Merhaba,
Bu ayki temamız olan Aşk'ı her yönüyle ele alarak,
aşkı irdelemeye çalıştık.
Bu ayki sayımıza Sayın Hocamız Psikiyatri Uzmanı Prof.Dr. Mehmet
Sungur “Aşk, Evlilik ve Aldatma” yazısıyla katkı sundu. Psikiyatri
Uzmanı Doç. Dr. Cebrail Kısa, Psikolog Yrd. Doç Dr Mehmet
Şakiroğlu, TRT Kent Radyo’dan Yetiş Fidan Mutlu aşkı kendi
açılarından değerlendirdiler. Ferhan
Bıçakçılar "İyileştirici Olmak" yazısıyla katkı sundu. Ayrıca bu ayki
sayımızda "Kültür Sanat Köşesi" ve "Bunları Biliyor Muydunuz?"
bölümleri tekrardan yer almakta.
Kurucumuz Tolga Nasuh Aran "Bağlanma Kuramı" üzerine düşüncelerini sizlerle paylaştı. Geçtiğimiz
ay Gazeteci Büyüğümüz Lütfü Dağtaş ile röportaj gerçekleştirdik. Bu
röportajdan bazı alıntıları sizlerle paylaştık.
1. Şubat 2017 Sayı: 2
PSY-Q E-DERGİ
AŞK
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Tolga Nasuh ARAN
YAZARLAR
Prof. Dr. Mehmet Zihni SUNGUR
Doç. Dr. Cebrail KISA
Yrd. Doç. Dr. Mehmet ŞAKİROĞLU
KÜLTÜR- SANAT
Ece Çokay
Sıla Salantur
SAYFA DÜZENİ
Pınar Özdemir
Gözde Zeren
İlker Buruk
Rümeysa Akdağ
2. PSY-Q’ dan
Merhaba,
İlk sayımızı günahları ve sevaplarıyla geride bıraktık. İlk sayımızda
deneyimsizliğimizden dolayı pek çok eksik ve hata vardı. Bu nedenle
tüm okurlarımızdan özür diliyoruz. Ulaşabildiğimiz her okurumuzun
eleştirilerini ve önerilerini can kulağıyla dinliyoruz. Amacımız, en
iyiyi ve en doğruyu sunabilmek. PSY-Q E-Dergi’nin ikinci sayısı ile
yayındayız. Bu ayki temamız “Aşk”tır. Her yönüyle ele aldığımız
aşkı irdelemeye çalıştık.
Bu ayki sayımıza Sayın Hocam Psikiyatri Uzmanı Prof Dr Mehmet
Sungur “Aşk, Evlilik ve Aldatma” yazısıyla katkı sundu. Psikiyatri
Uzmanı Doç Dr Cebrail Kısa, Psikolog Yrd. Doç Dr Mehmet
Şakiroğlu, TRT Kent Radyo’dan Yetiş Fidan Mutlu aşkı kendi
açılarından değerlendirdiler. Sevgili arkadaşım ve meslektaşım Ferhan
Bıçakçılar İyileştirici Olmak yazısıyla katkı sundu. Bunun dışında
dergimizde Kültür Sanat Köşesi ve Bunları Biliyor muydunuz?
bölümleri yine var.
Bu ay Bağlanma Kuramı üzerine düşüncelerimi yazdım. Geçtiğimiz
ay Gazeteci Büyüğüm Lütfü Dağtaş ile röportaj gerçekleştirdik. Bu
röportajdan bazı alıntıları sizlerle paylaştım.
3. Tolga Nasuh Aran
Bağlanma Kuramı Üzerine
İnsan, topluluk halinde yaşayan bir
organizmadır ve başka insanlarla bir arada
bulunma isteği içerisindedir. İnsan
yavrusu, biyolojik açıdan gözlenen özel
durumu nedeniyle, yaşamını sürdürebilmek
için, diğer türlerin yavrularına oranla, çok
daha uzun süre anne-babasının doğrudan
yardımına muhtaçtır. Bu kaçınılmaz
durum, insan türünden organizmaların bir
arada yaşama, eğilim ve gereksinimlerini,
özellikle de bağlanma ihtiyacını
açıklamaktadır. Bağlanma (attachment),
yaşamın ilk günlerinde başlayan, duygusal
yönü ağır basan ve olması beklenen bir
durumdur.
Bağlanma kuramı John Bowlby ve Mary
Ainsworth’un ortak çalışmaları sonucu
oluşmuştur. Çocuğun anneyle bağı ve bu
bağın bozulması, anneden ayrılması,
anneden yoksun olması ve anneyi
kaybetmesi üzerine bugüne kadar olan
düşüncelerimizi kökten değiştirdi.
Anne-baba ve çocuk ilişkilerinin, çocuk
gelişimi üzerindeki etkisini ele alan bir-çok
model ve kuram ortaya konulmasına
karşın, “Bağlanma Kuramı” çocuğun
gelişimde anne-babanın (ebeveyn) etkisine,
diğer modellerden ya da kuramlardan, daha
etkili bir vurgu yaptığı görülmektedir.
Bowlby’e (1969) göre çocuk ile temel
bakım veren kişi (genellikle anne) arasında
bağlanmanın oluşmasındaki süreç;
insanları ve hareket eden nesneleri
tercih etmeye yönelim,
daha sık gördüklerini diğerlerinden
ayırt etmeyi öğrenme,
tanıdıklarına yaklaşma ve
tanımadıklarından uzak durma,
istendik sonuçları getiren
davranışları diğerlerinden ayırt
etme ve artırma aşamalarıyla
gerçekleşmektedir.
Bebeklikteki bağlanma kavramı; belirli bir
kişiye olumlu tepkilerin verilmesi, zamanın
büyük bir kısmının o kişiyle birlikte
geçirilmek istenmesi, herhangi bir korku
yaratan durum veya obje karşısında hemen
o kişinin aranması, bağlanılan kişinin
varlığının duyumsanmasına eş zamanlı
olarak rahatlama duygusunun eşlik etmesi
gibi duygu ve davranış örüntülerinin
tümünü kapsamaktadır.
Bebeklik döneminde bağlanma aşamalar
halinde gözlenmektedir. Doğumdan hemen
sonra insan yavrusunun doğası gereğince
başlayan bağlanma; meme arama, başı
döndürme, emme, yutma, parmak emme,
yakalama, anneye yönelme, beslenme
saatlerini sezinleme ve hazırlanma şeklinde
kendisini göstermektedir.
Çocuklarda belirledikleri bağlanma
davranışlarını üç kategori içerisinde
sınıflamışlardır. Bunlardan birincisi
güvenli bağlanma biçimidir ve güvenli
bağlanma içerisinde çocuklar temel
gereksinimlerine zamanında karşılık
verebilen annenin aracılığıyla oyun ya da
keşfe çıkmada kendilerini güvende
hissederler.
4. Anneleri tarafından yalnız bırakıldığında
anneleri ile yakınlık ve temas arayışlarını
sürdürürler ve tepkisel olarak huzursuzluk
yaşarlar ancak anneleri ile tekrar bir araya
geldiklerinde kolayca sakinleşerek
çevreyle ilgilenmeye ve çevreyi
keşfetmeye devam ederler. Anneyle
kurulan bu tür güvenli bir bağlanma
örüntüsü bebeğin uyumuna ve gelişimine
katkı sağlamaktadır.
İkinci olarak kaygılı/kararsız bağlanma
biçimi içinde çocuklar, annelerinden
ayrıldıklarında yoğun bir kaygı, gerilim ve
kızgınlık hissetmekte, yabancılarla iletişim
kurmayı reddetmekte, anneyle tekrar bir
araya geldiklerinde ise kolayca
sakinleşmek ve çevreyle olan ilgilerini
sürdürmek yerine, anneye daha fazla
yakınlaşıp ondan ayrılmak
istememektedirler.
Güvensiz bağlanma duygusu geliştiren
bireyler başkalarına güven duymakta
zorluk çekerler ve başkaları ile olan
ilişkilerini sürekli kontrol altında tutmaya
çalışırlar. İlişkileri kontrol altında tutma
davranışı genellikle başkaları tarafından
terk edilmek ya da reddedilme
korkusundan dolayı yakın ilişkiler
kuramama, sevilmeyeceği ya da değersiz
bulanacağından korkma, yoğun yalnızlık
ve soyutlanmışlık duygularından kaçınma
şeklinde ortaya çıkar.
Bağlanma ile ilgili literatür incelendiğinde,
doğumdan itibaren bebek ile temel bakıcı
(anne) arasında gelişen bağlanma
örüntüsünün sadece yaşamın ilk yıllarında
gerçekleşen bir süreç olmadığı, hem
çocuklukta hem de yetişkinliğe geçişte
bireyin ruh sağlığı üzerindeki etkisinin
devam ettiği ve bağlanmanın yaşam boyu
devam eden bir yazgı (life script) ya da
süreç olduğu belirtilmektedir
(Bartholomew, 1993; Rice, 1990).
Son yıllarda ergen ve yetişkin ilişkilerinde
bağlanmanın rolünü inceleyen araştırma
bulguları, yaşamın ilk yıllarında anne-
babanın çocuğa verdiği tepkilere bağlı
olarak çocuğun kendisine ve başkalarına
ilişkin oluşturduğu modellerin daha
sonraki yıllarda da yakın kişiler arası
ilişkiler için bir model niteliği taşıdığını
ortaya koymaktadır (Allen ve ark. 2002).
Bağlanma stilleri ile çalışmaların
sonuçlarına genel olarak bakıldığında;
güvenli bağlanma biçimine sahip
ergenlerin duygularını daha kolay ifade
edebildikleri, anne-baba ve akran
ilişkilerinde daha az çatışma yaşadıkları
(Ducharme, Doyle ve Markiewicz, 2002),
güvensiz bağlanma biçimine sahip
ergenlerin ise kendilerini başkalarına açma
ve yakınlık kurmada isteksiz olmanın
(Allen ve ark. 2002) yanı sıra öz
güvenlerinin düşük olduğunu ortaya
koymaktadır (Laible, Carlo ve Roeschc,
2004).
Araştırmacılar son yirmi yıl içinde
bağlanma yönelimlerindeki bireysel
farklılıkları ortaya çıkarmışlardır. Örneğin
Hazan ve Shaver (1987), bağlanma
stillerine ilişkin olarak ergenler ve
yetişkinleri güvenli, kaçınan ve kaygılı
olarak sınıflandırmışlardır. Bartholomew
ve Horowitz (1991) ise bağlanma stillerini,
olumlu ve olumsuz kutuplarda
değerlendirilen zihinsel modellerin
kesiştiği noktada tanımlamışlardır.
Böylece, iki boyutun -olumlu ve olumsuz
kutuplarda değerlendirilen zihinsel
modeller- çaprazlanmasından dört temel
bağlanma stilinin ortaya çıkacağını ileri
sürmüşlerdir;
5. a) güvenli,
b) korkulu,
c) saplantılı,
d) kayıtsız.
Korkulu - + Güvenli + +
Kayıtsız - - Saplantılı - +
Güvenli bağlanma stili, olumlu benlik ve
başkaları modellerinin bileşimini; korkulu
bağlanma stili, olumsuz benlik ve başkaları
modellerinin bileşimini; saplantılı
bağlanma stili, olumsuz benlik modeli ile
olumlu başkalarının bileşimini; kayıtsız
bağlanma stili ise kendine değer verme ile
başkalarına karşı olumsuz tutuma sahip
olmanın bileşimini içermektedir.
Bartholomew (1990)’e göre güvenli kişiler,
olumlu benlik algısını ve kendini
sevilmeye değer görme duygusunu
başkalarının güvenilir, destek veren,
ulaşılabilir ve iyi niyetli olduğuna dair
olumlu beklentilerle birleştirmektedirler.
Korkulu kişiler, bireysel değersizlik
duyguları ile başkalarının güvenilmez ve
reddedici olduğuna ilişkin beklentileri
yansıtmaktadırlar.
Saplantılı kişiler, kendini değersiz hissetme
ve sevilmeye değer görmeme duyguları ile
başkalarına ilişkin olumlu
değerlendirmeler yapmaktadırlar. Kayıtsız
kişiler ise özerkliğe aşırı derecede önem
vermekte, başkalarına olan gereksinimi ve
yakın ilişkilerin gerekliliğini savunmacı bir
biçimde reddetmektedirler. Bartholomew
ve Horowitz (1991), Hazan ve Shaver
(1987) tarafından belirlenen kaçınma
kalıbını, kaçınmanın iki farklı kuramsal
şeklini bir araya getirerek korkulu-kaçınma
ve kayıtsız-kaçınma olarak bir kalıpta iki
boyut olacak şekilde belirlemişlerdir.
Lopez ve Gormley (2002)’e göre bağlanma
stilleri, -içsel işleyiş modelleri- yakın ergen
ve yetişkin ilişkilerinin gelişimini
etkilemektedir. Dört içsel işleyiş modeli
karşılaştırıldığında güvenli bireyler yakın
ilişkilerde en optimal davranışı gösteren
bireylerdir. Bu sayede kendileri ve
diğerleri için bağlanma figürleri ile negatif
duyguları düzenleme yetenekleri vardır.
Güvenli bireyler, negatif davranış tipini en
az göstererek yakın ilişkilerindeki gerilimi
rutin olarak giderebilme kapasitesine
sahiptirler. Böylece, kayıtsız ya da
saplantılı bireyler çatışma durumları
boyunca güvenli bireylerden daha negatif
davranışlar gösterme eğilimindedirler.
Saplantılı ve kayıtsız bireyler
karşılaştırıldıklarında ise, saplantılı
bireyler zorluklara en fazla sığınan bireyler
durumundadır.
Saplantılı bireyler, benliğin geçerliğini
korumak için ilişkiyi sürdürmeye en fazla
yatırım yapan bireyler olarak
düşünüldüğünde, bu bireylerin bağlanma
figürlerinin mevcudiyetine ilişkin sık sık
aşırı ihtiyatlı oldukları görülmektedir. Bu
ruh durumu bir ilişki içinde gerilimle
karşılaşıldığında yordanamayan ilişkilerin
geçmişine dayalı çatışmacı düşünceler ve
duyguların harekete geçmesine ve yoğun
bir düşmanlığa yol açabilir. Korkulu
bireyler ise, kendileri ve diğerlerinin
negatif içsel işleyiş modellerini birleştiren
bireyler olarak varsayılmaktadırlar. Bunun
6. sonucu olarak onlar reddedilme ve
duygusal yakınlık korkulu yönleri ile
sosyal ilişkilerden en fazla kaçınan
bireylerdir.
Hazan ve Shaver’in üçlü bağlanma
yaklaşımı ile, Bartholomew ve Horowitz’in
dörtlü bağlanma yaklaşımını karşılaştıran
çalışmalar, genellikle iki farklı kaçınan
(korkulu ve kayıtsız) bağlanma stilinin
geçerliliğine ilişkin kanıtlar sunmuştur.
Bartholomew ve Horowitz’in önerdiği
dörtlü bağlanma yaklaşımı çerçevesinde
yürütülen çalışmalar da tutarlı olarak
korkulu ve kayıtsız bağlanma stillerinin
zihinsel modeller temelinde
farklılaştıklarını göstermiştir.
Örneğin, Bylsma, Cozarelli ve Sümer
(1997), kayıtsızların korkululara oranla
daha yüksek düzeyde benlik saygısına
sahip olduklarını ve bu kişilerin gerçek ve
ideal benlik kavramları arasında daha az
farklılıklar bulunduğunu göstermişlerdir
(Akt., Sümer ve Güngör, 1999, s.75).
Erişkinlikte Bağlanma
Erişkin hayatındaki bağlanma davranışı,
çocuklukta, ergenlikte ve gençlikte
gösterilen bağlanma davranışının bir
devamı olarak düşünülmektedir.[17]
Weiss erişkinlikteki bağlanmayı
çocukluktaki bağlanmadan ayıran üç
özellik tanımlamıştır:
i. Erişkinlerde, bağlanma ilişkileri tipik
olarak eşler arasındadır, diğerinde bakım
alan (bebek) ve bakım veren (ebeveyn)
arasındadır.;
ii. Erişkinlerdeki bağlanma çocukluktaki
bağlanma gibi diğer davranışsal sistemlerin
etkilenmesinden sorumlu değildir.;
iii. Erişkinlikteki bağlanma sıklıkla cinsel
ilişki içerir.[38]
Erişkinde Bağlanma Biçimleri
Erişkin bağlanmasıyla ilgili araştırmalar,
bağlanma biçimiyle birleşmiş zihinsel
modellerin içeriklerini anlamaya ve
ilişkilerin farklı modellerinin ilişkisel
yaşantılarına odaklanmıştır.[39]
Bartholomew ve Horowitz, Bowlby' nin
bağlanma kuramını temel alarak ve kişinin
kendisinin ve başkalarının içsel çalışma
modeli olan iki tipten yola çıkarak ortaya
koyduğu 4 ayrı bağlanma biçimi
oluşturulmuştur.[21,40,41] Dört prototip
bağlanma modeli bireyin benlik imajı
(pozitif ya da negatif) ve başkalarının
imajlarının (pozitif ya da Negatif)
birleşimleri kullanılarak tanımlanmıştır.
Tanımlanan erişkin bağlanma biçimleri
arasında ilki güvenli bağlanma biçimidir.
Güvenli bağlanma biçimi, kendini değerli
hissetme ve sevilebilir olduğu duygusunu
genellikle diğer insanların kabul edici ve
cevap vericiliğine dair beklentileriyle
birleştirir.[12] Saplantılı bağlanma biçimi
ise kendini değersiz hissetme (sevilmeye
layık görmeme) duygusuyla başkalarına
yönelik olumlu değerlendirmeleri yansıtır.
Saplantılı biçime sahip olanlar kendilerine
güveni az, başkalarını destekleyici olarak
algılayan, bu destekten olumlu şekilde
faydalanamayan, kendini açma düzeyleri
az olan bireylerdir.[42]
Kayıtsız bağlanma biçiminde kendini
değerli hissetme ve sevilebilir olduğu
duygusunu diğer insanlara karşı olumsuz
beklentilerle birleştirir. Böyle kişiler, yakın
ilişkilerden kaçınarak, hayal kırıklıklarına
karşı kendilerini korurlar ve
bağımsızlıklarını ve incinemezliklerini
sürdürürler. Korkulu bağlanma biçiminde
7. kendini değersiz hissetme ve sevilmeye
layık görmeme duygusu ve diğerlerinin
olumsuz, güvenilmez ve reddedici olarak
algılanmasına yönelik beklentilerle birleşir.
Bu bağlanma biçimine sahip kişiler
başkalarıyla yakın bağlar kurmaktan
kaçınarak, başkalarından beklenen
reddedilmeye karşı kendilerini
korurlar.[12]
Güvenli bağlanması olanlar hem kendileri
hem de başkaları konusunda pozitif bakış
açısına sahiptirler. Güvenli bağlanması
olanlar sıkıntılarını kabul ederek,
başkalarından yardım ve destek talep
ederek yapıcı bir biçimde kendi zor
duygularını ifade etmede rahattırlar.
Kayıtsız bağlanması olanlar temelde
kaçınmacıdırlar çünkü kendileri ile ilgili
olumlu ama başkaları ile ilgili olumsuz
görüşlere sahiptirler. Negatif duyguları
baskı altında tutma eğilimindedirler ve
kaçınma stratejilerini temel başa çıkma
stratejileri olarak kullanırlar. Saplantılı
bağlanması olanların ise kendileri ile ilgili
bakış açıları negatif, başkaları ile ilgili
bakış açıları pozitiftir ve temelde
kaygılıdırlar.
Negatif duygularını abartılı ve sürekli bir
biçimde eşlerinin onayını arayarak
gösterirler. Korkulu bağlanması olanlar
kendileri ve başkaları ile ilgili negatif
modellere sahiptirler ve kaygılı/kaçıngan
olarak sınıflandırılabilirler.
Kaygılı/kaçınganlar başkaları ile yakın
ilişki kurmak arzusunda olmalarına karşın,
ilişkilerinde aşırı yakınlıktan kaçınırlar
çünkü incinebilecekleri konusunda
kaygılıdırlar.[43,44]
Güvenli bireyler daha az güvenli bireylerle
karşılaştırıldığında stres kaynağı olayları
daha az tehdit edici olarak değerlendirirler.
Bu kişilerin kendilerinde stres oluşturan
durumun nedenleri ile başa çıkabilecekleri
konusunda yeteneklerine güvenleri vardır.
Duygularını açık bir biçimde ifade ederler.
Destek aramayı stres yaratıcı durumlar ile
başa çıkmak için bir duygu düzenleme
stratejisi olarak kullanırlar. Durumları
açıkça tartışırlar ve çatışmalardan
kaçınmak yerine onlara çözüm bulurlar.
Ayrıca güvenli bireyler kızgınlığın
psikolojik işaretlerinin farkındadırlar.
Uyuma yönelik problem çözümlerine ortak
olurlar. Kızgınlıklarını kontrollü ve
düşmanca olmayan bir biçimde ifade
ederler. Sonuç olarak, güvenli bağlanma
biçimine sahip bireylerde pozitif duygu
yaşantısı yaratıcı problem çözmeyi
geliştirir.[45]
Bağlanma ve Psikopatoloji
Son yıllarda, anne-çocuk ilişkisi
konusunda yapılan araştırmaların önemli
bir bölümünü bağlanma konusunun
oluşturduğu görülmektedir. Bu durumun en
önemli nedeni ise, anne-baba ve çocuk
ilişkisini araştırmanın her iki nesil için de
giderek önem kazanmasıdır. Çünkü
bağlanma, çift yönlü bir süreçtir. Pek çok
araştırmacı anne-çocuk ilişkisinin
sürekliliğinin sonraki yaşantıların temelini
oluşturduğunu ileri sürmektedir.[46]
Kişinin yaşamındaki en önemli kişilerin
annesi ve babası olduğunu; anne ve baba
ile iyi bir ilişkinin genç ve erişkin ruh
sağlığında belirleyici rol oynadığını
belirtilmiştir.[47]
Bowlby'nin çalışmalarından başlamak
üzere güvensiz bağlanma biçimi daha
sonraki yaşam dönemlerinde
psikopatolojinin belirleyicisi olarak
düşünülmüşken güvenli bağlanma sağlıklı
süreçlerle ilişkilendirilmiştir.[3] Doğanın
özgün modeli güvenli bağlanmadır.
Güvensiz bağlanma biçimleri olan
8. kaygılı/ikircikli bağlanma anksiyete
bozuklukları ve depresif bozukluklarla
ilişkilendirilirken, kaçıngan bağlanma
davranış bozukluğu ve diğer dışa vuruk
patolojilerle ilişkilendirilmiştir. Dağınık
bağlanmanın (dezorganize/dezoryante) ise
dissosiyatif bozukluklarla birlikteliğinden
söz edilmiştir.
Koruyucu ruh sağlığı açısından
bakıldığında güvensiz bağlanmanın pek
çok psikopatolojinin gelişimi ile ilişkili
olduğu düşünülürse, olguların ve aslında
tüm bireylerin çocuk sahibi olmayı
planladıkları dönemde, gebelik döneminde
ve çocuklarını yetiştirirken desteklenmeleri
sağlıklı nesiller yetiştirmek açısından çok
önemli gibi görünmektedir.
Referanslar
1. Thompson RA. Attachment theory and research. In Child and
Adolescent Psychiatry, 3rd Ed. (Ed M Lewis):164-172.
Philadelphia, Lippincott Williams Wilkins, 2002.
2. Collins NL, Laurson W. Adolescents’ relationships with
parents. J Lang Soc Psychol 2003; 22: 58-65.
3. Nakash-Eisikovits O, Dutra L, Westen D. Relationship
between attachment patterns and personality pathology in
adolescents. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 2000;
41:1111-1123.
4. Hamilton CE. Continuity and discontinuity of attachment
from infancy through adolescence. Child Dev 2000; 71:690-694.
5. George C, Kaplan N, Main M. The adult attachment
interview. Berkeley, University of California, 1985.
6. Hazan C, Shaver PR. Romantic love conceptualized as an
attachment process. J PersSoc Psychol 1987; 52:511-524.
7. Ainsworth MDS, Blehar MC, Waters E, Walls S. Patterns of
Attachment: A Psychological Study of the Strange Situation.
Hillsdale, Lawrence Erlbaum, 1978.
8. Shaver PR, Hazan C, Bradshaw D. Love as attachment: The
integration of three behavioral systems. In The Psychology of
Love (Eds JR Sternberg, ML Barns):68-99. New Haven, Yale
University Press, 1988.
9. Collins NL, Read SJ. Adult attachment, working models and
relationship quality in dating couples. J Pers Soc Psychol 1990;
58:644-663.
10. Mikulincer M, Florian F, Weller A. Attachment styles,
coping strategies, and posttraumatic psychological distress: The
impact of the Gulf War in Israel. J Pers Soc Psychol 1993;
64:817-826.
11. Simpson JA. Influence of attachment styles on romantic
relationships. J Pers SocPsychol 1990; 59:971-980.
12. Bartholomew K, Horowitz LM. Attachment styles among
young adults: A test of a four-category model. J Pers Soc
Psychol 1991; 61:226-244.
13. Brennan KA, Clark CL, Shaver PR. Self report of
measurement of adult attachment: an integrative overview. In
Attachment Theory and Close Relationships (Eds JA Simpson,
WS Rholes):46-76. New York, Guilford Press, 1998.
14. Sümer N, Güngör D. Yetişkin bağlanma stilleri ölçeklerinin
Türk örneklemi üzerinde psikometrik değerlendirmesi ve
kültürler arası bir karşılaştırma. Türk Psikoloji Dergisi 1999;
14:71- 76.
15. Sümer N. Yetişkin bağlanma ölçeklerinin kategoriler ve
boyutlar düzeyinde karşılaştırılması. Türk Psikoloji Dergisi
2006; 21:1-22.
16. Parker G, Tupling H, Brown LB. A parental bonding
instrument. Br J Med Psychol 1979; 52:1-10.
17. Bowlby J. Attachment and Loss, 1st Ed. London, Hogarth
Press, 1969.
18. Bowlby J. Attachment and Loss: Separation, Anxiety and
Anger. New York, Basic Books, 1973.
19. Kapçı E, Küçüker S. Anne babaya bağlanma ölçeği: Türk
üniversite öğrencilerinde psikometrik özelliklerinin
değerlendirilmesi. Turk Psikiyatri Derg 2006; 17:286-295.
20. Nelson JK. Clinical assessment of crying and crying
inhibition based on attachment theory. Bull Menninger Clin
2000; 64:509-529.
21. Çalışır M. Yetișkin bağlanma kuramı ve duygulanım
düzenleme stratejilerinin depresyonla ilișkisi. Psikiyatride
Güncel Yaklaşımlar 2009; 1:240-255.
22. Stevenson-Hinde J. Attachment theory and John Bowlby:
Some reflections. AttachHum Dev 2007; 9:337-342.
23. Bowlby J. The Making and Breaking of Affectional Bonds.
London, Tavistock Publications, 1979.
24. Bowlby J. The nature of the child’s tie to his mother. Int J
Psychoanal 1958; 39:350-373.
25. Lamb ME, Teti DM, Bornstein M. Developmental phases:
infancy. In Child and Adolescent Psychiatry, 3ed Ed. (Ed M
Lewis):293-323. Philadelphia, Lippincott Williams Wilkins,
2002.
26. Barnett D, Vondra JI. Atypical attachment in infancy and
early childhood among children at developmental risk. I.
Atypical patterns of early attachment: theory, research and
current directions. Monogr Soc Res Child Dev 1999; 64:1-24.
27. Bloom KC. The development of attachment behaviors in
pregnant adolecents. Nurs Res 1995; 44:284-289.
9. 28. Zeanah CH, Boris NW, Larriey JA. Infant development and
developmantal risk: a review
of the past 10 years. J Am Acad Child Adolescent Psychiatry
1997; 36:165-178.
29. Soysal AŞ, Ergenekon E, Eroğlu D. Bebekleri tanı açısından
yüksek-standart risk altında olan annelerin duygu durumlarının
kısa süreli yardım grupları ile değerlendirilmesi. Psikiyatri
Psikoloji Psikofarmakoloji (3P) Dergisi 2000; 8:106-111.
30. Van de Rijt-Plooij HC, Plooij PX. Distinct periods of mother
infant conflict in normal development: sources of progress and
germs of pathology. J Child Psychol Psychiatry 1993; 34:229-
245.
31. Goodfriend MS. Treatment of attachment disorder of infancy
in a neonatal intensive care unit. Pediatrics 1993; 1:139-142.
32. Boccio M, Laudenslager MN, Reite ML. Intrinsic and
extrinsic factors affect infant responses to maternal separation.
Psychiatry 1994; 57:43-50.
33. Biller HB. Fathers and Families Paternal Factors in Child
Development. London, Auburn House, 1993.
34. Bretherton I, Munholland KA. Internal working models in
attachment relationships. A construct revisited. In Handbook of
Attachment. Theory, Research and Clinical Applications, 1st Ed.
(Eds J Cassidy, PR Shaver):89-114. New York, Guilford Press,
1999.
35. Lee EJ. The attachment system throughout the life course:
Review and criticisms of attachment theory.
http://www.personalityresearch.org/papers/lee.html (Accessed at
1.2.2011).
36. Willemsen E, Marcel K. Attachment 101 for attorneys:
Implications for infant placement decisions. http://
www.scu.edu/ ethics/publications/ other/ lawreview/
attachm
ent101.html (Accessed at 1.2.2011).
37. Horowitz LM, Rosenberg SE, Bartholomew K. Interpersonal
problems, attachment styles, and outcome in brief dynamic
psychotherapy. J Consult Clin Psychol 1993; 61:549-560.
38. West ML, Sheldon-Keller AE. Patterns of Relating: An
Adult Attachment Perspective. New York, Guilford Press, 1994.
39. Weger Jr. H, Polcar LE. Attachment style and the cognitive
representation of communication situations. Communication
Studies 2000; 2:149-161.
40. Bowlby J. Attachment and Loss: Sadness and Depression,
New York, Basic Books, 1980.
41. Bowlby J. Attachment, 2nd Ed. New York, Basic Books,
1982.
42. Erözkan A. Lise öğrencilerinin bağlanma stilleri ve yalnızlık
düzeylerinin bazı değişkenlere göre incelenmesi. Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2004; 4:155-175.
43. Jones SM. Attachment style differences and similarities in
evaluations of affective communication skills and person-
centered comforting messages. Western Journal of
Communication 2005; 69:233-249.
44. Weger Jr. H, Polcar LE. Attachment style and person-
centered comforting. Western Journal of Communication 2002;
66:84-103.
45. Belsky J. Developmental origins of attachment styles. Attach
Hum Dev 2002; 4:166-170.
46. Pearson JL, Cowan PA, Cowan CP. Adult attachment and
adult child-order parent relationships. Am J Orthopsychiatry
1993; 4:606-613.
47. LeCroy CW. Parent adolescent intimacy: Impact on
adolescent functioning.Adolescence 1988; 89:137-147.
48. Atasoy Z, Ertürk D, Şener Ş. Altı ve on iki aylık bebeklerde
bağlanma. Turk Psikiyatri Derg 1997; 8:266-279.
49. Sabuncuoğlu O, Berkem M. Bağlanma biçemi ve doğum
sonrası depresyon belirtileri arasındaki ilişki: Türkiye'den
bulgular. Turk Psikiyatri Derg 2006; 17:252-258.
50. Bifulco A, Figueiredo B, Guedeney N. Maternal attachment
style and depression associated with childbirth: Preliminary
results from a European and US crosscultural study. Br J
Psychiatry Suppl 2004; 46:31-37.
51. McMahon C, Barnett B, Kowalenko N, Tennant C.
Psychological factors associated with persistent postnatal
depression: past and current relationships, defence styles and the
mediating role of insecure attachment style. J Affect Disord
2005; 84:15-24.
52. Danacı AE, Dinç G, Deveci A. Manisa il merkezinde doğum
sonrası depresyon yaygınlığı ve etkileyen etmenler. Turk
Psikiyatri Derg 2000; 11:204-211.
53. Kökçü F, Kesebir S. İki uçlu olgular ve çocuklarında
bağlanma biçiminin mizaç, kişilik ve klinik özellikler ile ilişkisi:
kontrollü bir çalışma. Turk Psikiyatri Derg 2010; 21:309-318.
54. Soysal AŞ, Özçelik A, Arhan E, İşeri E, Gücüyener K. Bir
olgu sunumu eşliğinde tepkisel bağlanma bozukluğunun gözden
geçirilmesi. Türkiye Klinikleri Pediatri Dergisi 2009; 18:248-
252.
55. Mangelsdorf SC, Frosch CA. Temperament and attachment:
one construct or two? Adv Child Dev Behav 1999; 27:181-220.
56. Matsuoka N, Uji M, Hiramura H, Chen Z, Shikai N, Kishida
Y et al. Adolescents attachment style and early experiences: A
gender difference. Arch Womens Ment Health 2006; 9:23-29.
57. Miller L, Kramer R, Wamer V, Wickramaratne P,
Weissmann M. Intergenerational transmission of parental
bonding among women. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry
1997; 36:1134-1139.
58. Scinto A, Marinangeli MG, Ka1yvoka A, Daneluzzo E,
Rossi A. The use of the Italian version of the Parental Bonding
Instrument (PBI) in a elinical sample and in a student group: an
exploratory and confirmatory factor analysis study. Epidemiol
Psichiatr Soc 1999; 8:276-283.
59. Martin G, Waite S. Parental bonding and vulnerability to
adolescent suicide Acta Psychiatr Scand 1994; 89 :246-254.
10. 60. Warren SL, Huston L, Egeland B, Sroufe LA. Child and
adolescent anxiety disorders and early attachment. J Am Acad
Child Adolesc Psychitary 1997; 36:637-644.
61. Collins NL, Cooper LM, Albino A, Allard L. Psychosocial
vulnerability from adoleseence to adulthood: a prospective study
of attachment style differences in relationship functioning and
partner choice. J Pers 2002: 70:965-1008.
62. Von IJ, Zendoom MH. Adult attachment representations,
parental responsiveness and infant attachment: a meta analysis
on the predictive validity of the Adult Attachment Interview.
Psychol Bull 1995; 117:387-403.
63. Çetin FÇ. Gelişimsel psikopatolojinin temel kavramları. In
Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Temel Kitabı (Eds FÇ Çetin, A
Coşkun, E İşeri, R Uslu):141-142. Ankara, Hekimler Yayın
Birliği, 2008.
64. Eng W, Heimberg RG, Hart TA, Schneier FR, Liebowitz
MR. Attachment in individuals with social anxiety disorder: the
relationship among adult attachment styles, social anxiety, and
depression. Emotion 2001; 1:365-380.
65. Bifulco A, Kwon J, Jacobs C, Moran PM, Bunn A, Beer N.
Adult attachment style as mediator between childhood
neglect/abuse and adult depression and anxiety. Soc Psychiatry
Psychiatr Epidemiol 2006; 41:796-805.
66. Smith M, Calam R, Bolton C. Psychological factors linked to
self-reported depression symptoms in late adolescence. Behav
Cogn Psychother 2009; 37:73-85.
67. Marazzati D, Dell'osso B, Catena Del'Osso M, Consoli G,
Del Debbio A, Munqai Fet al. Romantic attachment in patients
with mood and anxiety disorders. CNS Spectr2007; 12:751-756.
68. Simpson JA, Rholes WS, Campbell L. Adult attachment, the
transition to parenthood, and depressive symptoms. J Pers Soc
Psychol 2003; 84:1172-1187.
69. Twaite JA, Rodriquez-Srednicki O. Childhood sexual and
physical abuse and adult vulnerability to PTSD: the mediating
effects of attachment and dissociation. J Child Sex Abus 2004;
13:17-38.
70. Ciechanowski PS, Sullivan M, Jensen M. The relationship of
attachment style to depression, catastrophizing and health care
utilization in patients with chronic pain. Pain 2003; 104:627-
637.
71. Myhr G, Sookman D, Pinard G. Attachment security and
parental bonding in adults with obsessive-compulsive disorder: a
comparison with depressed out-patients and healthy controls.
Acta Psychiatr Scand 2004; 109:447-456.
72. Fonagy P, Leigh T, Steele M, Steele H, Kennedy R, Mattoon
G. The relation of attachment status, psychiatric classification,
and response to psychotherapy. J Consult Clin Psychol 1996;
64:22-31.
73. Fonagy P, Target M, Gergely G. Attachment and borderline
personality disorder: A theory and some evidence. Psychiatr Clin
North Am 2000; 23:103-122.
74. Ciechanowski PS, Walker EA, Katon WJ, Russo JE.
Attachment theory: A model for health care utilization and
somatization. Psychosom Med 2002; 64:660-667.
75. Ponizovsly AM, Nechamkin Y, Rosca P. Attachment
patterns are associated with symptomatology and course of
schizophrenia in male inpatients. Am J Orthopsychiatry 2007;
77:324.-331.
76. Joyce PR. Parental bonding in bipolar affective disorder. J
Affect Disord 1984; 7:319-324.
77. Miklowitz DJ, Wisniewski SR, Miyahara S, Otto MW, Sachs
GS. Perceived criticism from family members as a predictor of
one-year course of bipolar disorders. Psychiatry Res 2005;
136:101-111.
78. Gilbert P, McEwan K, Hay J. Social rank and attachment in
people with a bipolar disorder. Clin Psychol Psychother 2007;
14:48-53.
79. Morriss RK, van der Guht E, Lancaster G, Bentan RP. Adult
attachment in bipolar 1 disorder. Psychol Psychother 2009;
82:267-277.
80. Vahip I, Kocadere M. Psikososyal-psikoterapötik yaklaşım
ve girişimler. In İki Uçlu Duygudurum Bozuklukları Sağaltım
Kılavuzu (Eds S Vahip, O Yazıcı):107-130. Türkiye Psikiyatri
Derneği, Ankara, 2003.
81. Çakır S, Bensusan R, Akça YZ, Yazıcı O. Does a
psychoeducatioanal approach reach targeted patients with
bipolar disorder? J Affect Disord 2009; 12:75-83.
11. Bunları Biliyor musunuz?
Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel
gündür. Kökeni, Roma Katolik Kilisesi'nin inanışına dayanan bu
gün, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram
günü olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple bazı toplumlarda "Aziz Valentin
Günü" (St. Valentine's Day) olarak bilinir.
Birbirini seven iki kişi, birbirilerinin gözlerinin içine baktığında, kalp atışları
senkronize oluyor.
Aşk ve cinsellik hakkında düşünmek, önce yaratıcılığı, sonra ise somut
düşünceyi pozitif etkiliyor.
12. Sevdiğimiz biriyle kucaklaşmak vücudumuzda doğal ağrı kesiciler
salgılamamıza neden oluyor.
Temel aldığı hristiyan ögelerden dolayı Sevgililer Günü birçok müslüman
ülkede hoş karşılanmamaktadır. Örneğin Suudi Arabistan'da 14 Şubatla
ilgili ürünlerin satışı yasaktır.
Kişilikleri birbirine çok benzeyen çiftler çok uzun süre birlikte olamıyorlar.
13. Romantik aşk sonunda bitiyor… Ama kendini adamış aşk ile devam ediyor.
Sevdiğiniz insanlara karşı duyduğunuz minnettarlık, hemen mutluluğunuzu
artırıyor.
Sevdiğimiz kişinin sadece fotoğrafına bakmak bile, ağrılarımızı
yatıştırabiliyor.
14. Prof Dr Mehmet Zihni Sungur
Aşk, Evlilik ve Sadakatsizlik
Yaşamımız boyunca gözümüzü yakalayan
birçok şey vardır. Ancak bunların çok azı
yüreğimizi ve ruhumuzu da yakalar. Aşk,
evlilik ve sadakatsizlik acısı gibi!.. Aşk
“ben”leri yok etmek pahasına “biz”
olabilmektir. Sınırları iyi çizilmiş bir
evlilik “ben”leri koruyarak “biz”
olabilme sanatıdır. Sadakatsizlik ise
“biz”i yok etme riskini göze almaktır.
Kendisine yatırım yapmış olan insanların
önemli bir kısmını hayal kırıklığına
uğratmış olması evlilik kurumunun halen
dünyanın en büyük gönüllü organizasyonu
olmasına engel olmuyor. Ömrünün kısa
olması, geçici bir görme kusuru olduğunun
bilinmesi hatta karşılık bulamadığında
tarifsiz acılara neden olabilmesi tekrar
tekrar aşık olmayı engellemiyor. Yıllarca
emek verilmiş bir ilişkinin varlığı ve bu
ilişkiye verilen önem ise sadakatsizliklerin
yaşanmasını engelleyemiyor. Her şeye
rağmen hepimizin yaşantısının içinde
olabildikleri için her üç deneyimde daha
iyi anlaşılması gereken yaşantılar oluyor.
Aşk insan yaşamının neredeyse kaçınılmaz
bir yanılsamasıdır. Aşkı kaçınılmaz yapan
nedenleri anlamaya çalışırken tüm aşkların
ortak özelliklerini gözden geçirmek yararlı
olur. Biri diğerine aşık olduğunda aşık
olunan kişinin algılanması değişir. Artık
onda hangi özellikler görülmek istenirse
onlar görülecektir. Neyi bulmak istersek
onu göreceğimize göre aşk bir görme
kusuru olarak da tanımlanabilir.
Mükemmel aşıklar – mükemmel birliktelik
oluşturduklarına inanmak isterler. Daha
somut söylemek gerekirse; Ahmet Ayşe’yi
sevdiğinde, Ayşe artık: harikadır, olağan
dışıdır, zekidir, yıldız gibi parlak gözleri
vardır, kısacası Ahmet’in aradığı her şeye
sahiptir. Bu bağlamda partnerler
birbirleriyle mükemmel bir uyum
içindedirler! Ne şimdi ne de ileride
herhangi bir sorunları olabileceğini hayal
bile etmekte güçlük çekerler. Bu bağlamda
aşk, insan yaşamında pozitif anlamda bir
yanlı bakışın en çok egemen olduğu nadir
alanlardan birisi olmaktadır. Öyle ya,
yaşadığımız dünyada deneyimlediğimiz
birçok olumsuz yaşantı bizleri karamsar bir
bakış açısı içinde olumsuz bir yanlılığa
sürüklerken, aşk yaşantılanırken ilginç bir
biçimde her şey olduğundan da olumlu
görünmez mi?
Aslında aşk gerçek bir ilişki değil, hayali
bir birliktelik hatta olağan dışı bir
kaynaşmadır. Romeo Juliet’e ‘sen benim
güneşimsin’ der. Adem ise Havva’ya
‘senle ben etle tırnak gibiyiz, birimizin
yokluğu ötekinin de sonu olur’ der. Böyle
bir süreçte “ben”ler “biz” olabilmek
pahasına yok olmaktadır. Aşk bu bağlamda
bir kaynaşma olarak düşünülebilir. Aşk
ilişkisinde partnerler birbirlerinin temel
mutluluk kaynağı olduklarından ve
neredeyse birbirleri için doğduklarını
düşündüklerinden aşık olma dönemi aynı
zamanda hayali bir birlikteliği de temsil
eder. Ancak aşkın hayali özellikler taşıyor
olması her zaman gerçekçi olduğunu iddia
eden insanların bile aşık olma arzusunu
köreltememektedir. Çünkü insanların
yaşamlarında en özgür oldukları yer
hayalleridir. Hayaller hep gerçeklerin
önünde gider. Birçok insan aşkın abartılı
yaşandığını bilmekte hatta aşkı bir
“çıkmaz” olarak tanımladıklarında bile
“ama içinden çıkmak istemediğim bir
çıkmaz” demektedirler. Duyguların
mantığa meydan okuduğu ve kazandığı bu
süreci böylesine çekici hale getiren nedir?
Aşkın, çoğu insanın derinde kendisine
sakladığı iyi ve sevecen yönlerini ortaya
çıkaran yanı mı? Sayısız sahteliklerin
yaşandığı dünyada emsalsiz bir içtenliği
15. geçici bir süre içinde olsa simgeliyor
olması mı? Tüketici dünyasında baş
döndürücü olduğu söylenen bir duyguyu
tatma ve tüketme isteği mi? Bir ihtiyaç
olarak algılandığı için yokluğunun
derinden hissedilmesi mi? Varlığında tüm
mutsuzlukların ortadan kalkacağına
yönelik bir beklenti mi? Yoksa elmanın
diğer yarısını bularak ancak böylelikle bir
bütün olunacağını düşünmek mi?
Çoğu zaman çevremizdekilere aşık
olmakla birlikte giderek globalleşen bir
dünyada insanlar tamamen farklı
kültürlerden gelen, farklı inanış ve
değerlere sahip kişilere de çekilip, aşık
olabiliyorlar. Belki aşkın farklılıklar dahil
her güçlüğün üstesinden gelebileceğine
inandıkları için. Belki de aşkın anlamsız
bir yaşamı bile anlamlı hale getirecek bir
gücü olduğuna inandıkları için. İşte bu
nedenle aşkı bir görme kusuru olarak
tanımlamak mümkün. Bu bağlamda aşk
“farkındalık olmaksızın yani hesapsız
bir sevebilme gücü” olarak tanımlanabilir.
Yine bu nedenle daha saf ve naif bir
yaşantı belki de.
Diğer yandan giderek globalleşen bir
dünyada aşkta kolaylıkla tüketilebilen bir
duygu olabiliyor. Belki de insanlar giderek
daha az korkuyorlar aşkı tüketmekten.
Nasıl olsa her şey tükenmiyor mu? Nasıl
olsa aşkı aşık olduğumuzdan daha çok
sevmiyor muyuz? Eski aşklardan yeni
aşklara geçiş yapmıyor muyuz? Herkes
yaşamının bir döneminde aşık oluyor.
Önce aşık oldukları kişileri “deli gibi”
sevdiklerini ve asla başka birini
sevemeyeceklerini söylüyorlar. Sonra
aşklarını yitiriyorlar, acı çekiyorlar ve bir
daha asla aşık olamayacaklarını
söylüyorlar. Peki daha sonra ne oluyor?
Tekrar aşık oluyorlar! Yani aşık olmanın
kendisini aşık olduklarından daha çok
seviyorlar.
Eğer aşk geçici bir görme kusuru ise
eninde sonunda görme alanı netleşecektir.
Birlikte yaşama süresinin uzaması, ya da
evlilik bazen bu görme kusurunun
beklenenden önce düzelmesine neden olur.
Beklenenden önce diyorum çünkü
günümüzde herkes “aşk ne kadar sürer?”
gibi bir sorunun cevabının peşine düşmüş
durumda. Mümkünse aşkı olabildiğince
uzatmak istiyorlar. “Büyüsel bir süreç,
olağanüstü güzel bir rüya” olarak
tanımlanan bir yaşantının çabuk
bitmemesini istemek tabiî ki anlaşılmaz bir
durum değil. Ancak buradaki talihsizlik
aşk bitince her şeyin biteceğini ve ilişkinin
anlamsızlaşacağını düşünmek. Aşkın ne
kadar süreceği şeklinde bir soru bu noktada
anlam kazanıyor veya kaybediyor. Eğer
insanlar aşk yok olduğunda onun yerine
gelebilecek duygunun en az aşk kadar
doyurucu olabileceğine inansalar, aşk ne
zaman biter sorusu eminim bu kadar
önemli olmazdı. Ancak her aşkta sevgiye
dönüşmüyor elbette. Bu noktada önemli
olan aşkın sevgiye dönüşüp, dönüşmediği
önümüzdeki sayılarda aşkın sevgiye
dönüşebilmesi için partnerlerin özen
göstermesi gereken noktalar üzerinde daha
çok yazmaya çalışacağım.
Sınırlı bir ömrü olduğundan, doğal olarak
aşk iyi bir evlilik için asla yeterli
olamayacaktır. Peki evlilik içinde
mutluluğu ya da mutsuzluğu belirleyen
nedir? Yaşanan sorunların sayısı ya da
niteliği mi? Evlenilen kişiden kaynaklanan
sorunlar mı? Yine önümüzdeki sayılarda
daha uyumlu ve mutlu evliliklerdeki ortak
özellikleri gözden geçirecek ve mutlu bir
evliliğin vazgeçilmez öncülleri olan
iletişim ve sorun çözme becerileri üzerinde
duracağım.
Sorunlu evliliklerde en sık görülen
özelliklerden biri eşlerin birbirlerini
suçlamaları. Bu suçlamalar sonucunda
eşler zaman zaman umutsuzluğa kapılıyor
ve “Yürümüyor işte…”, “Hep aynı şeyler
oluyor”, “Bu ilişki onun umurunda bile
değil”, “Hatalarını asla kabul etmiyor”,
“İlişki iki kişiyle yürür ama o her şeyi
benden bekliyor”, “Hiçbir şey
değişmeyecek” gibi düşünebiliyorlar. O
zamanda ilişki için daha fazla çaba sarf
etmenin anlamsız olduğunu düşünülüyor.
Geçmişin ve şimdiki yaşantının kötü
16. olması yanı sıra geleceğinde umutsuz
görünmesi eşlerin daha da
karamsarlaşmasına hatta evliliğin
sonlanmasına neden olabiliyor. Bu
suçlamalar çoğu kez bazı güzel!
açıklamaları da beraberinde getiriyor. “Çok
çocuklu bir aileden geliyor”, “Tıpkı
annesi/babası gibi”, “Ailenin tek çocuğu
olduğundan her istediği yerine getirilerek
büyütülmüş”, “Çevresi onu hep
şımartmış”, “Ana-babası ayrılmış
olduğundan birlikteliğin ne demek
olduğunu bilmiyor”, “Yakın ilişkilerde
sorunu olmalı”, “Kendine saygısı ve
güveni yok” hatta son zamanların popüler
söylemi olan “Issız bir adam” gibi.
Oysa rahatsız olunan davranışlar ile ilgili
hipotezler kurup açıklamalar yapmak
evlilikte nadiren sorun çözer ya da
mutluluk getirir. İlişkiler sorunlu hale
geldiğinde kimin, hangi oranda “suçlu”
olduğu ve suçun altındaki nedenlerin
araştırılması bazen yalnızca soruna katkıda
bulunur, çözüme değil… Önemli
olan güzel açıklamalar yapmak değil,
sorunun çözümünde etkili olabilecek
yöntemler geliştirebilmektir. Çünkü
aslında hiç kimse (psikiyatrlar dahil) neyi,
niçin yaptığımızı kesin olarak bildiğini
söyleyemez ve ilişkilerde mantıklı
açıklamalar yapmak sorunu çözmekte asla
yeterli değildir.
Nefret ettiğinizi bildiği halde aynı
davranışları yapmakta ısrar eden ve daha
önce 50 kez bunu yapmamasını
söylediğiniz halde söylemlerinizi
umursamayan partneriniz için öfke ile
dişinizi gıcırdattığınız hiç olmadı mı? Ya
da onun ilk tanıştığınız zamanki gibi
olmadığını düşündüğünüz anlar? Hatta onu
eskisi kadar sevmediğinizi düşündüğünüz
zamanlar? Birazcık gerçekleri görebilse,
biraz dediklerimi duyabilse diye üzülüp,
ağladığınız ya da öfkelendiğiniz
zamanlar? Yakın ilişkiler ve bu ilişkilerin
kurumsallaştığı yer olan evlilik
dünyasına hoş geldiniz! Uzun süreli
ilişkilerde duygularının ara sıra iniş ve
çıkışlar göstermesi son derece doğaldır.
İniş yaparken yalnızca inişte olunduğunu
gösteren işaretlere bakmamak gerekir.
Çünkü yalnızca olumsuzlara odaklanmak
onların daha çok görülmesini, daha çok
görülmesi ise daha çok aranmasına neden
olur. Böylelikle olumlular giderek
görülmemeye ve yalnızca olumsuzlar fark
edilmeye başlanır. Özetle, yaşamda ne
aranırsa bulunacak olan o olacaktır.
Evlilikte sorunların net ve somut olarak
tanımlanması, eşlerin birbirleri ile ilgili
değişmesini istedikleri davranışların
belirlenmesi ve tüm bunları yaparken ne
tür stratejilerin kullanılması gerektiği de
önümüzdeki sayılarda ele alınacak önemli
konulardan bazıları olacaktır.
Evlilik içi yaşantılar arasında eşleri ve
birlikteliği en çok yıpratan yaşantının
sadakatsizlik olduğunu söylemek abartılı
olmasa gerek. Sadakatsizlik mevcut
birliktelik dışında üçüncü kişi/kişilerle
yaşanan duygusal ve/veya fiziksel bir ilişki
sonucu birlikteliğin beklenti ve
standartlarının çiğnenmesi anlamına gelir.
Birlikte yaşayan partnerle sadakatsizlikle
karşılaştıkları takdirde bunun tereddütsüz
ilişkilerinin sonu olacağını söylemelerine
karşın gerçek yaşamda çiftlerin yarısından
fazlası sadakatsizliğe rağmen ilişkilerine
devam etme kararı almaktadırlar.
Partnerler birlikte kalmaya karar
verdiklerinde somut bir ilişki kaybı söz
konusu olmasa da ilişkiye atfedilen olumlu
nitelikler kaybolmaktadır. Sadakatsizlik
her iki partneri de değiştirmekte ve
böylelikle ilişkinin kendisi de değişikliğe
uğramaktadır. Güven üzerine kurulu eski
ilişki ölmüştür ve yası tutulacaktır.
Dolayısıyla sadakatsizliğin ardından
yaşanan süreç tıpkı sevilen birinin
ölümünü izleyen süreç gibi şaşkınlık, şok,
inkar, öfke, umutsuzluk, çaresizlik, üzüntü
gibi evreler içerebilir. Bütün bunlara
rağmen kulağa inandırıcı gelmese de
sadakatsizlik sonrası birlikte yaşamaya
devam eden çiftlerden bir kısmının
ilişkilerinin sadakatsizlik öncesi dönemden
daha da sağlıklı bir duruma gelmesi
mümkündür. Bu sadakatsizlik sonrası
17. ortaya çıkan kriz dönemi ve sonrasındaki
gelişmelerin partnerler tarafından nasıl
yönetildiğine bağlıdır.
Sadakatsizliğin yıkıcı etkilerinin daha çok
sadakatsizliğe uğrayan kişide görüldüğü
bilinmekle birlikte bu sadakatsizliği yapan
partnerin acı çekmediği anlamına gelmez.
Sadakatsizliğe uğrayan kontrol duygusunu,
amaçlarını, kimliğini, adalet duygusunu
hatta yaşama isteğini kaybedebilirken,
sadakatsizlik yapan da suçluluk, utanç,
belirsizlik, umutsuzluk gibi olumsuz
duygular yaşayabilir. Bütün bu
olumsuzluklar içinde kaybedilen güven
tekrar nasıl kazanılacaktır? Sadakatsizliğe
rağmen birlikte kalmayı tercih eden
çiftler arasında mutluluğu ve güven
duygusunu bir daha asla yakalamayan
mutsuz çiftler olduğu gibi, acıyı sağlıklı
bir biçimde geride bırakarak mutlu
olmayı başaran çiftler de vardır.
Travmatik süreci başarıyla geride bırakan
çiftler incelendiğinde hemen hepsinin şu üç
aşamadan geçtikleri gözlenir.
Sadakatsizlik sonrasında ortaya
çıkan krizin aşılması dönemi. Bu
dönemde ilişkiye daha fazla zarar
vermemek için yapılması ve
yapılmaması gerekenlerin çok iyi
saptanması beklenir.
Sadakatsizlikten anlam çıkarma ve
sadakatsizliği anlama aşaması. Bu
aşamada sadakatsizliğe uğrayan eş
ihanete anlam verebilmek için
sürekli olarak konuyu gündeme
getirmek isterken, sadakatsizlik
yapan eş ise konunun tekrar tekrar
konuşulmasından belirgin bir
rahatsızlık duymaktadır. Bu
koşullarda sadakatsizlik nasıl
konuşulmalıdır? Önümüzdeki
sayılar hem krizin aşılması hem de
sadakatsizlikten anlam çıkarma
aşamalarında eşlerin yapmaları
gerekenleri detaylarıyla
aktarılacaktır.
Sadakatsizliği geride bırakabilmek
için ileriye doğru adım atma.
Sadakatsizliği geride bırakma, acıyı
kabul etmeyi, kararlı, sabırlı olmayı
gerektirir. Çünkü ancak umut varsa
çaba vardır. Bu aşamada yapılması
gerekenler de detaylarıyla
aktarılacaktır.
Özetle, sadakatsizlik sonrasında birlikte
kalma kararı alan eşlerin birlikte geçmek
durumunda oldukları zorlu süreçte
kullanabilecekleri stratejiler
tanımlanacaktır. Amaç sadakatsizlik acısını
geride bırakmaya çalışan partnerlerin
yapmaları ve yapmamaları gerekenleri
detaylarıyla tanımlayan bir kendi kendine
yardım yöntemi aktarmak olacaktır.
Umarım yeni dergimizin yolculuğu siz
değerli okuyucularımız için keyifli olur.
Herhangi bir son durak amaçlanmamakla
birlikte yolculuğu keyifli yapan sonuçlar
değil içinden geçilen süreçtir.
Yazarlarımıza ve tüm okuyucularımıza
yaşamın zaman zaman kaçınılmaz olabilen
acılarında da anlam bulabilecekleri bir
yolculuk yapabilmeleri dileklerimle.
(Bu yazı daha önce Paprika Dergisinde
yayınlanmış, dergimizde yayınlanması için
Prof Dr Mehmet Zihni Sungur’un izni
alınmıştır)
18. PSY-Q SİNEMA
JEUX D’ENFANT
Hazırlayan: Sıla Salantur
E- dergi bu ay filmde de “aşk”ı ele aldı.
Ynetmen koltuğunda Yann Samuell,
başrollerini Guillaume Canet ve Marion
Cotillard’ın paylaştığı 2003 yapımı Fransız
filmi Jeux D'enfant ile karşınızdayız.
Romantik komedi tadındaki bu film
Türkçe’ye Cesaretin Var mı Aşka adıyla
çevrildi. Filmin konusu oldukça ilgi
çekecek cinsten. Julien ve Sophie iki
çocukluk arkadaşıdır. Julien’in annesinin
hastalığı ve babasının otoriter yapısı,
Sophie’nin ise Polonyalı oluşu ve diğer
arkadaşları tarafından ırkçı saldırılara
uğraması iki çocuğu en iyi arkadaş yapar.
Julien ve Sophie’nin fazlasıyla cesaret ve
biraz da delilik gerektiren oyunları filmin
ana konusunu oluşturuyor diyebiliriz. Bu
oyunu “Doğruluk mu Cesaret mi?”
oyununun sadece cesaret üzerine
kurulmuşuna benzetebiliriz. Oyunun kuralı
çok basittir; sırasıyla her biri, ötekine
cesaret gerektiren zorlu görevler
verecektir. Bu görevler arasında sınava
sütyenle gitmek de vardır, okulun en sert
çocuğunu tokatlamak da... Zamanla
hayatın kendi zorlukları, bu oyunun bir
parçasına dönüşmeye başlar. Ve bu oyun,
gitgide inanılmaz bir aşk yaratır aralarında.
Ama acaba bu aşk birbirlerine
kavuşmalarındaki en büyük engel midir?
Yıllar boyu oyunu sürdürecek olan
büyüyünce diktatör olmak isteyen Julien ve
kayısılı turta olmak isteyen Sophie’nin
arasında gibi duygusal bir yakınlaşma
olacaktır. Film boyunca kendinizi
karakterlerin yaşadıkları aşk, tutku ve
hayatlarına odaklanırken bulacaksınız
şüphesiz. Film bu denli aşktan izler
barındırıyorken aşkı anlamak ve biraz
tanımak gerekmez mi sizce de ? Aşkın
tanımı ya da ne olduğuna ilişkin yıllardan
beri birçok açıklama yapılmıştır. Aşk,
insanın öznel dünyasında yaşanan, bizzat
kendisinin tanımlanmasından ziyade
etkileriyle anlatılabilen bir yaşantı türüdür.
Finck‟e (1981) aşk, sevginin tutkulu ve
derin biçimidir. Aşkın en önemli
özellikleri; sadakat, bağlılık ve şefkattir.
Aşık olan kişide önceliği duygular almış ve
akıl yürütme ikinci plana düşmüştür. Aşk,
öyle bir çelişkiler silsilesidir ve öyle
sonsuz rengiyle biçimi vardır ki, hakkında
19. ne söylerseniz söyleyin, muhtemelen doğrudur (akt. Pines, 2010).
Mevlana ise aşkı şu sözlerle tanımlamıştır:
“Birisi, aşıklık nedir?‟ diye sordu. Dedim ki benim gibi olursan bilirsin. Aşk sayıya sığmaz,
ölçüye gelmez sevgidir”.
Psikolojinin esaslı kavramları arasında yer alan aşk, pek çok farklı kuramcı tarafından türlere
ayrılmıştır. Aile danışmanları, psikologlar ve aile danışmanlığı hizmeti veren kurum
çalışanları sonuçlardan yararlanarak hangi aşk türlerinin yaşamda daha fazla anlam bulmayı
sağladığı konusunda danışanlara keşfedici bir yön sunar.
Sonu birçok izleyiciye göre açık bırakılmış fakat ilk sahnesi ve sonu düşünüldüğünde ruhun
sonsuzluğunu işleyen Jeux D’enfant 14 Şubat Sevgililer Günü için haftalar öncesinden
rezervasyon yaptırılmış bir etkinliğiniz yoksa eğer partnerinizle bu filmi izlemek iyi bir
alternatif olabilir. Sonunda siz de partnerinize o soruyu sormayı unutmayın. “Benimle oynar
mısın?”…
Bir dahaki sayımızda görüşmek dileğiyle.
Yaratıcı Yazarlık Söyleşisi 21 Ocak 2017 günü PSY-Q Eğitim Merkezimizde gerçekleşti.
20. MUTLULUK ve CİNSELLİK
Doç Dr Cebrail Kısa
cebrailkisa@hotmail.com
Mutluluk, Türk Dil Kurumu sözlüğünde
“bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak
ulaşılmaktan doğan kıvanç durumu” olarak
tanımlanmakta olup, değişik tanımları
yapılmış bir kavramdır. Bu bağlamda her
insan için duygu, biliş ve davranış olarak
aynı şeydir. Ancak psişik süreçler
açısından her insan için farklılık gösterir.
Herkes aynı şeylerle ve aynı oranda mutlu
olamaz.
İnsanoğlunun yaşamı frontal lobla ilişkili
yönetici fonksiyonların kontrolündedir. Bu
yönetselliğin olumlu geri bildirimlerle
aktive olması sonucunda, iyi ve mutlu
hissetmenin aracılığını yaratan
mezokortikal dopaminerjik sistem-
ödüllendirici sistem devreye girer. Bunun
yarattığı duygulara ise limbik sistem
aracılık eder. Dopamin, adrenealin,
melatonin, serotonin ve endorfin
hormonlarının salgılanmasının mutluluk
üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir.
Melatonin ışık ve güneşte daha fazla
salgılandığından kış aylarında mutluluk
oranı sıcak aylara göre daha düşüktür.
İklim değişiklikleri bu hormonal etkileşim
nedeniyle mutluluğu etkileyen
faktörlerdendir. Bu veriye baktığımızda
anne rahmine düştüğümüz andan itibaren
ve kişilik gelişiminin sonraki dönemlerinde
ancak sağlıklı bir biyolojik, psikolojik ve
sosyal gelişim içinde desteklenen
bireylerde mutluluğun hormonal yolakları
gelişir.
Mutlu olabilmenin temel yolu bireyin
biyolojik, psikolojik ve sosyal açılardan
sağlıklı olarak yetiştirilmesidir. Bunun
hayata yansıyan yönü ise; çocukların sevgi,
şefkat ve dokunularak büyütülmesidir.
Onlara sorunlarının üstesinden gelme
becerilerini, yaşamlarını yönetebilme,
kararlarını kendileri alma ve sorumluluk
alma becerilerini öğretmektir. Mutluluk;
doğumundan itibaren insanoğlunun içinde
var olduğu kabul edilen açlık, sevilme ve
cinsel dürtünün doyurulması, varoluşsal
kaygının ve hiçlik duygusunun ortadan
kalkmasıdır. Gerçek anlamıyla ihtiyaçların
karşılanması, doyurulması, güven içinde
hissetmek, hayata bütün bağlarıyla
tutunmak ve var olmaktır.
Cinsellik ise cinsel dürtünün etrafında
yapılanan; cinsiyet, cinsel kimlik, cinsel
rol, cinsel yönelim, erotizm, haz, yakınlık
ve üreme gibi kavramları içeren, insanın
kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Yaşamda cinsel ifade ve davranış olarak
kendisine yer bulur. İnsanların birçoğu
tarafından “yaşanabilecek en güzel zihinsel
ve bedensel eylemler” olarak kabul edilir.
Beden ve ruh sağlığımızın en temel
bileşenidir. İnsanın var olmasının ya da
varlığını ötekine hissettirebilmesinin başka
tür bir anlatımıdır. Biyolojik yapıdan,
kişilik özelliklerinden, kişinin başkasıyla
ilişkisinden ve içinde yaşadığı kültürden
büyük ölçüde etkilenir.
Cinsellik tarih boyunca insanoğlu için
karmaşık, vahşi, gizemli ve
ehlileştirilemeyen bir dürtü, varoluşsal bir
korku kaynağı olmuştur. Cinsellik kötüdür,
insanlar sevdiklerine cinselliği
yakıştıramaz. Türkiye'de gerek toplumsal,
gerekse de dini açılardan tabu olarak kabul
edilir. Sadece üreme yönü destek görürken,
“zevk ve haz” yönü ise çoğu kültürde
neredeyse yok sayılır. Cinsel yaşantının ve
cinsel sorunların ele alınışı, cinselliğe
bakış açısındaki değişime paralel olarak
21. her geçen gün değişmekte ve
gelişmektedir. Bu değişim ve gelişmenin
ana itici gücü ise kadınlar için daha fazla
olmakla beraber, hem erkek hem de
kadının toplumsal ve cinsel alandaki
rolünün giderek farklılaşması ve değer
kazanmasıdır. Batılı toplumlarda geçmiş
yıllarda cinsel istekleri nedeniyle suçluluk
duyan mutsuz kadınlar, şimdilerde ise iyi
sevişebilme ve orgazm olabilme
konularında kendilerini sorgular hale
geldiler. Buna karşın ülkemizde ve daha
doğudaki toplumlarda, göreli olarak erkek
cinselliği biraz daha özgürlük alanı bulsa
da kadının özgür olmadığı bir ilişkide,
erkek cinselliğinin özgürlüğünden
bahsetmek ne kadar doğru olabilir ki. Hem
kadın hem de erkek cinselliği üzerindeki
baskıcı tutum halen devam etmektedir. Bu
kültürlerde yetişen birçok insan cinsel
isteklerini ya da sorunlarını dile getirmekte
zorluk yaşarlar ve mutsuzdurlar.
Bu kadar yok sayılmasına rağmen Dünya
Sağlık Örgütünün tanımında cinsel sağlık,
bir bireyin sahip olduğu bazı temel haklar
arasında yer alır. Bu temel haklar arasında
cinsel ve üreme davranışlarını sosyal ve
kişisel etiğe uygun olarak yaşamak, cinsel
tepkileri baskılayan ve bozan korku, utanç,
suç, yanlış inançlar ve diğer faktörlerden
cinsellik ve üreme fonksiyonlarını olumsuz
etkileyen organik bozukluklar ve
hastalıklardan kurtulma hakkı da dâhildir.
Cinsellik ve mutluluk bir anlamda
biyolojik, psikolojik ve sosyal olarak insan
yaşamının ve ilişkilerinin temel
yürütücüsüdür. Onu içindir Freudiyen bir
tanımlama olan “libido” ya da “libidinal
güç” kavramları ilk zamanlarda yalnızca
cinsel güç anlamında kullanılırken,
günümüzde hem cinsel güç hem de kişiyi
hayata bağlayan yaşam gücü/enerjisi
anlamında kullanılmaktadır. Yani cinsellik
aslında yaşam enerjimizin ta kendisidir.
Cinsel duygular, fanteziler ve arzular
beden ve ruh sağlığımızın devamı, genel
iyilik ve mutluluğun vazgeçilmez bir
parçasıdır. Cinselliğin yaşanmasına izin
veren kültürlerde, izin vermeyen kültürlere
göre insanların özgüven içinde oldukları ve
yaşamlarında daha mutlu oldukları
bilinmektedir. Hatta son yıllarda yapılan
bazı çalışmalarda aktif ve düzenli cinsel
yaşantısı olan insanların daha mutlu ve
daha uzun süre yaşadıkları, aktif cinsel
yaşantısı olmayan insanların ise mutsuz ve
daha erken öldükleri ile ilgili bilimsel
sonuçlar vardır.
Cinsellik ve mutluluk arasındaki ilişkiyi
ortaya koyan birçok biyolojik kanıt vardır.
Cinsel aktivite sırasında, libidinal enerjinin
yaratılmasında, orgazma ulaşma ve iyi
hissetme yolunda “mezolimbik
dopaminerjik-ödüllendirme yolak”
aktifleşir. Bu yolak ödüllendirici sistem
dediğimiz ve bağımlılık geliştiren ilaçların
yarattığı haz kaynaklı çalışan öfori ve
bağımlılığın gelişmesinin temel yolağıdır.
Cinsel yaşantılar özellikle de dokunma,
okşama ve sevişmeyle endorfinler,
dopamin, nitrik oksit ve oksitosin
salgılanmasına neden olarak bütün bedenin
gevşemesini, iyi hissetmeyi, sevgi ve
şefkat gelişmesini sağlar. Sempatik ve
parasempatik sistemin koordineli bir
biçimde çalışması da bu ahengin
yaratılmasının ana etkenidir. Mutlu olmayı
sadece cinselliğe bağlamak nasıl taraflı bir
yaklaşım ise mutluluğu maneviyata havale
etmek de taraflı bir yaklaşım olur. Kişilerin
doğumundan itibaren beraberinde getirdiği
cinsellik de dahil sevgi, şefkat istemi ve
açlık gibi diğer dürtülerin de doyurulması
buna katkıda bulunur. Özellikle erken
çocukluk yıllarında aile bütünlüğünün
olması, çocukların sevgi şefkat ortamında
büyümeleri ve ihtiyaçlarının karşılanması,
psikososyal stres faktörlerine maruz
kalmaması ve kişilerarası ilişkide karşılıklı
güven, dürüstlük, açıklık, sevgi ve saygı
çerçevesinde birbirinin mahremiyetine
saygı göstererek ilişkilerin yaşanması
mutlu olabilme yolunu açar. Mutluluk
22. hiçbir zaman kendiliğinden gelmez, istemek gerekir. Kişilerin hayatlarındaki amaçlarını
gerçekleştirme çabasıdır.
23. İYİLEŞTİRİCİ OLMAK
Ferhan Bıçakçılar
Kötümserler her fırsattaki zorluğu,
iyimserler ise her zorluktaki fırsatı
görürler.
Winston Churchill
İlişkileri içinde çevresindeki insanların
değerli hissetmesi için bir davranış, bir söz,
sevgi dolu bir dokunuş ortaya koyan kişi
iyileştiricidir. İyileştirici olmak; eylemde
bulunmak, ilişkiler de yapıcı olmak ve
yaratıcı bir şeyler yapmak demektir. Az ya
da çok ne yaparsanız yapın, olumlu
düşüncelerle, çözüm hedefli ve yaratıcı
olmaya çalışıyorsanız sizde iyileştirici bir
kişisiniz demektir.
Birlikte oturup dizi seyretmek, bir kafede
oturup sadece etrafa bakmak, yan yana
olmanıza rağmen bilgisayar ya da telefonla
ilgilenmek ya da AVM’nin içinde boş boş
gezip sadece vitrinlere bakmak gibi pasif
faaliyetlerde bulunmak, iyileştirici olmak
değildir. İyileştirici olamayan çiftler
zamanı beraber kullanamaz; zamanı
beraber tüketirler.
Daha önce bahsettiğim gibi yeni yüzyılda
değişen değerler ve hızla akan yaşam,
insanları sorunlar karşısında neler
yapabilecekleri hakkında şaşkına çeviriyor.
Bu nedenle bazı çiftler sürüklenmekten
başka yapabilecekleri bir şey olmadığını
düşünüp, rüzgâra kapılmış bir yaprak
misali savrulurlar.
İyileştirmek için yapılan bir davranış
sonunda, eşler bir parça bile olsa daha iyi
hissediyorlarsa ya da durumun daha
olumlu hale geldiğini düşünüyorlarsa, bu
iyileştiricidir.
İyileştirici olmak, ilişkiye neler olabileceği
konusunda değil, ilişki için yapabilecekleri
konusunda eyleme geçmek ve olumlu
beklentileri oluşturmak demektir.
Bu yeni bir bakış açısıdır, ultra düzeyde bir
mucize ya da çok özel bir yetenek değildir.
İstendiğinde herkes, az da olsa iyileştirici
olabilir.
“ İyileştirici olma” ve “Eyleme geçme”…
Bu ikisini bir araya getirdiğinizde daha iyi
bir ilişkiyi başlatmış olursunuz.
İyileştiricilik, sorumsuzluğun karşıtıdır.
İyileştiricilik, vurdumduymazlığın
karşıtıdır. İyileştiricilik, pasifliğin ve
tembelliğin karşıtıdır. İyileştiricilik,
olumsuzun karşıtıdır. İyileştiricilik,
yıkıcılığın karşıtıdır.
İlişkinizi formda tutmak için bu kitabı
okuyorsanız, bu, yapıcı bir faaliyettir.
Konuyla ilgili size son bir uyarı, zevk ve
eğlencenin ilişkinizin tek amacı olması,
iyileştirici olmanız anlamına gelmez;
ilişkisel başarınız, ilişkinizdeki istikrarın
ve dengeli bir duygusal hayatın
oluşturulabilmesi ile mümkündür.
Geçinmeye niyetli olabilmenin, iyileştirici
olmanın temel mantığını içerdiğini, kitabı
buraya kadar okuyan herkesin öğrendiğini
düşünüyorum. Bu bilgilerle, ilişkiniz
hakkında olumlu düşüncelere ve duygulara
sahip olabilirsiniz; ama bu olumlamayı
davranışa dönüştürmek, birlikteliğinizi
iyileştirmek, temel felsefeniz olmalıdır.
24. Okullarda Anne Baba Eğitimleri
yeniden başlamalı (Haber Ekspres
gazetesinde yayınlandı)
RÖPORTAJ
Lütfü Dağtaş-Evlilik ve Aile Danışmanları
Derneği olarak okulların dışında
belediyelerle de konuyla ilgili olarak
eğitim işbirliğine hazır olduklarını
açıklayan Tolga Nasuh Aran, ülkemizde,
kaba boşanma hızının 2015 yılında en
yüksek olduğu ilin İzmir olduğunu belirtti,
oranın binde 2.77 olarak gerçekleştiğini
aktardı, "İzmir'i binde 2.75 ile Antalya,
binde 2.55 ile Muğla izledi. Kaba boşanma
hızının en düşük olduğu il ise binde 17 ile
Hakkari oldu. Hakkari'yi binde 22 ile
Şırnak, binde 23 ile Bitlis izledi" dedi.
Yine 2015 yılında boşanmaların yüzde
39,3'ünün evliliğin ilk beş yılında
olduğunu belirten Tolga Nasuh Aran,
yüzde 21,5 oranındaki boşanmanın ise
evliliğin 6 ila 10 yılı arasında görüldüğünü
kaydetti.
'Evlenmeye de, boşanmaya da hemen karar
veriyoruz'
Toplumumuzda evlenmeye de boşanmaya
da hemen karar verildiğine dikkati çeken
Aile Danışmanı Tolga Nasuh Aran,
konuyla ilgili olarak şöyle konuştu:
Bence bu bir eğitim sorunu. Çocuklarımızı
bir gün yetişkin olacak diye
yetiştirmiyoruz. Her şey gibi birbirimizi
tüketiyoruz. Hazzı ertelemeyi
öğretemediğimiz sürece hiç kimse mutlu
olmayacak. Sabırsız bir toplum olduk.
Dinlemeyi bilmiyoruz. Empati kavramına
çok uzağız. Çiftler maalesef ayrı telden
çalıyor. Birbirine yabancılaşıyor. Eğitim,
demiştim. Belediyelere çağrı yapıyorum
buradan. Evlendirme dairesine
başvuranlara en azından evlilik okulu
benzeri eğitimlere yönlendirsinler.
Evlendikten sonra anne ve baba olacaklara
anne baba okullarına yönlendirsinler. Ben
kendi kurumum adına ve yöneticisi
bulunduğum Evlilik ve Aile Danışmanları
Derneği adına bu projelere hazırım.
Evliliklerin aile içi eğitimden kurumsal
eğitime pek çok eksiklikten olumsuz olarak
etkilendiğini dile getiren Aile Danışmanı
Tolga Nasuh Aran, bu konuda şunları
söyledi:
Bir kere demokrasi kavramını bir türlü
içselleştiremedik. Eskiden otoriter ama
tutarlı bir anne baba modeli vardı. Bu
otoriter modelde sevgisini ifade edemeyen
bir nesil dünyaya geldi. Bu nesil ise
çocuklarını kendi ebeveynlerimden farklı
yetiştireceğim diyerek koruyucu ama
umarsız bir model geliştirdi. Yani
çocuğunu bir taraftan aşırı koruyup
olgunlaşmasını engelledi, benim gibi
olmasın ezilmesin, dedi ya da biz
çocuğumla arkadaş gibiyiz, dedi ve
kuralsız bir nesil yetiştirildi. Teknoloji
hayatımıza girdikten sonra ise uzaktan
kumandalı bir nesil oluştu. Yani çocuklar
artık evde karar verici olmaya başladı. Ne
yenileceğine, nereye gidileceğine artık
çocuklar ebeveynler yerine karar vermeye
başladı. En ideal olan demokratik modeli
ailede gerçekleştiremediğimizden şu anda
toplum olarak birbirimize tahammülsüz,
saygısız, hoşgörüsüz ve empatiden yoksun,
vicdan sahibi olmayan bireyler haline
geldik. Dolayısıyla bu toplumsal yapıda
evliliklerin, dolayısıyla ailelerin de
biçimlenmesi maalesef böyle oluyor.
Okullarımızda başlayan ancak çöpe atılan
Anne Baba Eğitimleri Projesi, Demokrasi
Okulu projeleri vb. geliştirilerek
yaygınlaştırılmalıdır. Aslında özetle ne
gerekiyor biliyor musunuz? Çocuklarımıza
25. felsefi düşünmeyi öğretmeli ve bu yönde eğitimler vermeliyiz.
Çocukların etkilenmeleri
Aile içi geçimsizliklerin ve boşanmaların ağır bastığı ortamda çocukların da etkilenmelerinin
söz konusu olduğuna vurgu yapan Aile Danışmanı Tolga Nasuh Aran, bu konuda yanlış bir
algılama olduğunu söyledi, "geçimsiz bir çift eğer saygıyı, sevgiyi yitirmiş ve sadece
çocukları için kağıt üstünde evliliklerini sürdürüyorsa esas çocuklarımız bu ilişki biçiminden
olumsuz etkileniyorlar" dedi, şunları aktardı:
Şüphesiz çocuklarımız etkileniyor. Ancak yanlış bir algılama var. Boşanmış bir aile çocuğu
olumsuz etkilenir, diye. Düzeltme yapmak istiyorum. Geçimsiz bir çift eğer saygıyı, sevgiyi
yitirmiş ve sadece çocukları için kağıt üstünde evliliklerini sürdürüyorsa esas çocuklarımız bu
ilişki biçiminden olumsuz etkileniyorlar. Boşanma kararı olan çiftleri anne ve babalıktan
ayrılmayacakları hususunda hep bilgilendiriyoruz. Ancak ne oluyor biliyor musunuz?
Genellikle hemcinslerim olay mahallini terk ediyor, ebeveyn sorumluluklarını yerine
getirmiyorlar ya da ekonomik gücü olan kadınlar bunu kullanarak ayrılan kocasını çocuğuyla
cezalandırıyorlar, çocuklarını babalarına karşı dolduruyorlar.
Aile Danışmanı Tolga Nasuh Aran, 15 yılı aşkın süredir davranış kalıplarımız üzerine eğitim
verdiğini belirtti, söz konusu eğitimlerde ailelerin işlevsel olmayan davranış kalıplarına
değindiğini açıkladı, Bireysel, Kurumsal, Çift ve Evlilik, Çocuk ve Ergen dallarıyla
profesyonel koçluk alanında danışmanlık hizmeti verdiğini aktardı.
26. Aşkla Kala Kalın
Yetiş Fidan Mutlu
Ne çok film ,şarkı,hikaye ,söz ve şiir var
aşk üzerine yazılmış..Onlarcası geçti
aklımdan saatlerce okudum kimler ne
demiş , neler söylemiş diye .Kıyısına
köşesine çok yakışsalarda hatta yazımı
şıklaştırsalarda çoğundan
vazgeçtim..Sizlerle paylaşmadan önce
inanın bende ,yüzyıllardır sırrına
erilememiş bu gizemli deneyimin
dünyamdaki izdüşümünü ve bu kadar
sağanak altında kalan yansımasını merak
ettim.Sırlar , bilinmezlikler peşinde koşan
biz insanoğlunun merakı ve açlığı
keşiflerinde ,bilim ve sanatta yaratım
süreçlerinin ilk adımı olmuş.Aşkta bir sır
gibi hayatlarımızın ortasına kondurulmuş
.Aşk çözülemedikçe mi güçlenmiş yoksa
sırrının içindeki sırlar mı onun bu
vazgeçilmez konumunu sarsmamıştır hala
çok da bilen yok.Bu sorunun yanıtı bile bir
gizemler silsilesinde saklı bence..Bazı
disiplinler farklı yaklaşımlarla
tanımlamalar yapıyorlar.Bir çok düşünür
onlarca söz söylüyor,kitaplar üzerine
şiirler yazılıp şarkılar
besteleniyor..Hangisi bizimkine
uyuyor?..Ucundan kıyısından benzer
noktaları ya da yaralarımızı iyileştirici
merhemleri oralardan bulmaya çalışsak,
sonuç ne çare!!!En iyi psikolog ya da
terapistin son sözü şu oluyor:Bunu siz
atlatacaksınız..Atlatmak zorunda olduğum
bu duyguyu yaşamak için ettiğim dualar
,hangi gezegende kabul olmuştu ya peki
dilek havuzlarına attığım paralar şimdi
kimin dileğinde parıldıyordu..Niye
atlatıyorum doktor bey !!!Peki atlatınca,
nereye atlıyorum ben; sonsuz bir
yalnızlıksa, buyurun siz önden ben burda
kalıyorum..Beceremedim mi diye de
düşünmeden edemiyor insan ama o hınzır
sesim imdadıma yetişiyor :
-Herkes senden ..Sevinelim mi gülelim mi
halimize ..İşler sanki daha da karışıyor..Bir
şöyle ilham inse ,Tanrım bana bir kıyak
geçse, bu kızın yüreği çok acı çekti bunu
atlatıvereyim dese ..Ve beklenen o müthiş
iç ses :
-Senden daha çok acı çekenler oldu sonuç
aynı..Sen de atlatacaksın..Bunlar ünlü bir
tragedyaların korosu mu oldu ne?.Tanrım
üç kuruşluk aklım vardı, aşık oldum üçte
ikisi gitti, son elde avuçtakini de bu koroya
kaptıracağız kesin.Üzülmeyin ve gülmeyin
sevgili dostlar her an başınıza gelebilir..
Aragon’un önünde saygıyla eğildikten
sonra , aşkın kimyası insanı nasıl ters yüz
ederse ben de aşkın ilk ok anlarıyla
bitireyim yazımı..Hiç beklemediğin işte o
an ,ansızın ne olduğunu bile
kavrayamadan insanı içine çeken, eviren
çeviren bu duygunun insanoğluna verilen
büyük hediyelerden biri olduğuna
inandığımı itiraf etmek zorundayım.Ok
kalbinizde ilerlerken zamanla , küçük bir
çocuğun gölgesiyle karşılaştığı anlardaki
hallere dönüşürsün.Kaçsan kaçılmaz hem
benzerin hem benzemeyenin ,her
gördüğünde kalp taşıkardiden
yorgun,yanından ayrıldığın an buram
buram özlem kokar; tüm şiirler ,şarkıların
nakaratları hep Of'tan başlar...
Adet yerini bulsun sevdiğim aşk tanımını
paylaşmadan olmaz.”O kişi yoksa ,bütün
dünya insansız kalmış gibidir” diyor
Lamartin.Elbette zıtlıklar dünyasında,
aynaların sırrı için ardına varabilmek,
tersiyle yüzünü buluşturmak lazım.Öte
yüzü ,o kişi varken zamansızlığa çağırır
gibi yanıbaşındaysa zaman durur ve artık
başka kimse yoktur.Aynada kendini
27. görmeye başladığın anlar ,kapına dizilmiştir..Hayallerin ve umutların, kendini görmen için
önünde durduğun aynanın tozunu çoktan almışlar bile.Ve ilk kez şaşırır kalırsın hallerine
tanıyamazsın kendini ,bir daha bir daha bakarsın güzelleşen yüzüne ışıl gözlerine..Of of öyle
güzel girdik duyguya, birden hatırladım hayatımın en uygusuz dar zamanlı anlarını
yaşıyorum ve off bu ilişki çok imkansız görünüyor..Çok mu tanıdık geldi hiç sormayın bana
da ..Yakın bir şair arkadaşımın bir sözüyle veda edeyim.”Aşk Kalandır”der.Kalın sağlıcakla
ve aşkla..
28. AŞKIN PSİKOLOJİSİ
Yrd. Doç. Dr. Mehmet ŞAKİROĞLU
Hiç şüphesiz, aşk yeryüzünün en büyülü
gerçekliklerinden.
İnsanı insan yapan, kendisini muhteşem
hissetmesine yol açan, varlığıyla mutluluk
ve mutsuzluğu aynı anda yüreğe koyan ve
tüm bu özellikleriyle duyguları muhteşem
kılan en güzel deneyimlerimizden biri.
Eğer aşıksan, ince bir çizginin
üzerindesindir her zaman. Aşk, bir yanına
aydınlığı, mutluluğu ve enerjiyi
doldururken, diğer yanına karanlığı,
mutsuzluğu ve umutsuzluğu koyar. Ve
insan, bu ince çizgide düşe kalka yürümeyi
seçer. Çünkü aşktır, bilinmezdir. Bugün
var, yarın yoktur. O yüzdendir ki insan,
aşkı anlamak için yaşamayı, tatmayı, düşüp
kalkmayı göze alır.
Aşkı için tek başınadır insan, ne olursa
olsun diğerleri ile ne kadar yakınlaşırsa
yakınlaşsın tektir hayatta. Yapayalnızdır.
Aşk kutsalı olmuştur. Dünyasına şekil
veren, kalbini alıp götüren ve getirdikleri
ile insanı yeni bir insana dönüştüren
müthiş bir deneyimi yaşıyordur artık.
Gariptir ki, herkesin başına gelmeyen,
ihtişamlı bir deneyimdir bu. Aşktan yana
şansı olanlar ya da şansı yaver gitmeyenler
için, ne olursa olsun, hayatın hangi
kapısının başında olursa olsun bilmek
gerekir ki, aşk kapıyı çaldığında buyur
etmek gerekir. Korkmadan, çekinmeden,
uzak durmadan. Hayatın, bize tanıdığı
şansı değerlendirerek, yaşanabileceklere
kucak açmak ve ne ise yaşamamız gereken
onlarla yüz yüze gelmek gerekir. Çünkü
aşk şanstır ve gelmişse hayat bize
gülümsüyor demektir.
Şimdi sıra milyonlarca içinden, tek bir
tanesi diyebilme cesareti göstermektir.
Aşkına sahip çıkmak, aşkı yaşamak, yani
aslında yeryüzündeki bütün ihtimalleri
sıfırlayıp tek bir kişiyi özel kılmaktır.
Kimin kiminle, nerede, ne şekilde ve ne
amaçla karşı karşıya geleceğini kimse
bilemez. Hayatın oynadığı binlerce oyun
içerisinden, bir gün bir yağmur tanesinin
gökyüzünde onca yol kat ettikten sonra
çıkıp gelip bizi bulduğu gibi, aşkın da
karşımıza dikilivermesi ve her şeyin bizim
için yeniden şekil alışına tanık olmaktır.
Bir diğer yandan, aslında istediğiniz kadar
aşık olabilir, hatta her gün farklı insanlara
aşık olup durabilirsiniz. Ama gerçek aşkı
bir kere yaşarsınız. Tüm bağımlılıklarda
işleyen bu mekanizma burada da aktiftir.
Bir kere muhteşem deneyim yaşamışsanız,
sonraki denemeler ilkine duyduğunuz
29. özleme dönüşmüştür. Gerçek olan aşk,
ergenlik döneminde tam da üremeye
hormonal olarak hazır olduğumuz, ayrıca
frontal lobumuz tarafından çok da
engellemediğimiz ve nispeten kendimizi
daha özgür algıladığımız bir dönemde
gerçekleşir. Yani insanın her gün yeniden
aşık olması mümkün olmakla birlikte,
aslında “gerçek” aşk büyük ihtimalle bir
kez vurur insana, sonrasında gelenler o ilk
tecrübenin değişik versiyonları olacak ve
zaman içerisinde naifliğini
koruyamayacağından “gerçekten” aşık bile
olamayacaklar belki de.
Burada, hepimizin hayali de özel olanı,
gerçek olanı bulmak. Özel olanın,
kalbimize girip bizi tamamlayacağına dair
beklentiler hepimiz için çok yoğundur.
Aşkın büyülü hallerinin içimizde yarattığı
beklenti, karşımıza çıkanın bizim için en
özel olacağı beklentisine dayanır. Aşk bize
verdiği güç ile eninde sonunda “doğru
insanı“ bulacağımıza yardım edeceğine
inandırır.
Peki, bu beklenti ne kadar doğru?
Tüm bu cevapları bulmak için, aşkın ne
olduğuna ve aşk denilen gerçeklikle
aramızda kurulan ilişkiyi düşünelim.
Öncelikle, hayat böylesine karmaşıkken
neden aşkın bile çeşitleri var, bu soruya bir
göz atalım.
Popüler dünyayı en çok meşgul eden
konulardan biridir aşk. Aşktan arınmış bir
magazin programı, taraftarı olmadığınız iki
takımın golsüz maçını izlemeye benzer.
Aşk duygusunun; öfke, korku, kıskançlık,
yetersizlik hissi, sevinç, coşku,
reddedilmişlik, anlaşılmamak, haksızlığa
uğramak, hayal kırıklığı gibi birçok yoğun
duyguyla omuz omuza hali onu daha da
ilginç kılar.
Aşk üzerindeki ilginin sürekliliğinin bir
diğer nedeni tanımındaki belirsizliktir.
Murstein makalesinde, aşkın, kimi yazara
göre kişilik yetersizliği, kimi yazara göre
kişilik yeterliliği olarak ifade edildiğine
değinmektedir.
Ona göre, bazı yazarlar aşkı, yalnız başına
ayakta durabilecek içsel kaynakları
olmayan kişilerin başkalarına bağımlı hale
gelmesi olarak değerlendirirken, bazıları
ise aşkı, kendisini ifade edebilen, beraber
yaşama kurallarına uyabilen sağlıklı
kişiliklerin bir yaşam becerisi olarak
değerlendirmektedir. Bunlara paralel bazı
yazarlar aşkı üreme odaklı içgüdüsel bir
aktivite olarak görürken, bazıları ise
toplumsal kurallar kuramı çerçevesinde
aşkı, toplumsallaşma sürecinde ulusal
ekonomilerin desteklenmesi için gerekli
evlilik kuramının ön koşulu olarak görür.
Psikoloji biliminin aşk yolculuğunda,
Sternberg’in üçgen aşk kuramı, Hazan ve
Shaver’ın romantik bir bağlanma olarak
aşk kuramı, Rubin’in aşk ve hoşlanma
kuramı gibi önemli bilimsel teorilerin
bulunmasına rağmen, alana en büyük
etkiyi Lee’nin çok boyutlu aşk biçimleri
30. kuramının yaptığı söylenebilir. Lee’ye göre
tutkulu aşk, oyun gibi aşk ve arkadaşça aşk
başlıklı 3 temel aşk çeşidi vardır.
Tutkulu Aşk: İlk görüşte aşk olarak
bildiğimiz fiziksel, cinsel çekiciliğe
dayanan aşk biçimidir. Fiziksel uyarılmaya
paralel gelişir. Kalp atışları hızlanan,
heyecanlanan, harekete hazır hale gelen
kişi aşık olduğunu düşünür. Fizyolojik
uyarılmalar mı aşkı takip eder yoksa aşk
duygusu mu fizyolojik uyarılmalardan
sonra oluşur sorusu Dutton ve Aron’un
yıllar sonra yaptığı “uyarılmanın yanlış
yorumlanması” (misattribution of arousal)
deneyiyle cevaplanmaya çalışılmıştır.
Korkunç köprü deneyi olarak da bilinen
çalışma, biri korkunç diğeri güvenli iki
köprüden geçmekte olan erkeklere, çekici
bir kadının anket uygulaması ve uygulama
sonunda kartını vererek “çalışmayla ilgili
sorularınız için beni arayabilirsiniz”
demesiyle süregelir. Anket sonrası,
tahtadan yapılmış, sallanan yüksek
köprüden geçen erkeklerin %50’si kadını
ararken; güvenli, demir köprüden
geçenlerin sadece %12’si kadına dönüş
yapmıştır. Araştırmacılar bu bulguyu,
korkunç köprüden geçmekte olan erkek
deneklerin köprünün yarattığı korkuya
bağlı uyarılmayı yanlış yorumlayıp onlara
anket uygulayan kadınla
ilişkilendirdiklerini ve o yüzden büyük
oranda dönüş yaptıkları şeklinde
yorumlamışlardır. Etkilendikleri şey
aslında kadının çekiciliği değil, köprünün
yarattığı korkudur.
Köprünün yarattığı korkuya bağlı olarak
kalbin güm güm atması sırasında karşısına
çıkan anketör kadın, kişinin uyarılma
durumunu yanlış yorumlamasına ve
kadından etkilendiğini düşünmesine neden
olmuştur. Bu durum aşk duygusunun,
fiziksel uyarılmayı takip ettiğini
düşündürmektedir.
Oyun gibi aşk: Aşkın yarattığı olumlu
duygular ve mutluluğu arayan kısa süreli
ilişkilerden hoşlanan, çok eşliliğe yatkın,
bağlanmayı tercih etmeyen kişilerin
yaşadığı aşk biçimidir. Aşkın acısından
kaçan, sıkıntıyı sevmeyen, şıpsevdi tür
kişiler yaşar. Partneri uzun vadeli hayaller
ve beklentilerden bahsedince uzaklaşma
eğilimi gösterirler.
Arkadaşlık temelli aşk: Arkadaşlığın
zaman içerisinde aşka döndüğü biçimdir.
Siyasi görüşlerdeki benzerlikler, inançların
uygunluğu, geleneklere yatkınlık, ailelerin
kültürel yapılarından tutun, desteklenen
futbol takımı ve dinlenen müzik türüne
dair ortak tutumlar aşkın tetikleyicisi olur.
Destekleyici, özleyen, iyiliğini isteyen,
sevgi ve güven temelli aşk biçimidir.
Fiziksel özelliklerden ziyade,
“yanındayken kendini iyi hissetme
prensibi” temeline oturur.
Hangi türe girerse girsin kalıcı, güven
temeli üzerine kurulmuş, aşkın sevgiye
31. döndüğü ve güçlendiği sağlam bir ilişki
için partnerinizi iyi tanımamız gerekir.
Unutmamakta fayda vardır ki, mükemmel
partner ve mükemmel ilişki diye bir şey
yoktur. Beklentilerimize, arzularımıza ve
ihtiyacımıza cevap verecek “mükemmel”
kişiyi bulma arzusunun olanaksızlığını
kabullenip, kişileri daha kapsamlı ve
gerçekçi şekilde algılamak önemlidir. Bu
şekilde hayatımızda sağlıklı mutlu ve
memnuniyet düzeyi yüksek ilişkiler
yaşamayı mümkün kılarız.
(Bu yazı Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şakiroğlu ile
Gastroedebiyat yazarı Gözde Çıbık tarafından
yazılmıştır.)