bir şeyi bağışladın. Bizi sevindirdin. Allah ta seni sevindirsin ve korusun" dedi. Çocuklarını da alarak arabalarına doğru gittiler. Bir kişinin daha hayatında derin izler bırakmıştım. Tıpkı az önce gördüğüm Zaatın, benim hayatımda her an derinleşen izler bırakması gibi. Ve onun yardımıyla küçük bir kızın kurtulmasına vesile olmuştum. Arkalarından huzur dolu bir yürekle onları izledim. Ne güzel bir aileydiler. Ben onları düşünürken araba birden tekrar nöbet tutuğum yere geri gelmeye başladı. Arabanın camı yavaşça açıldı. Kızın annesi küçük kızı bulduğum zaman üzerine sardığım polis montunu bana doğru uzattı. Yaşadıklarımın heyecanından ne soğuğu ne de üzerime yağan karlardan kar adam olduğumu fark etmiştim. Tamamen unuttuğum montum bana uzatılınca birden soğuktan donduğumu hissettim. Çok üşümüştüm. Hemen kaptım, buruşmuş ve küçük kızın salyalarından sırılsıklam olmuş montu bir çırpıda üstüme geçirdim. Arabanın açılan camından içeriye bakarken arkada oturan küçük kıza takıldı gözlerim. Kız bana gözlerini elleriyle Japon göz gibi çektirerek bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Kızın ne demek istediğini duymak istiyordum. Sanki rüyada gibiydim. Bilinçsizce arabaya yaklaştım. Küçük kız kısık bir sesle "çuu, çuu, çuu. Diyordu. Ne demekti şimdi bu. Aklımda bir sürü soru işaretleri belirdi birden. Bütün sorular bir şekli oluşturmak istercesine beynimde dolandılar. Ama hiç biri, hiçbir yere ait değildi. Kendi düşüncelerimden sıyrılarak, eski çocuksu neşesine kavuşmuş küçük kızı bir süre seyrettim. Kızın elinde benim kitabımı tuttuğunu gördüm. Kızın, kitabı eline aldığını ve onunla arabaya bindiğini hiç fark etmemiştim. Küçük kızdan, Japonca öğrenmek için ders çalıştığım renkli ofset baskılı kitabımı almaya çalıştım. Kız kitabı önce havada uçurdu ve bir bebekmiş edasıyla sallayarak yavaşça ellerimin arasına bıraktı. Kitabımı havada bir uçak gibi uçurmuş ve sonrada havada süzülen uçaklar gibi elime kondurmuştu.
16. Yüzünde garip bir gülümseme vardı. Gözleri pırıl pırıldı. Sanki bana kendi dilinde ve kafasındaki anlamlarla bir şeyler anlatmak istiyordu. Ve anlayıp anlamadığımı öğrenmek içinde gözlerini gözlerime dikmişti. Bir an için ağzından salyaları akan kızın hiç de zihinsel özürlü olamayacağını düşündüm. Belki de bildiğimiz anlamda öyle gözüküyordu ve öyle davranıyordu. Ama tam şu anda bu bakışlarda zeka vardı. Bana hiç anlayamayacağım bir dille bir şeyler anlatıyordu. Silkinerek kendime geldim. Bugün yeterince garip şeyler olmuştu ve ben artık çok yorgundum. Bir an önce eve gidip küçük oğluma bakmak istiyordum. Yavaşça arabanın kenarından, onların hareket etmeleri için uzaklaştım. Ve elimi kaldırarak ben de küçük kıza "Çuu..çuu..çuu" dedim. Kız da bana sevgiyle bakarak elini uçak gibi yaptı ve tekrar havada dolandırdı. Cam usulca kapanarak yanımdan uzaklaştılar. Eşyalarımı alarak ve gece yarısı nöbetimi başka bir arkadaşa bırakarak nöbet tuttuğum noktadan ayrıldım. Eve gittiğim de oğlumun pencereden bakarak beni beklediğini gördüm. O anda nasıl bir sevinç duyduğumu anlatamam. Sanki her şey yerli yerindeydi. Ve her şey düzenli olarak yaşantımdan akıp geçiyordu. Oğlum pencereden ayrılıp koşarak kapıya yöneldi. Kapıyı açtı ve her zamanki gibi kollarıma atlayarak "Dadaaa..dadaaaa" diyerek boynuma sarıldı. Küçük kızım yorgunluktan çoktan uyumuştu. Yavaşça onu kucaklayarak yerine yatırdım. Sonra küçük oğluma sarılarak uyudum. Bu gece Allah'ta oğlumu bana bağışlamıştı. Tehlikeli bir hastalıktan ateşi şaşırtıcı bir şekilde düşerek hızla iyileşmişti. Aradan asılarca süren on beş yıl geçti.
17. 2. BÖLÜM İÇİN İNTERNET BAGLI İKEN TIKLAYINIZ.. http:// www.turklider.org/TR/EditModule.aspx?tabid=1038&mid=8373&ItemID=7892&ItemIndex=0 CAN AKIN YORUMLARINIZ BENİM İÇİN DEGERLİDİR.. Mr _ canakin @ yahoo . co . uk Mr _ canakin @ hotmail .com