SlideShare una empresa de Scribd logo
1 de 57
Descargar para leer sin conexión
www.kuyruksuz.com


TÜRK
HÜMANĠZMĠ
I
Nurer UĞURLU baĢkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıĢtır.

Dizgi - Baskı - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı
Basın ve Yayıncılık A.ġ.
Aralık 1998

TÜRK
HÜMANĠZMĠ
I



Prof. Dr.
SUAT SĠNANOĞLU


CGAZETESĠNĠN
OKURLARINA ARMAĞANIDIR
ĠÇĠNDEKĠLER

Önsöz 7
I. GiriĢ: Sorun verilerinin oluĢup geliĢmesi 14
1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi      14
2- Atatürk devrimi; yeni bir hümanizm kaynağı          23
3- Tanıma kuramı          29
4- Bu giriĢi yazmamın nedeni 34
II. Batılı olmayan evrenin tarihsel ve fikirsel
incelemelere aykırı düĢen niteliği.      35
1- Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden
yapılan incelemelere karĢı koyan bir
nitelikte olmasının nedenleri 35
2- Batılı olmayan evrendeki bunalım 42
III. Türkiye'nin kültür sorunu. 54
1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri. Devrimin
eylemci ve yaratıcı dönemi: Aatürk'ün manevi
portresi         54
2- Durgunluk dönemi ve devrimin ideolojik
cephesindeki çelimsizlik         75
3- Batılıların modern Türkiye üzerindeki görüĢleri     78
4- ÇağdaĢ Türkiye'nin durumu ve manevi bunalımı        81
5- Benimsenmek istenen yeni ilkelere ve baĢlayan
yeni yaĢayıĢa rağmen, öbür dünyaya dönük yazgıcı
zihniyetin Türk toplumu üzerindeki egemenliğini
sürdürmesi. 86
  6- Bugünkü durumu yaratan nedenler.
  Devrimin üç yorumu 91
  7- Üç yorumun yetersizliği. 98
  8- Devrimin dördüncü yorumu            109
  9- Yeni bir kültür bilinci edinme zorunluluğu        115
10- Okulun iĢlevi. Ortaöğretimin bugünkü
durumu           116

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

11- Manevi evrende dönüĢüm zorunluluğu;
akılcı ve insancı temellere dayanan eğitim 122
Notlar 133


ÖNSÖZ

Atatürk'ün ölümünden hemen sonra ülkenin manevi ve maddi geliĢmesinin vazgeçilmez koĢulu
olan devrim ilkelerinden -halktan gelen ya da geldiği sanılan baskı karĢısında- ödün verilmeye
baĢlandı. Kanımca o ilkeler gerçi devletçe kabul edilmiĢ ve onlara en uygun düĢen kurumlar
kurulmuĢtu; ancak o ilkeleri gerçekten benimseyebilecek, o modern kuruluĢlarda kuruluĢ
amaçlarına uygun ruhu yaĢatabilecek, zihniyet henüz oluĢmamıĢtı. Devrimin bugün büsbütün
çöken ideolojik cephesi o günlerde de son derece çelimsizdi. 1945 yılında çok partili rejime geçiĢle
ödünler arttı. Kitlelerin devrimin belli baĢlı ilkelerine yabancı kalmıĢ olması, yöneticileri ödün
vermeye zorluyordu. Yöneticilerin kendileri verilen ödünlerle devrimin ne ölçüde sarsıldığının
farkında değillerdi. Devrimin muhasebesi dönemine girildiğini ilan eden muhalefetin 1950'de
iktidara gelmesi ile Türk toplumu, tuttuğu yolun bilincine ermek çabası ile, -oluĢamayan laik
ahlakın eksikliğinde- eski ölçütlere baĢvurmuĢ ve yeni bir yön saptaması yaptığını, yapmak
zorunda kaldığını anlamıĢtır.
Eksik olan yalnız laik ahlakın oluĢması değildi; devrim hâlâ heyecan ve duygular düzeyinde
yaĢıyordu. Atatürk'ün eseri tarihsel ve fikirsel düzeylerde sistemli bir biçimde
değerlendirilmemiĢti. Öğretisi belli direktifler Ģeklinde, devrim kuruluĢlarında kopuk parçalar
halinde yaĢıyordu.
Bu eser Türk toplumunun manevi sorunlarının dinsel ilkelere dönülmekle çözümlenebileceği,
Atatürk'ün gösterdiği çağdaĢ uygarlık düzeyine eriĢme amacının ise ekonomik etkenin ön plana
alınması ile gerçekleĢeceği inancının kamuoyunda yaygınlaĢtığı yıllarda kaleme alındı. 1938'den
beri ülkenin içine düĢtüğü bunalımların hep bu hayalci ve demagojik politikanın sonucu olduğunu
hiç kimse düĢünemedi. Nitekim, dıĢ evrenin, yani bir toplumun siyasal, toplumsal ve ekonomik
kurumlarının ve bu toplumun maddi olarak ortaya koyduklarının, -insan düĢüncesinin birer ürünü
olmaları dolayısıyla- onun düĢünsel ve ahlaksal biçimleniminden kaynaklandığı gerçek ise, Türk
toplumundan manevi evrenini olduğu gibi korumasını ve aynı zamanda çağdaĢ uygarlık düzeyine
eriĢmesini istemek, baĢarısızlığa mahkûm bir politika izlemek demektir; toplumdan ilgilerine ve
eylemine, sahip olduğu yaĢam felsefesinin reddettiği bir yön vermesini talep etmektir. Zihin
yapısına iliĢmeden, hiçbir toplumda hiçbir önemli yenilik beklenemez. Atatürk bu hakikati
biliyordu. Onun için devrimin insan aklına güvenen yeni bir toplum yaratmayı amaçladığını
kesinlikle ileri sürebiliriz.
Eserin amacı, devrimi sönmekte olan heyecanların düzeyinden fikir düzeyine aktarıp
değerlendirmek ve Türk insanına eleĢtiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim
sisteminin ilkelerini saptamaktır.
Kitap, ülkemizin sorunlarının gerçek nedenlerine inemeyen, son bir iki onyılda cereyan eden
olayları değerlendirecek ve kuramsal araĢtırmalara giriĢecek düĢünsel yetenekten yoksun bir
ortamda yazıldı.
O günden bugüne birçok yıl geçti; bu yıllar içinde bir dizi değiĢiklikler oldu. Ġnsan iradesinin
egemen olamadığı olayların doğal akıĢı ile ortaya çıkan düzen, belli iĢ alanlarının, belli zümrelerin,
belli fikir akımlarının oluĢmasına yol açtı. Ülkenin dinamik güçleri belli çıkarlar etrafında toplandı;
bu çıkarlar ülkenin toplumsal, ekonomik ve siyasal yaĢamını etkilemekten geri kalmadı. Bunun
sonucu olarak bugünkü kuĢak kaynağını ve kaynağındaki sorunları unuttu, dikkatini günün ve
çıkarlarının ön plana ittiği sorunlara çevirdi. Atatürk devrimini yaĢatması, onun evrensel değerini
kabul ettirmesi gereken bu kuĢak kitabımızda ele alınan sorunları büsbütün bir kenara itti ve her
ilgisini, her yargısını -estetik olmayan ve ahlak dıĢı kalan eğitimi gereğince- ekonomik temellere
oturttu.
Bunun sonucunda Batı'nın etkisi ile, fikirsel gerekçesinden yoksun, hatta böyle bir gerekçeden
habersiz, kaba bir kapitalizm anlayıĢı egemen oldu; bu anlayıĢın savunucuları -bizdeki koĢulların
ne kadar farklı olduğuna bakmadan ya da aldırmadan- Batı'daki örneklere uyarak, dini iĢ
çevrelerine destek olarak kullanmaktan çekinmediler. Her hareket bir karĢı hareketi davet eder
kuralına uygun olarak, kısa zamanda karĢı akımlar belirdi.

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

1961 Anayasası'nın yerleĢtirdiği daha geniĢ özgürlük rejimi yeni düĢüncelerin geliĢip yayılmasına
olanak tanıdı. 1960 yıllarında önce aydınların, sonra kamuoyunun ilgisinin ekonomik sorunlar
üzerinde odaklanması olumlu bir olgudur; ancak ilgilerin yalnız bir alana çevrilmesi, Türk
toplumunun gerçeklerini tümüyle kucaklayan Atatürk düĢüncesinin anlaĢılmasını daha da
güçleĢtirmiĢ oldu.
Ekonomik etken öylesine bir önem kazandı ki bir yandan var olan siyasal partiler durumlarını ve
tutumlarını ona göre belirlemek zorunda kaldılar, bir yandan da yeni partilerin kurulduğuna tanık
olundu.
Ekonomik etkenin bugünkü toplumların yaĢamında ön planı iĢgal ettiği herkesçe bilinmektedir;
iĢgal etmesi de, kitlelerin kendi haklarına sahip çıktıkları bir çağda, doğaldır. Ancak ekonomik
etkenin hiçbir toplumun yaĢamında tek etken olduğu kesinlikle ileri sürülemez. Özellikle Türk
toplumu gibi evrimini ve geliĢimini gerçekleĢtirmek için önce düĢünsel ve toplumsal yapısını
yenilemek zorunda olan, yani ekonomik olanaklardan çok fikir ve irade gücü ile disiplinli bir
özveriye dayanmak zorunda olan toplumlar, ekonomik sorunlarını genel durum içinde
değerlendirmedikçe onları eğitim, toplum ve kültür sorunları ile birlikte ele almadıkça, bir çözüme
varamazlar.
Ülkemizi 27 Mayıs 1960 müdahalesinden on bir yıl sonra yeni bir bunalıma düĢüren ve yeni bir
askeri müdahaleyi kaçınılmaz kılan baĢlıca neden bu oldu.
Sonuç olarak diyebiliriz ki 27 Mayıs müdahalesi olayların doğal akıĢına yeni bir yön veremedi,
çünkü düĢünce daha yüksek bir bilinç düzeyine yükselemedi ve tarih perspektifinin yokluğu bugün
dahi genel durumun irdelenip değerlendirilmesine olanak vermemektedir. Gerçekten, 1960 askeri
müdahalesi kısa bir süre için Atatürk ruhunun yeniden canlanacağı izlenimini uyandırdıysa da,
önce koalisyon hükümetlerinin, sonra iktidara gelen Adalet Partisi'nin tutumları, toplumumuzun
kendini 1960'tan önceki gidiĢten kurtaramadığını kanıtladı.
12 Mart 1971 müdahalesinden sonra, 70'li yıllarda siyasal partilerin ve kamuoyunun Atatürk'ün
bize gösterdiği doğrultunun tam tersi bir doğrultuya yöneldiklerine tanık olduk. Sağ ve sol
Atatürk'ün milliyetçilik anlayıĢını reddetmekte birleĢtiler; milliyetçilik Atatürk ilkelerinden biri
değilmiĢ gibi değiĢik bir milliyetçilik anlayıĢını vurgulamak amacı ile "Atatürk ilkeleri ve Türk
milliyetçiliği" deyimi yayıldı. Atatürk'ün halkçılığından kuĢku duyuldu, devrimciliğinden söz
edilmez oldu; ama özellikle laiklik ve devletçilik ilkeleri amansız saldırılarla büyük ölçüde
hırpalandı. Sonuçta Ģehir ile kırsal kesim arasında ve toplumsal tabakalar arasında görülen fark
derinleĢti. Demokratik kuruluĢların iĢlevlerini yapmalarına engel olunmakla, demokrasi büsbütün
yozlaĢtırıldı ve her Ģeyden daha korkutucu ve üzücü olmak üzere gençlik sağ ve sol olarak ikiye
bölündü, sonra her biri bir çok bölümlere ayrıldı; çok kan döküldü. 70'li yılların tarihe Cumhuriyet
çağının en karanlık dönemi olarak geçeceğinden kuĢku duyulamaz. Bu akıl dıĢı, mantık dıĢı,
sağduyudan uzak gidiĢ 12 Eylül 1980 müdahalesinde düğümlendi.
Atatürk'ün öğretisinden uzaklaĢma hemen onun ölümünden sonra baĢladıysa da, 1938-1960 yılları
arasında, ister devrim yolunda olsun, ister gerici yönde olsun, her tutum ve her davranıĢ
Atatürk'ün ilkelerini hesaba katmak zorunda kalmıĢtır. Bu yıllarda Atatürk henüz duygular
üzerinde, toplumun günlük yaĢamı üzerinde varlığını bütün gücüyle duyurmuĢ, her eylem Atatürk
ilkeleri ölçüt alınarak değerlendirilmiĢtir. ancak 60'lı yıllarda Atatürk'ün gönüllerden ve zihinlerden
silindiğine tanık olundu. Bu yıllarda "Batı tekniği, Doğu kültürü" formülüne uyularak, Milli Eğitim
Bakanlığı Tercüme Bürosu'nun çalıĢması durduruldu; liselerde vaktiyle kurulan klasik koldan
artakalan "küçük Latince" kaldırıldı; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde kurulduğu günden beri
Batı dillerinin zorunlu yardımcısı olan Latince dersleri, 1968'de bir öğrenci eylemi bahane edilerek,
seçmeli ilan edildi.
Bu eserde açıklanan kuramın yer aldığı çerçevede baĢgösteren değiĢiklikler sayfa altı notlarla
belirtildi. Bunlar çok değildir ve hepsi de Atatürk düĢüncesinden gitgide daha çok uzaklaĢıldığının
birer kanıtıdır.
70'li yılların baĢında Ġmam-Hatip okullarının sayısının yetmiĢi bulması ve bu okullardan çıkanların
ilkokul öğretmeni olmaları için yapılan giriĢimler daha o günlerde yöneticilerin üçüncü yorum
yanlılarının etkisi altında kaldıkları izlenimini uyandırıyordu. Bugün Ġmam-Hatip okullarının sayısı
350'yi aĢtı: Türkiye'de artık iki tip okul -din okulu ile laik okul- gençlik üzerinde egemenlik kurmak
için savaĢım veriyorlar.
Kesin olan Ģudur ki politikacılarımız geçmiĢ deneyimlerden yararlanmasını bilememiĢler;
aydınlarımız da Atatürk'ün düĢüncesini inceleyip açıklayacak ve geliĢtirecek yerde, ülkenin

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

kendine özgü koĢullarına uyup uymadığına aldırmadan, dıĢarıdan hazır fikir sistemleri almayı
yeğlemiĢlerdir.
Burada artık yeni bir kitabın konusunu oluĢturacak yeni sorunlara geçmiĢ oluyoruz. Bu nedenle,
bu yeni fikir akımlarının Atatürk'ün ölümünden sonra ortaya çıkan duruma -bu eserde açıklanan tez
açısından- herhangi bir değiĢiklik getirmediğini ifade etmekle yetinmeliyim. Sol düĢünce Atatürk
düĢüncesini değerlendirmekte dikkate değer bir çaba göstermiĢ değildir. Sol düĢünce de, eylem
adamının ötesinde fikir adamını göremedi ve devrimin fesi çıkarıp Ģapkayı giydirmekten öteye
gitmeyen bir baĢarı kazandığı görüĢünde -Atatürk devrimini küçümsemede- sağ düĢünce ile
birleĢti.
Böylece sağcıların gözünde Mustafa Kemal'in dinden kopmasını simgeleyen Ģapka solcu
düĢünürlerin gözünde yeni bir simgesel değer kazandı: Bunlara göre, Ģapka toplumun yalnızca üst
yapısında değiĢiklik yapan yüzeysel bir reformun simgesi oldu.
Sonuç olarak, son yılların çok hareketli geçtiğini, olayların birbirini süratle izlediğini, ancak
hiçbirinin düĢünce düzeyinde yankı uyandırmadığını ileri sürebiliriz. Bu kitapta ele alınan
sorunların hiçbirine ne kuramsal düzeyde, ne de uygulamada yanaĢılmadı. 1971'de durum
1960'takinden çok daha çetindi. Bugün ülkeyi çıkmazdan kurtarmak için her zamankinden daha
büyük bir ileri görüĢ, çok daha büyük bir azim, çok daha büyük bir çaba gerekmektedir. Bugünkü
bunalımdan çıkabilmek için Atatürk'ün düĢüncesine baĢvurmak zorunluluğu vardır. Yeni Atatürkçü
kuĢakları yetiĢtirme gereği vardır. Böyle bir uygulamaya geçilecek mi? Atatürk Enstitüsü,
Atatürk'ün ölümünden hemen sonra kurulmalıydı. Kurulmadı. 50'lerde yaptığımız giriĢim sonuç
vermedi. 1968'de Halkevleri örgütü içinde kurulmasına önayak olduğum Atatürk Enstitüsü'nde
ancak üç yıl çalıĢabildik. 1971'de anlayıĢsızlık ve mali olanaksızlıklar yüzünden bilimsel kurulumuz
topluca istifa etti. 12 Mart 1971'den hemen sonra, hükümetin isteği ile toplanan bir komisyon
Atatürk Akademisi'nin tüzüğünü hazırladığı halde, akademi hiç bir zaman kurulmadı.
Sorunlarımızın bilincine varmamız konusunda, 1950'lerde Batılı hümanistlerin yardımcı
olabilecekleri görüĢünde idim. Ama çok geçmeden Batılı hümanistler kendi toplumlarının etkin
yaĢamından uzaklaĢtırıldılar. Teknolojik çağın kurduğu düzen, onların kendi ülkelerindeki
kurumların örgütlenmesine katkıda bulunmalarına, toplumun evrim sürecine yön vermelerine,
kamuoyunun oluĢturulmasında etkili olmalarına engel olmaktadır. Epeydir bu görevi toplum
bilimciler üstlendiler. ġimdi de teknologlar toplum bilimcileri bir kenara itmektedirler.
Bize öyle geliyor ki yalnız ülkemiz büyük bir bunalım içinde değildir: Batı uygarlığının geleceği
tehlikededir. Bu açıdan bakıldığında bu kitapta ortaya atılan ve incelenen sorunlar, kaleme
alındıkları güne oranla, bugün çok daha büyük bir güncellik ve ivedilik niteliği sergilemektedir.
Bu kitabın Türkçe olarak yayımlanmasında iki kiĢinin büyük rolü oldu: Bu iĢi gerçekleĢtirmeye beni
sürekli olarak teĢvik eden Türk Tarih Kurumu Genel Müdürü Sayın Uluğ Ġğdemir ile Türkçe metnin
baskıya hazırlanmasında bana büyük yardımı dokunan eĢim Necile Sinanoğlu. Ġkisine de teĢekkür
ederim.
Esere -değerli Türkolog Alessio Bombaci'nin yazdığı uzun makalenin baĢlığından ("L'Umanesimo
Turco di Suat Sinanoğlu") esinlenerek- Türk Hümanizmi adını verdim.
Ekim 1980
SUAT SĠNANOĞLU




1. GĠRĠġ: SORUN VERĠLERĠNĠN
OLUġUP GELĠġMESĠ

1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi

Ġki ayrı dünyayı (doğup büyüdükleri kendi dünyaları ile, öğrenim yıllarının bir bölümünü geçirdikleri
Batı dünyasını) tanımıĢ olan insanların psikolojisi üzerine edindiğim deneyime dayanarak
diyebilirim ki, yaĢamlarının birkaç yılını yabancı bir ülkede geçiren gençler yurtlarına, o yılların
yarattığı bir iç dinginliğine kavuĢmuĢ olarak ve kendi ülkelerinde yapabilecekleri iĢlerle ilgili büyük
düĢler kurarak dönerler.


www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

Bu gençler gezip görmüĢler, okumuĢlar, kendilerini konuk eden ülkedeki düzenin kendi ülkelerinde
kurulmuĢ olan düzenden çok üstün olduğuna inanmıĢlar, Batı evrenini özlenecek bir uygarlık
düzeyine çıkartanın toplumsal, siyasal ve eğitimsel kurumlar olduğunu saptamıĢlardır. Aynı
Ģeylerin kendi ülkelerinde de yapılabileceği kanısındadırlar. Ġleri sürmeye hazırlandıkları tutanaklar
çürütülecek cinsten değildir. Gerçek onlardan yanadır. ĠĢe giriĢmelerini engelleyecek ne olabilir?
Onlar bu düĢüncelerinin birer düĢ olduğunu anlayıncaya kadar çok zaman geçecektir. Yıllar boyu
zihinlerinde oluĢturdukları tutamaklar vatandaĢlarını etkileyecek güçte değildir, çünkü o tutamaklar
vatandaĢlarını etkileyecek güçte değildir, çünkü o tutamaklar baĢka bir mantığın, baĢka koĢulların,
bambaĢka bir ruhun ürünüdürler. Sağduyuya seslenmeleri de yankı uyandırmaz, çünkü -ama
bunun bilincine kendileri de varmıĢ değillerdir- sağduyu da, Batı'da baĢka, kendi ülkelerinde baĢka
olan bir yaĢam deneyiminden, bir dünya görüĢünden kaynaklanmaktadır. Üstelik onlar, yeni bir
biçim vermek istedikleri toplumun gerçekte kendine özgü bir düzeni olduğunun farkında
değildirler; bilmezler ki bu düzen çağdaĢ yaĢamın gereksinimlerini karĢılayacak durumda değilse
de, kolayca bir kenara itilecek cinsten de değildir; değildir, çünkü bu düzen, köklerini derinlere
salmıĢ normlara ve bu normlardan daha çetin, daha aĢılmaz bir engel oluĢturan bir çıkarlar -kiĢisel
ya da ortaklaĢa çıkarlar- örgüsüne dayanmaktadır.
DüĢ kurma dönemini düĢ kırıklığı dönemi izler. Gençler genellikle bu aĢamadan öteye gidemezler.
DüĢ kırıklığı birçoğunda eylem ve yenilik arzusunu söndürür; bu durum onları çoğunlukla asıl
çevreleri olup hiçbir zaman kopmadıkları eski çevrelerine uymaya zorlar. O andan itibaren Batı'da
geçirdikleri yıllar geçmiĢe karıĢır, gençlik anıları olur. Zevkli anılardır, ama, tıpkı orada edindikleri
ve yalnızca teknik nitelikte olan bilgileri gibi, zihin habitus'larını zorlayacak, üzerinde iz bırakacak
güce sahip değildirler. Daha baĢkaları vardır, bunlar içlerine kapanırlar ve kırılan ümitlerinin
acılığını ömür boyunca içlerinde saklarlar. Bir bölümü, öğrenim yaptıkları ülkeye döner, orasını
kendilerine yurt edinirler.
KuĢkusuz Batı'da okuyan birkaç yüz ya da birkaç bin gencin, yetkilerini kıskançlıkla koruyan bir
geleneğin yüzyıllardan beri yerleĢtirdiği bir düzeni kısa bir süre içinde değiĢtirmesi beklenemez.
Ani değiĢiklikler beklenemez elbet; ancak Batılı olmayan dünyanın herhangi bir ülkesinde, Batı'da
okumuĢ olan aydınların bir fikir akımının baĢına geçmeleri beklenebilirdi; ülkelerinin pragmatik
düzeyde karĢılaĢtığı ve olayların zorlaması ile, irdelemeden ve anlayamadan çözmeye çalıĢtığı
sorunlara bilincin ıĢığını tutabilirler, böylece sonradan yetersiz, elveriĢsiz ya da tümüyle yanlıĢ
oldukları ortaya çıkacak birtakım önlemlerin alınmasını önleyebilirlerdi. Ama ne yazık ki bugüne
kadar böyle bir giriĢime tanık olunmadı. Her türlü evrim ve ilerleme fikrine yabancı kalan Batılı
olmayan toplumların durağan bir yapıya sahip olmaları, yeni fikirlerin etkisine açık olmamaları,
hemen hemen tamamıyla gelenekler ve geçici çıkarlarca yönetilmeleri gibi nedenler, Batı'yı tanımıĢ
olan aydınların gösterdikleri çabanın niçin etkisiz kaldığını açıklamaya yeterli nedenler değildir.
BaĢka ve çok daha önemli bir neden vardır: o da, bu aydınların gerçekte kendilerinden beklenen
tarihsel ödevin düzeyinde olmamalarıdır (1). Bu güçsüzlüğü yaratan nedenlerin ayrıntılı bir
incelemesi bu giriĢin sınırlarını aĢar. En önemli nedeni anmakla yetinerek diyebilirim ki bu neden,
gençlerin orta öğretiminin sonunda, çok kez de (kısa ya da uzun bir staj süresi için) yüksek
öğrenimlerinden sonra yabancı ülkelere gönderilmeleridir. En gençleri aĢağı yukarı on sekiz
yaĢındadır. On sekiz yaĢında ise bir insanın zihni biçimini almıĢtır; bu forma mentis, gencin içinde
yetiĢtiği toplumun forma mentis'idir. Bundan sonra, yüksek öğretim kurumlarında ya da
uzmanlaĢma kurslarında kendisine öğretilenleri, bir genç kendi yeteneklerinin ve düĢünsel
ilgilerinin izin verdiği biçim ve ölçüde öğrenebilecektir. Zihin, oluĢmasını tamamlamıĢ, belli bir
biçim almıĢtır; artık o, edineceği yeni bilgilere kendi biçimini veren bir kalıp olmuĢtur.
Bu gençlerin baĢına, Pindaros'un baĢına gelen gelmektedir. Atina'da geçirdiği yıllar, Pindaros'a Ģiir
ve müzik tekniği alanında çok Ģey öğretmiĢtir; Pindaros sanatını geliĢtirme olanağını bulmuĢtur.
Ama Pindaros Atina'ya geldiği günkü Dor ruhlu bir saray ozanı kimliğini olduğu gibi korumuĢtur
(2). Pers SavaĢları'nda Atina'nın üstlendiği Ģanlı tarihsel rolün büyüklüğünü hiçbir zaman
anlayamamıĢ olan ya da çok geç anlamıĢ olan bir Thebailidir. Ġyon ruhunun içine hiçbir zaman
girememiĢtir. Çünkü Pindaros Atina'ya on sekiz yaĢında (3), ya da herhalde, zihninin belli bir kalıba
girmesinden sonra gelmiĢtir (4).
Batılı olmayan öğrencilerin yabancı ülkelere çocuk yaĢta gönderilmelerini önleyen baĢlıca neden,
psikoloji alanına ait olan bu gerçeğin hiçbir suretle göz önünde tutulmamasıdır. Oysa yaĢadığımız
çağ, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimlerin altın çağıdır. Öte yandan on bir yaĢında bir çocuk için,
anasından babasından ayrı, tek baĢına yabancı bir ülkede yaĢamanın çok zor olacağı da açıktır.

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

Ayrıca yabancı bir ülkeye gönderilen küçük bir çocuğun konuğu olduğu toplumun kültürünü her
bakımdan benimseyeceği, ancak bu kez de kendi ülkesine yabancılaĢacağı haklı olarak hesaba
katılmalıdır; bunun büyük bir sakınca oluĢturduğu kolay kolay reddedilemez.
Kısaca, bilgisizlik ve pratik düzeyde karĢılaĢılan önemli güçlükler, Batılı olmayan toplumların
Batı'ya öğrenci göndermekte gösterdikleri iyi niyeti büyük ölçüde boĢa çıkarmaktadır.
Batı'ya gönderilen öğrencilerin ruh durumu konusunda diyecek bir Ģey daha var: arasına karıĢıp
yıllarca yaĢadıkları yabancı toplum bu gençlerde genellikle dünyayı toz pembe görme eğilimini ve
aĢırı bir iyimserlik uyandırır. Bu da onların yurt gerçeklerini yavaĢ yavaĢ unutmalarına neden olur.
Somut bir örnek olarak Türkiye'yi alacak olursak, öğrenimini tamamlayıp ülkesine dönen gencin,
burada karĢılaĢtığı gerçek durumla özlemin idealleĢtirdiği ülkesinin anısında canlanan görünümü
arasındaki sert karĢıtlığı bütün acılığı ile duyduğu ve bunun vatandaĢlarının Batı'yı bilmemesinden
ileri geldiğini düĢünerek teselli bulduğu görülür. Onu gönderen ya da yabancı bir ülkede öğrenim
görmesine izin veren devlet olduğuna göre, kendi uzmanlık alanına giren konularda dile getireceği
görüĢlere kulak verileceğinden emindir.
Onun gözünde Türkiye Ģanlı bir tarihe sahiptir, fakat aynı zamanda ''Doğulu'' bir ülkedir; dinsel
düĢüncenin geliĢmesine önemli katkıları olmuĢtur, skolastik kültürün temsilcisi olan değerli kiĢiler
yetiĢtirmiĢtir; bu nedenle de dünya iĢlerine ilgi duymamıĢtır, betimleme sanatlarına yanaĢmamıĢtır
ve kuramcılar, tarihçiler, düĢünürler -bir kelime ile yaratıcı insanlar- yetiĢtirmediği için, insan
düĢüncesinin geliĢmesine katılmamıĢtır. Ancak -genç bu konuda hiçbir kuĢku beslememektedir-
Türk toplumu, Atatürk devrimi sonucunda, bütün bu sorunların bilincine varmıĢtır ve hiçbir
önyargıya kapılmadan, Batı uygarlığına kucağını açmıĢtır.
Ama gerçeğin böyle olmadığını genç neden sonra anlayacaktır: bir toplumun zihin yapısını ve
yaĢam normlarını oluĢturan eski inançları, kökleĢmiĢ alıĢkanlıkları söküp atmanın iĢlerin en zoru
olduğundan kimse haberli değildir.
Bu gençlerden birçoğunun karĢılaĢtıkları sorunun terimlerini gerçekten kavrayacak durumda
olmadıkları ayrıca belirtilmelidir: pek çoğu o iki evreni karĢılaĢtırmalı olarak inceleyecek ve bu
inceleme sonunda aralarındaki temas noktalarını saptayıp, bu noktalardan hareketle modern Batı
düĢüncesinin geleneksel zihniyete nüfuz etmesini ve bu suretle onun değiĢip yenilenmesini
sağlayacak yetenekte değildir. Tam tersine, hemen hepsi bu konulara yabancıdır. Ġki ayrı evreni
tanımak ve bilmek çetin iĢtir; o iki zihniyeti kavrayabilmek, irdeleyecek güçte olmak gerekir; bu iki
dünyada yalnızca düĢünceler ve duygular farklı değildir: iki değer sistemi çatıĢma halindedir.
Ayrılık iki dünyanın değerler sistemindedir; iki ayrı insanlık anlayıĢı söz konusudur.
Böyle bir bilinçlenme bir dizi soyut kavrama nüfuz edilmesini gerektirir: zihin yapısı, yaĢam normu,
değerler sistemi, hatta kavram kavramı ve soyutlama kavramı bunlardan birkaçıdır. On sekiz
yaĢına kadar zihin biçimlenmesi doğa ve matematik bilimlerine dayandırılmıĢ olan bir gençten bu
kadarı beklenemez.
Ġki yanlı bir yetersizlik söz konusudur: bir yandan idealist genç ayrıntılarla ilgili gözlemlerini ve tüm
üzerine izlenimlerini fikre dönüĢtürmekte yetersizdir; öte yandan, yetkin ve hareketsiz bir toplum
örneğine sadık kalıp evrim sürecine girmeyi arzulayan, durağan yaĢam geleneklerine sımsıkı bağlı
kalıp Batı'nın dinamizmine özenen bir toplumun yetersizliği söz konusudur.
KuĢkusuz Doğu ile Batı arasında kalmıĢ olan bu toplumun zihin yapısına nüfuz edebilmek ve onun
-geri kalınmıĢlığın belli bir noktasından hareketle, uygarlığın manevi ve maddi en ileri aĢamasına
eriĢmek çabasında olan her toplum gibi- kendi aydın sınıfından çok daha güçlü bir aydın sınıfına
sahip olan ülkeler için bile aĢılması çok zor olan sorunlarla karĢılaĢtığını anlayabilmek için, yıllarca
süren bir yaĢam deneyimine ve bundan da önemli olmak üzere, modernist öğretim kurumlarının
tarih-dıĢı akılcılığını değil, filoloji, tarih ve felsefe düzeyinde yürütülen incelemelerle özümsenen
hümanist değerleri temel edinen bir düĢünsel biçimlenime gereksinim vardır.
Bugünkü durumda köy ve kasaba halkı yeniliklere kolay açılamayıp akıl-dıĢı ya da empirik
inançlarına ve geleneksel ahlak anlayıĢına içtenlikle bağlıdır (5): buna karĢılık büyük kentlerin halkı
derin bir ahlak bunalımı içindedir, çünkü eski eğitimin etkisinden kurtulduğu halde yeni bir ahlak
anlayıĢı edinme fırsatı bulamamıĢtır. Toplumumuzun yeni bir düzen muĢtucusunu asla
beklemediğini, kendince kurduğu düzen içinde kimsenin düĢünemeyeceği kadar mutlu yaĢadığını
anlamak için düĢ kırıklıkları ve yanılmanın verdiği üzüntülerle dolu uzun yılların geçmesi
gerekecektir. Neden sonra insan son derece karmaĢık, tümüyle karanlık ve mantık dıĢı bir
zihniyetin sık ve sağlam ağına düĢtüğünü anlayacaktır. Bu zihniyet, her toplumsal düzenin temeli
olduğu sanılan -zihin özgürlüğü ya da insan onuru gibi- kavramlara kesinlikle yabancıdır.

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

Bu toplum kendine özgü ve çok sağlam bir biçimde örgütlenmiĢtir; kendine özgü bir dünya görüĢü
ve bir yaĢantısı vardır: bu dünya görüĢü ve bu yaĢantı Atatürk'ün devrimci çabasının sonucunda
kurulan düzenden ancak bir ölçüde etkilenmiĢtir; gerçekte yaĢam anlayıĢı hâlâ geçmiĢin, yazgıcı
zihniyetin egemenliği altındadır.
Gerçi, çetin savaĢımları gerektiren durumlarda, Türk toplumu yaĢamın gerçekleri ile temas
sonucunda edindiği eski erdemlerini yeniden bulabilen bir toplumdur; ancak belirli bir değerler
sistemine dayalı bir yaĢamdan yoksun olan ve değerler sistemi kavramına eriĢmedikçe yoksun
kalmaya mahkûm olan bir toplumdur. Her türlü dinsel önyargılardan arındırdığı ve böylece ahlaksal
kaygılardan da uzak olduğunu sandığı günlük yaĢamında son derece karmaĢık ve son derece sefil
bir karĢılıklı çıkarlar sistemine; ahlaksal değerleri, duyguları, hatta aile bağlarını hiçe sayan
acımasız bir do ut des'e boyun eğen bir toplumdur.
Bundan sonra, bilerek ya da farkında olmadan, durumu olduğu gibi kabul etmediyseniz ve oyunun
kurallarına ayak uydurmadıysanız, sizin için infial ve isyan duygularının içinizde kaynaĢtığı bir
dönem baĢlayacaktır. ġayet, olağan durumun dıĢında, Batı'da, sürdürdüğünüz öğreniminiz
sırasında Yunan ve Roma toplumlarının ahlak ilkelerini ve düĢünsel biçimlenimini tanımak fırsatını,
hümanist zihniyeti benimseme olanağını bulduysanız, iĢte o zaman okulda öğrendiklerinizle gerçek
yaĢam arasındaki Ģiddetli karĢıtlık sizi bir an için olsun tedirgin etmekten geri kalmayacaktır. Bu
durumda, insanın Sokrates üzerine düĢüncesi ne olabilir? Ona Ankara sokaklarında rastlasa, hâlâ
haklı olduğunu ileri sürebilir mi? Ġnsan yaratılıĢı üzerine verdiği yargıların doğru olduğunu
savunabilir mi? Ġnsanın onu -kötü bir adam olduğu için değil, tam tersine dünyaya aĢırı idealci bir
açıdan, bu nedenle de tümüyle yanlıĢ bir açıdan baktığı için- gençleri doğru yoldan ayırmakla,
onları aldatmakla suçlamaya kalkıĢması daha olası değil mi? Gerçek yaĢamın kazandırdığı
deneyim, Sokrates'in insan yaratılıĢı üzerine görüĢlerini açıklarken göz önünde yalnızca çağının
toplumunu, 5. yüzyıl Atinalılarını göz önünde tuttuğunu düĢündürmektedir. Ne var ki 5. yüzyıl
Atinalıları insanlığın tümü değildir. Onlar kendine özgü küçücük bir toplum idiler: kendine özgü bir
zihin habitus'una sahiptiler; bu sayede de içlerinden biri, Sokrates, genel kavramları bulgulamayı
baĢarmıĢ ve insan yaratılıĢı üzerine dünyaca bilinen yargılarını açıklamıĢtır (6). Bu yargılar Batılı
olmayan bir toplumda yaĢayan ve dolayısıyla 5. yüzyıl Atinalılarına özgü olan eğitim ve kültüre
büsbütün yabancı olanlar için temelsiz ve dayanaksızdırlar. Çünkü onlar kendi ortamlarında
durumun bambaĢka olduğunu -örneğin erdem yolunun dıĢında mutluluğun pekâlâ olanaklı
olduğunu- gözleri ile görmektedirler. Gerçekten, çevrelerinde birçok insanın -ortada hiçbir
inandırıcı neden yok iken, tam tersine kendilerine saygıyı yitirmeleri için pek çok neden varken-
kaygısız ve mutlu yaĢadıklarına, yaĢamlarından memnun olduklarına tanık olmaktadırlar.
Bu durumda, insanların temel ahlak anlayıĢına duydukları inancın sarsılması; onun yerini yılgınlık
ve usanç yaratan bir görelik duygusunun alması doğaldır.
Bu koĢullar altında baĢvurulabilecek tek manevi destek insanlığın büyük eğiticileridir. Onları
tanımak için sürdürülen çalıĢmalar bu umutsuz kuĢkuculuk döneminin aĢılmasını kolaylaĢtırır.
Sonra yeni bir bilinç, vaktiyle küçümsenilen insan tiplerinin küçümsenmeye değil, anlayıĢla
karĢılanmaya layık oldukları bilinci, bu uzun deneyim süresinde yeni bir dönem baĢlatır.
DavranıĢları ile periĢan düĢünceleri ile kiĢilik, onur duygusu, hatta karakter yoksunluğu ile sizi düĢ
kırıklığına uğratmıĢ olan birçok insanın ruhça kötü kiĢiler olmadıkları, tersine özellikle kiĢisel
çıkarları söz konusu olmadığı durumlarda, dünyanın en dürüst ve ağırbaĢlı insanının bile eĢsiz bir
incelik örneği sayabileceği davranıĢlarda bulunabilecekleri bu dönemde göze çarpmaktadır. Ġnsan
bunu ĢaĢkınlık ve kızgınlıkla saptamaktadır. Sonunda düĢünsel, ahlaksal ve estetik açıdan
biçimlenim bulmamıĢ insanların -hiç olmazsa bu terimlerin Batılı anlamında- karakter, mantık,
sağduyu sahibi olamayacakları anlaĢılabilmektedir. Bu insanlar ahlaksız değildir, ahlak dıĢıdırlar.
Günlük yaĢamda, ahlak duygusundan yoksun görünmelerinin nedeni, eski ahlakın ahrete dönük
asketik bir yaĢam için geçerli olup, yaĢamın nimetlerinden yararlanmayı isteyen ya da hiç olmazsa,
yararlanmakta özgür olan çağdaĢ bir toplumu yönetme konusunda kesinlikle yetersiz kalmasıdır.
Bu aĢamada artık, böyle bir toplumun kendisine yeni bilgiler ve yeni deneyimler, yeni kavramlar,
yepyeni bir iç evren sunabilecek, Atatürk'ün açtığı çığırdan yürümesine yardımcı olabilecek
kimselere kendiliğinden kulak vermesi beklenemeyeceği anlaĢılmaktadır. Bir yaklaĢım çabası
zorunludur: bu topluma daha önce manevi sorunların niteliği ve önemi öğretilmek, böylesine
konulara dikkati ve ilgisi çekilmek gerekir; bundan sonra bu sorunlar ortaya atılabilir ve toplumun
bu sorunları baĢarıya ulaĢabilecek bir yetenekle incelemesi umut edilebilir.


www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

Ancak toplumsal ortam o derece ilgisiz, anlayamadıkları fikirler karĢısında çıkarlarını ve inançlarını
tehlikede görenlerin düĢmanca tepkisi o kadar Ģiddetlidir ki, ulusun geleceğinin büyük ölçüde
öğretim ve kültür sorunlarının çözümlenmesine bağlı olduğu konusunda çok derin, sarsılmaz bir
inanca sahip olmadıkça, kiĢi bu davasını savunamaz ve bunda direnemez.
Zihinlerde ve gönüllerde böylesine sarsılmaz bir inancın yer edebilmesi için, somut gerçeklerin
gözlenmesi ve incelenmesi, tarihsel olayların yargılanması ve sorunların kuramsal düzeyde
değerlendirilmesi zorunludur.

2- Atatürk devrimi: yeni bir hümanizm kaynağı

Yakın tarihimizin bizzat devrim ilkelerinin tehlikeye düĢtüğü izlenimi uyandıran karanlık bir
döneminde, böyle bir inanç beni Atatürk devrimini inceleyip yorumlamaya itti. Hümanist değerler
sistemi tarih bilincinin ıĢığında değerlendirilirse ya da baĢka bir deyiĢle, yeni kuĢaklara Batılı
dünyanın yüzyıllar boyunca edindiği deneyimin doğrudan doğruya tanınmasına dayanan bir eğitim
verilirse, ülkenin tümüyle BatılılaĢmasının sağlanabileceğini gördüm; buna ''Türk ulusunun
insanlığın manevi geliĢmesine katılması'' demek daha doğru olurdu; gerçekten, yeni Türk toplumu
klasik dünya ile modern dünya arasındaki iliĢkiler sorununu kendi açısından ele alacak olursa -
ancak böyle bir inceleme ona Batı uygarlığının özünü kavrama olanağını verebilirdi-, Batılı
dünyanın körü körüne taklidinden kurtulmakla kalmaz, yeni sonuçlara ulaĢabilir, sorunları yeni
açılardan görebilirdi; çünkü Türk toplumunun yaĢadığı tarihsel dönem tümüyle özgün ve olağan
dıĢı önem taĢıyan bir dönemdi.
Toplumumuzun Avrupa örneklerince kurduğu kurumların ruhunu esas alarak, Atatürk'ün eserini
fikir düzeyinde anlamaya çalıĢırken, araĢtırmam ilerledikçe, bu eserin önceleri hiç tahmin
etmediğim ölçüde bir önem ve değer kazandığının farkına vardım. Gerçi Türk devrimi gelmiĢ
geçmiĢ ihtilallerin en büyüğü, en radikali olma onurunu hümanist ruha borçluydu; çünkü ancak
hümanist ölçütlerle değerlendirildiğinde bu sonuca varılıyordu; ama Türk devrimi hümanist
düĢünceye olan borcunu, ona yaptığı çok daha büyük bir hizmetle kat kat ödemek durumundaydı.
Nitekim, Türkiye'de büyük ölçüde hümanist ruhlu yeni bir temel eğitim uygulanacak olursa,
Anadolu'da Türk hümanizmi adını taĢımaya layık bir fikir akımının oluĢması olanak buluyordu; bu
büyük fikir akımı insanlığın manevi tarihinde yeni ve daha ileri bir aĢama oluĢturabilirdi; bu aĢama
(insancıl değerler sisteminin doğuĢu, Batı'ya yayılması, Ortaçağ uykusundan sonra yeniden
bulgulanması, Latin evreninde dal budak salması ve son olarak, Avrupa'nın tümünü kapsaması
dönemlerine karĢılık olan) Yunanlılık, Romalılık, Ġtalyan hümanizmi, Fransız- Ġtalyan uyanıĢı ve
Alman neo-hümanizmi aĢamalarına yeni bir aĢama olarak katılabilirdi.
Türk hümanizmi insancıl değerler sisteminin yepyeni bir alana -ulu bir ırmak gibi akıp giden
insanlık evriminin (Batı'nın baĢlattığı düĢünsel, ahlaksal ve estetik geliĢim sürecinin) kıyılarına
itilip akıntı dıĢında kaldıkları için, bu ilerleyiĢe doğrudan doğruya bir katkıda bulunmamıĢ olan
Batılı olmayan toplumlara- yayılmasını sağlayabilirdi.
Ne var ki bu sorunlar daha baĢka sorunlara yol açıyordu; en önemlisi, Türkiye'de Batı'nın humanist
eğitimine yer verilecekse, bu savı kuramsal düzeyde doğrulamak gerekiyordu; humanist eğitimin
zorunluluğu kanıtlanmalıydı. Avrupalıların Klasik çağın araĢtırılmasını tarihsel, dinsel ya da ulusal
nedenlere bağlamak, bazen de öz değerini ileri sürmek suretiyle oluĢturdukları gerekçeler (aslında
bu değerlerin ne olduğunu açık ve inandırıcı biçimde dile getirmeyi hiçbir zaman
baĢaramamıĢlardır) Batılı olmayan dünya için kesinlikle yeterli değildi.
Bu durum beni, klasik dünyanın değerini modern dünya ile iliĢkileri açısından araĢtırmaya vakit
ayırmıĢ olan bir dizi humanist, edebiyatçı, filolog ve filozofun eserlerini incelemeye itti. Yüzeysel
bir inceleme bile, Batı uygarlığının ana çizgilerinin bu yazarlarda bulunacağını ortaya koymaya
yetmektedir. Bu bakımdan Batı'nın çağdaĢ uygarlığının özü ve ruhu Hıristiyan dinidir savını
durmadan, çoğu zaman çocukça kanıtlarla yineleyen yazarlar üzerinde durmaya değmeyecekti.
Gerçekten, önyargılardan sıyrılmıĢ olmak koĢulu ile, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın toplumsal,
siyasal, eğitimsel ve kültürel kurumlarına bir göz atmak bile, onların temelinde Hıristiyan
düĢüncesinden değil, Yunan dünyasından kaynaklanan hemen hemen sınırsız bir zihin
özgürlüğünün bulunduğunu görmeye yetecektir.
Bu nedenle, çoğunluğu humanist, filolog, filozof olan ve Batı dünyasının yaĢam ve evrim kaynağını
klasik çağın incelenmesinde, daha doğrusu Klasik çağa içtenlikle bağlanmakta gören bir dizi
düĢünür üzerinde özellikle durmak gereğini duydum. Bu konuda Alman altın çağının büyük

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

aydınlarının özel bir yer iĢgal etmeleri doğaldır; çünkü onların düĢüncesinde daha güçlü bir
sistemli çaba vardır; bunun da nedeni, onların modern Batı'nın evrim tarihinde Ġtalyanlardan,
Fransızlardan ve Ġngilizlerden sonra boy göstermeleri ve Klasik çağa bağlanmalarını alıĢılagelen
lenguistik, geleneksel ve tarihsel gerekçelere dayandırma olanağından yoksun olmalarıdır.
Fakat Batı dünyasının Klasik çağ düĢüncesini böylesine bir sebat ve inançla incelemesinin
nedenlerini kuramsal düzeyde doğrulamayı; hatta bu giriĢimlerinde Yunan ve Roma uygarlıklarının
tanınmasında baĢta gelen bilim olarak görünen filolojinin sınırlarını bile açık ve kesin biçimde
saptamayı baĢaramadıklarına hayretle tanık oldum. Ġçlerinden birçoğu, filolojiye özgü bildikleri
görevle bu bilimin uygulama alanı arasında bir uyumsuzluk görerek, onun ilgi alanını tarih ve
felsefenin alanlarına taĢacak biçimde geniĢletme eğiliminde idiler. Böylece son derece önemli yeni
bir sorun: Filoloji, tarih ve felsefe arasındaki iliĢkiler sorunu ortaya çıkmıĢ oluyordu. Kuramsal
düzeyde gösterilen bunca çabanın bir sonuca varmadığı, çağımızın en parlak zekâlarından biri olan
idealist filozof Croce'nin filolojinin değerini küçümsemesiyle, zihnin bu üç etkinlik biçimini tarihsel
yargıda toplayıp filolojiyi belgeleri araĢtıran, saklayan ve sınıflandıran bilim olarak görmesiyle
kanıtlanmaktadır.
ÇağdaĢ uygarlığın özünü saptamak için giriĢtiğim araĢtırmalarda Batı düĢüncesi bana yardımcı
olmayınca, öbür yandan topluma bu özün ne olduğunu açıklamak, bununla da kalmayıp onun
mutlak bir insancıl değer taĢıdığını, böylece her insan toplumu için geçerli olduğunu göstermek
durumunda olduğuma göre -gerçekten Batı'nın düĢünsel, ahlaksal ve estetik değerlerinin
ülkemizde yerleĢmesinin sağlanmasında en önde gelen iki kuruluĢ olan klasik lise örneğince
kurulacak bir ortaöğretim okulu ile humanist düĢünceyi ve kültür sorunlarımızı inceleyecek bir
enstitünün kurulması için bu doğrulamayı yapmak zorunluluğu vardı- iĢte bu durumda -"Batı
dünyasının uygarlıklar topluluğu" adı ile anmayı yeğlediğim- Batı uygarlığı üzerine kendi baĢıma
bir araĢtırma yapmak zorunda kaldım; çünkü bu uygarlık ya da uygarlıklar topluluğu, bütün öbür
uygarlıklardan farklı olarak, ĠÖ 9. yy'dan bu yana -sapmalar ve duraklamalarla da olsa- düz ve
sürekli bir çizgi oluĢturduğu izlenimini veriyordu.
Gerçekten, Batı uygarlığını öbür uygarlıkların yapısından ayıran özellik, onun temelinde bulunan
tam bir ruh özgürlüğü idi; bu özgürlük sayesinde Batı dünyası (öbür kültür dünyalarından burada
da farklı olarak) ereklerini kendi dıĢında aramıyor, kendi özü içinde bulunan ve hiç değiĢmeyen bir
amaç, insanın doğal yeteneklerini özgürce geliĢtirme amacını güdüyordu.
Ġnsan yaratılıĢını ve onun zihin ürünlerini incelerken Ģu kanıya vardım: Tarihsel gerçek bir kez
oluĢtu mu, ne ise o olması nedeniyle doğal gerçeklerin zorunluluğundan (örneğin olduğu Ģey olan
ve olduğu Ģey olduğu için, öyle olmaması ya da baĢka türlü bir Ģey olması olanaksızlaĢan bir
kimya elementinin zorunluluğundan) hiç farklı olmayan bir zorunluluk niteliği kazanıyordu.
Böylece, insan aklı otuz yüzyıl boyunca bilinçli olarak oluĢmuĢ olduğu gibi oluĢmuĢ
bulunduğundan ve artık yeryüzünde değiĢik bir geliĢme evresi olamayacağından -çünkü insan
zekâsının bulguladığı en büyük temel hakikatların yeniden ilk kez bulgulanamayacağı apaçıktı-, bu
durumda insanlığın manevi evrimine etkin bir biçimde katılmak isteyen her toplumun, Batı'nın uzun
süren ve karmaĢık bir yapı gösteren insancıl deneyimini geçirilen aĢamalar boyunca izlemekle ve
onu somut tarihsel gerçekliği içinde incelemekle yükümlü olduğu ortaya çıkıyordu.
Türkiye'de bu düĢüncelerin sonucunu göz önünde tutan bir eğitim sistemi kurulabilirse, Atatürk
devriminin insanlık için sürekli bir kazanç oluĢturacağı, Atatürk'ün de tarihin göğünde birden
görünen ve hiç iz bırakmadan kayıp giden yıldızlardan biri olmayacağı böylece anlaĢılmıĢ
oluyordu; aynı zamanda ülkenin geleceği inanca altına alınacak; üstelik Türk ihtilali insanlığın fikir
tarihinde yeni bir aĢamayı baĢlatacaktı: Türk hümanizminin Batılı olmayan toplumlara -çağdaĢ
teknolojiye sahip çıkma ve Batılı kurumları taklit etme sayesinde- bağımsızlıklarını koruyabilmenin
ötesinde, uygar evrenin insanlık için daha iyi bir yaĢam sağlama çabasına nasıl katılacağını
öğretme durumunda olduğu, insanlığın manevi tarihinde yeni bir atılım dönemine geçiĢ
oluĢturduğu ortadaydı.
Ama bu atılıma götüren fikir akımına evrensel hümanizm de denebilirdi; çünkü Batılı olmayan
uluslar, Atatürk devrimini örnek alan ve hiç olmazsa biçimsel olarak, anayasal yoldan, zihin
özgürlüğünü amaçlayan bir temel ihtilali gerçekleĢtirdikten sonra, insancıl değerler sistemini
özümseyebilirler ve -evrensel ölçüte dönüĢen- bu sistemi elde ettikten sonra, tüm edebiyatlarını,
tüm tarihlerini, tüm zihniyetlerini yeniden değerlendirebilirlerdi; böylece yeryüzündeki bütün
uluslar humanist biçimlenimin ortak paydasına indirgenmiĢ olurdu.


www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

Ġnsancıllığı ideal edinen yeryüzündeki bütün ulusların kendilerine özgü biçimde insanlığın
ilerlemesine katkıda bulunabilecekleri de söylenebilirdi; çünkü her biri baĢka bir tarihsel deneyim
geçirdiği ve değiĢik bir toplumsal varlığa sahip olduğu, bu yüzden de değiĢik sorunlarla
karĢılaĢtığı için, bu temel sorunlara zihin yapısındaki birliğin sağladığı aynı ruhla, ancak değiĢik
bakıĢ açılarından bakmaları ve doğal olarak, her birinin kendine özgü sonuçlar çıkarması
beklenebilirdi. Ülkemizde, örneğin klasik evrenle modern evren arasındaki iliĢkiler sorunu
konusunda beliren durum da bundan farklı değildi: ÇağdaĢ dünyada klasik kültür ve klasik
filolojinin rolü konusunda bizim, Fransız, Alman, Ġngiliz ya da Ġtalyan filologları ile aynı yargılara
varamayacağımız kesinlikle anlaĢılıyordu.
Batı dünyasına gelince, bu dünyanın kendi özü üzerine daha esaslı bir bilgiye sahip olması,
insanlığın geri kalan bölümünün karĢısına bölgesel ayrılıklardan arınmıĢ olarak, tek yüzle çıkması
ve oluĢturduğu değerler sisteminin evrenselliğine güvenerek, geleceklerini kurmak için çalıĢan
Batılı olmayan toplumlara önderlik etmesi gerekiyordu.

3- Tanıma kuramı

Her toplumun, insanlığın evrim sürecinin baĢlamasına ve sürüp gitmesine katkıda bulunan
ulusların deneyimine dayalı bir zihin ve ahlak biçimlenmesini edinme zorunluluğunda olduğu
kuramsal yoldan saptandıktan sonra, insanlığın geleceği sorununu bilinçli olarak ele alan ve -
bilinçsiz olan ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin dıĢında kalan güçlerle denk bir
kuvvet oluĢturdukları zaman- insan topluluklarını uygar toplumlara dönüĢtüren ve onların
yaĢamına tam anlamı ile tarihsel bir karakter kazandırabilen bilinçli güçlerin birer parçacığı
olmalarını sağlayacak eğitim ve öğretimin ne olduğunu ve nasıl verilmesi gerektiğini açıklamak
kalıyordu.
YaĢamın sağladığı somut deneyim bir büyük gerçeği öğretir: Buna göre, insanın zihni, önceden bu
iĢe uygun bir biçimde eğitilmedi ise, dıĢardan formülleri, kavramları, bir kelime ile soyut olanı
almaya -baĢka bir deyiĢle, duyulara ve aynı zamanda insanın aklına seslenen somut gerçeklerin
dıĢında hiçbir Ģeyi algılamaya- elveriĢli değildir.
Bu deneyim bana filolojinin, genellikle gözden kaçmıĢ olan, paha biçilmez değerini açıklamıĢ oldu.
Batı eğitiminin temeli, sanıldığı ve sık sık dile getirildiği gibi, estetik değil, hiç olmazsa klasik
tipteki okullarda, filolojiktir. Gerçi, öğretimde estetik eğitimle filolojik eğitimin özdeĢleĢtikleri kabul
edilmelidir, çünkü orta dereceli okullarda filoloji iki klasik dilin öğretilmesi ve klasik çağın büyük
edebiyat eserlerinin okutulması biçimini alır. Okullarda ise estetik duygunun eğitilmesini hemen
hemen yalnızca edebiyat sağlar. Ancak filolojik eğitimden çok farklı bir Ģey olduğu
vurgulanmalıdır. Filolojik eğitimin amacı gençlerin ruhunu gerçek olanla iliĢkili hale getirmektedir;
edebiyat eseri ise en somut insancıllığı kapsar, çünkü onda ilintilik ya da özel gerçekle ideal ya da
evrensel gerçek kaynaĢmıĢ durumdadırlar.
Her çeĢit dogmacılığa götüren yolu kesen öğe, iĢte bu somutça insancıl olanı tanımaktı; bundan da
filolojik eğitimin humanist biçimlenimin ve dolayısıyla, her tarihsel, felsefi ve bilimsel zihin
yapısının temelini oluĢturduğu sonucu çıkıyordu.
Ġnsan aklı somut gerçeği tanımadıkça tarihsel yargıya ya da felsefi kavrama eriĢemezdi, çünkü
tarihsel yargıya varmak için olaylar arasındaki iliĢkiyi saptamak, felsefi kavrama eriĢebilmek için
de -duygusal ve akılcı öğelerin iç içe olduğu- somuttan ideal değeri soyutlamak gerekiyordu.
Böylece ortaya temel bir kuram çıkıyordu; daha önce söz konusu edilen aĢamalar boyunca yavaĢ
yavaĢ oluĢan bu kuram, buraya kadar kat edilen yola öylesine parlak bir ıĢık tutuyordu ki, her Ģey
yeni bir önem ve yeni bir anlam kazanıyordu. Türkiye'nin ve herhangi bir Batılı olmayan ülkenin
kültür sorunlarının çözümünde, bundan böyle -tanıma kuramı ve ruhun tarihsel oluĢumu kavramı
olması nedeniyle, ruh kuramı diye adlandırabileceğimiz- bu kuram yön verici egemen öğe
olmalıydı.
Bu kuram filolojinin ne olduğunu da kesinlikle ortaya çıkarmaktaydı; bu açıdan bakıldığında,
filoloji, tıpkı tarih ve felsefe gibi, bir yandan özel bir bilim dalı, bir yandan da bir tanıma biçimi
olarak görünüyordu. ġöyle bir denklem ortaya çıkıyordu: Filoloji ile filolojik tanıma arasındaki
iliĢki, tarihle tarihsel tanıma ve felsefe ile felsefi tanıma arasındaki iliĢkilerin tıpkısıydı. Böylece
filolojinin sınırları da kesinlikle belirlenmiĢ oluyordu; kimse artık filolojiyi ne küçümseyebilir, ne de
tarih ya da felsefe ile karıĢtırabilirdi.


www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

Üçüncü olarak, bu kuram ortaya yeni bir sav atıyordu: Buna göre, temel eğitim için filoloji, daha
doğrusu klasik filoloji (bununla filoloji adını taĢıyan özel bilim dalı değil, klasik çağ eserlerine
dayanan filolojik biçimlenim anlaĢılmalıdır) zorunluydu; çünkü klasik filoloji ile öbür filolojiler
arasında öz farkı vardı. Bu fark, klasik filolojinin, incelediği evrenin en somut bir insancıllıkla dolup
taĢan eserlerden yana zengin olmasından ve filoloji biliminin ve hatta filoloji kavramının
doğmasına yol açan somut bir evren olmasından kaynaklanmaktaydı.
O halde benim artık filolojik diyebileceğim, yani geniĢ ufuklu, her çeĢit insancıllığa açık ve insan
aklına güven duyan bir ruhu oluĢturma gücü yalnız Yunan ve Latin filolojilerine özgü olmalıydı.
AraĢtırmanın vardığı bu sonuçlara göre, Türkiye'de Yunanca ve Latincenin okutulmasının zorunlu
olduğu kesin bir dille ileri sürülebilirdi.
Temel kuram, ayrıca, mutlak gerekle Vico'nun -filolojik certum dediği arasında beklenmedik bir
karĢılıklı bağ da kuruyordu. Gerçekten, dört tanıma kategorisinden geçerek -filolojik tanıma,
tarihsel tanıma, felsefi tanıma ve historio-filozofik tanımadan geçerek- aĢama aĢama insanlığın
manevi deneyiminin genel sentezine varılıyordu; bu sentez düĢünmekte olan bir ben duygusunu
kuvvetle duyuruyordu; daha doğrusu sentez insanın kendi düĢüncesinin varlığını bilincinde duyma
düzeyine ulaĢıyordu.
Bununla gerçekler düzeyinde olsun, fikirler düzeyinde olsun her durağan ve her tarihsel an
ortadan kalkıyor, böylece -atomun parçalanması ile maddenin yok olması gibi- düĢüncenin bütün
önceki aĢamaları yok oluyordu. Ancak nasıl insan için atomun parçalanması değil, içinde yaĢadığı
somut dünya gerekli ise, aynı biçimde onun için değerli olan -her defasında zihnin yeni bir çabası
ile elde edilen ve en yüksek hakikatin düĢünen ben olduğunu duyuran- o güçlü sezgi değil,
insanlığın manevi evrim tarihidir. Esasen unutulmamalıdır ki -kimya, fizik ve matematik bilimlerinin
atomun parçalanmasını sağlamaları gibi-, bu yüksek bilince eriĢmeyi sağlayan da insanların otuz
yüzyıllık tarih boyunca olgunlaĢan deneyimidir.
Bu ruh kuramından eğitim sorunu ile ilgili bazı sonuçlar çıkarılabilirdi. Çünkü bu kuram, eğitimin
amacını açıklıkla ortaya koymaktaydı. Ona göre diyebiliriz ki eğitimin amacı insana insan ruhunun
bir gerçek olduğu bilincini kazandırmaktır; dört tanıma kategorisi (ve özellikle filolojik eğitim)
sayesinde onu bilinçli güçlerin bir parçacığı yapmaktır; onu, bilinçsiz ya da her ne suretle olursa
olsun, insan iradesinin denetiminden kaçan güçlere elden geldiğince karĢı koyma yeteneğine
sahip, zihinsel, ahlaksal ve estetik yetkinliğe eriĢmiĢ bir birey kılmaktır. O bilinçsiz ya da insan
iradesinin dıĢında kalan güçler her toplumda bol sayıda vardır. Bu güçler, toplumun manevi varlığı
boĢ inançlardan, ilkel inanıĢlardan oluĢuyorsa, egemendirler; fakat -kuĢaktan kuĢağa çoğu zaman
bilinçsizce aktarılan- bu aynı varlık aklın ıĢığı ile aydınlatılmıĢ ise, bir kenara itilmek ve yok olmak
durumundadırlar.
ġu halde eğitimin amacı, elden geldiğince bireyin ve toplumun yazgısını insanların bilinçli
iradesinin denetimine bırakmaktır. Eğitimin amacı böylece saptandıktan sonra, bundan mantıksal
olarak çıkan sonuç her toplumun bütün insanları için bir tek eğitim biçimi olduğudur.
Gerçekten, orta dereceli öğretimde değiĢik tipte okulların bulunmasının pratik düzeydeki
zorunluluğu, gençleri değiĢik mesleklere hazırlama gereksiniminden kaynaklanmaktadır; ancak
okul içi ve okul dıĢı eğitimin gütmesi gereken ideal amaç, her insanı -aydın olsun, köylü olsun, iĢçi
olsun- aynı insanlık ideallerine yöneltmek olmalıdır.
4 - Bu giriĢi yazmamın nedeni

Bu giriĢ bölümünde, kitapta ele alınan hemen hemen bütün konulara dokunuldu. Bu sayfaların, ele
alınan çeĢitli sorunlar arasındaki iliĢkilerin izlenilmesini ve hepsi de yaĢamsal önemde olan bunca
sorunun aynı kitapta incelenmesinin nedeninin anlaĢılmasını kolaylaĢtıracağını düĢündüm.
KuĢkusuz anlatımıma daha sistematik bir biçim verebilirdim; böylece eser belki daha açık olur ve
mantıksal yapı bakımından daha büyük bir güç kazanabilirdi; ancak o zaman somut karakterini
kesin olarak yitirirdi; çağdaĢ insanlığın canlı ve güncel sorunları ile ilginin kesilmesi ise,
okuyucunun iĢlenen konuların anlamını kavramakta güçlük çekmesine neden olabilirdi. Bu kitap
algıları zihnin çeĢitli iĢlemlerinden geçirerek bilgiç bir sistem kurma hevesi ile kaleme
alınmadığına; hümanist yaĢam anlayıĢı ile Batılı olmayan dünyanın gerçekleri arasındaki
çatıĢmanın ve bu çatıĢmanın yarattığı koĢulların bir ürünü olduğuna göre, anlatımı tarihsel
çerçevesi içinde sürdürmem kanımca gerekliydi.




www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

II. BATILI OLMAYAN EVRENĠN TARĠHSEL
VE FĠKĠRSEL ĠNCELEMELERE AYKIRI
DÜġEN NĠTELĠĞĠ

I - Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden yapılan incelemelere karĢı koyan bir nitelikte
olmasının nedenleri

Batılı olmayan evreni bir bütün olarak kavrayan bir kuram bugüne kadar vücut bulmuĢ değildir;
bunun en baĢta gelen nedeni Batılı olmayan evrenin, yaratılıĢının gereği olarak, sistemli bir
araĢtırmaya, yani bu evrenin özünü ortaya koyacak ve böylece nedensel bağlantılarını ve ideal
değerlerini saptayacak veya baĢka bir deyiĢle, bu evren hakkında tarihsel yargılar verecek ve onun
felsefi kavramlarını bulup çıkaracak araĢtırmalara yaratılıĢı gereği aykırı düĢen bir nitelik
taĢımasıdır. Batılı olmayan evrenin bu aykırılığını doğuran nedenler iki çeĢittir.
Birinci çeĢit nedenler, zihnin kendine ait özgür bir dünyası olduğu bilincine eriĢmiĢ olup, bu bilinci
kendi toplumlarında uyandıran kiĢilerin öğretisine yabancı kalmıĢ olan Batı dıĢı toplumlarda,
bilinçli güçlerin bilinçsiz ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin denetiminden kaçan
güçlere oranla hemen hemen yok denecek kadar zayıf olmasından doğmaktadır (1).
Bilinçli güçler toplumları yalnız ilintilik gerçekler düzeyinde değil, -olayların akıĢına ve içinde
doğdukları toplumun evrimine bilinçli olarak etki yapmaları itibarıyla- tarih düzeyinde de, -bilince
eriĢmiĢ olan insan zihninin bir ifadesi olmaları itibarıyla- fikir düzeyinde de kavranılır ve anlaĢılır
düzeye getirirler; bu yüzden Batılı olmayan bir toplumun tarihini, edebiyatını, sanatını, kuruluĢlarını
ve toplumsal yapısını ne kadar incelerse incelesin, bilgin, zekâsı ve insanlık sorunları hakkındaki
olgun deneyimi ile kavrayacağı ve belki de, birçok ince ve derin gözlem halinde belirteceği ilintilik
gerçeklerin düzeyinin ötesine geçemeyecektir. Ne kadar geniĢ olursa olsun, bu evrenle ilgili
deneyimi ve bilgisi onu yalnızca toplu bir görüĢe eriĢtirecektir; fakat o bu görüĢünü fikirlerin üstün
düzeyinde açıklayıp doğrulamak durumuna gelemeyecektir. Hatta, bu toplu görüĢüne dayanarak
birtakım olumlu savlar bile ileri süremeyecektir (2); tersine, Batılı olmayan evren üzerine bilgisi ve
deneyimi birtakım yadsımalar ve çeliĢmelerden öteye gidemeyip dağılacaktır.
Batılı olmayan evrenin bu aykırılık niteliğinin ikinci çeĢit nedenleri doğrudan doğruya birinci tür
nedenlere bağlanır. Çünkü Batı'nın zihinsel, ahlaksal ve estetik değerlerine dayanmakla, bu
değerlere ve bu değerleri yaratan ruha yabancı olan bir evren üzerine yargıya varmak ilk bakıĢta
doğru değildir. Böyle olunca da, bilginin olumsuz savları bile temelsiz ve zihin karıĢtırıcı bir
öznellik kazanmaktadır. Gazetecinin yalın izlenimi ile tarihçinin verdiği yargının ve kuramcının
eriĢmeye çalıĢtığı kavrayıĢın aynı değeri taĢır görünmeleri ve bir dereceye kadar da, gerçekten öyle
olmaları (çünkü gerek bu izlenimler, gerek bu yargı ve kavramlar hep bir kaynaktan, her çeĢit
tarihsel ve fikirsel öğeden yoksun görünen pragmatik gerçeklerin ilintiliğinden doğmaktadır), bu
öznelliği daha belirlemektedi (3). Batılı olmayan evren üzerine ileri sürülen görüĢlerin birbirinden
son derece ayrı olması da bunun bir sonucudur. Bu görüĢler yüzeyde kalmakta ve sağlıklı olmayan
sonsuz bir hayranlıktan en derin ve küçük düĢürücü -bu duyguyu uyandıranı da duyanı da küçük
düĢüren- bir küçümsemeye varmaktadır.
Fakat her ne kadar Batılı olmayan evrenin kuramcısının henüz ortaya çıkmamıĢ olması her Ģeyden
önce araĢtırılan konunun kendi niteliği ile ilgili ise de, Ģu da kabul edilmelidir ki bizzat tanıyan
özne, yani Batı düĢüncesi, Batı'nın bu görevini yerine getirecek yeterliği gösterememektedir. Bu
konuda Batı düĢüncesinden baĢka bir tanıyan özne de söz konusu olamaz, çünkü, ilgili kavramları
yaratmıĢ olmak nedeniyle, yalnız o,(4) olayların ve eserlerin akılcı bir irdelenimine giriĢip, Batılı
olmayan evreni tarih ve fikir yönlerinden ele alan bir incelemeyi kendine konu edebilir.
Gerçekten, Batı düĢüncesi, kendi manevi sınırlarının dıĢında kalan insanlığı bilmezlikten gelmekte
direndiği için, Batılı olmayan evreni ve onun ivedi sorunlarını tanıma yönünde çok düĢük bir
düzeyin ötesine geçmemiĢtir. Bu sorunlara ''temel sorunlar'' değil de ''ivedi sorunlar'' diyorsak,
bunun nedeni o evrende ''temel sorun'', ''ilke sorunu'' gibi kavramların var olmayıĢında aranmalıdır.
Batılı olmayan toplumların maddi durumuna olduğu kadar manevi ve kültürel durumuna gösterilen
ilgi bakımından da, Batı evreni sosyalist evrene oranla çok geridedir. Bize öyle geliyor ki -A.
Tonybee'nin kullandığı terminoloji ile söyleyelim- bu, tarihin Batı uygarlığının karĢısına çıkardığı
yeni bir meydan okuyuĢtur; Batı uygarlığı da, yok olmak istemiyorsa, bu meydan okuyuĢa karĢı
koymak zorundadır. Ancak bugün, Batılı olmayan ulusların eğitim ve kültür alanı gibi insanlığın
geleceği için gerçekten yaĢamsal bir önem taĢıyan bir alanda, Batılıların tarihin bu meydan

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

okuyuĢuna cevap vermeye azır olduklarını gösteren belirtiler kanımızca henüz pek zayıftır. Oysa,
Batı düĢüncesi kendi -Avrupalı ya da Amerikalı- çevresine sıkıca kapanmaktan vazgeçerse,
kuramsal etkinliğini Batılı olmayan evrenin sorunları üzerinde toplamaya yanaĢırsa, ta
baĢlangıçtan beri, belirli uygarlık aĢamalarında birikinti su gibi yatan kitleleri -insanlığın büyük
çoğunluğunu oluĢturan toplulukları- harekete geçirmeyi, büyük bir ırmak gibi akan evrim sürecinin
akıntısına onların da katılmalarını kesinlikle sağlayabilir: aynı zamanda, kendi özü hakkında yeni ve
çok yanlı bir bilince eriĢme olanağını bulur.
Gerçekten, ruhumuzdan ve zihinsel alıĢkanlıklarımızdan ayrı bir ruhun ve zihniyetin ifadesi olan
maddi ve manevi bir evren üzerine bir değer yargısına varmamız gerekiyorsa, ilkelerimizi yeniden
ve özenle gözden geçirmek, değerlendirmelerimizi ve yargılarımızı yeni bir incelemeye
dayandırmak, hatta düĢünsel ve ahlaksal değerler sistemimizin tümünü yeniden gözden
geçirmemiz gerekir; çünkü biz bu değerleri incelemeden, çok kez de -üyesi olduğumuz toplumun
manevi varlığının birer parçası olmaları dolayısıyla- farkında olmadan bilinçsizce benimsemiĢizdir.
BaĢka bir deyiĢle, bizim geleneksel değerlerimizle ilgisi olmayan maddi ve manevi bir veri üzerine
bir değer yargısı verilecekse, önce insanın yaratılıĢı ve amaçları nedir sorusuna cevap vermek
gerekir; çünkü ancak bu soruyu cevaplandırmakla yargılarımız için bütün toplumların kabul
edecekleri ortak bir temel bulabilir, yeryüzünde var olmuĢ olan ve var olan uygarlıklar arasında bir
sıra kurma olanağını veren evrensel bir ölçüt ortaya koyabiliriz.
Bunun dıĢında mutlak bir ölçüt kurmanın; çeĢitli uygarlıklara bağlı çevrelerin değerlendirilmesinde
bizi tek yanlı, tek yanlı olduğu için de öznel görüĢlerden korumaya yeterli bir ölçüt saptamanın
baĢka yolu yoktur. Bu durumda bile, yargının nesnelliği, insanın yaratılıĢı ve amaçlarının ne olduğu
sorusuna verilecek cevabın nesnelliğine bağlıdır, çünkü, örneğin, mistik bir ruhla maddeci bir
ruhun bu temel sorunu birbirinden çok farklı bir biçimde çözecekleri açıktır.
Böyle olmakla birlikte, daha sonra görüleceği gibi, bu temel sorunun çözülmesi için sağlam bir
nesnellik ölçütü vardır.
ġimdilik Ģunu belirtmekle yetinelim: Batı düĢüncesi bu temel sorunu ortaya atmak Ģöyle dursun,
kendinden memnun olmanın verdiği bir doygunluk ve huzur duygusu içinde tükenip gitmektedir.
Her halde bu düĢünce kendini daha derin bir biçimde inceleyecek, bir tüm olarak ele alınan
insanlığın evrensel düzeyi üzerinde kendi değerini doğru olarak biçecek bir araĢtırmaya
giriĢebilecek olgunluğa henüz eriĢmiĢ görünmemektedir; tersine, çağımızın tarihsel koĢulları göz
önüne getirilirse, Batı düĢüncesinin kendisine düĢen görevi üzerine alacak güçte olmadığı kabul
edilecektir.
KuĢkusuz, Batı'da gerçekten aydın ruhlu insanların sayısı az değildir; bunlar Batı evreninin
karĢısına çıkan ve çözüm bekleyen kültür sorunlarının ne olduğunu görmektedirler. Üstelik,
pragmatik düzeyde ileri sürülen birçok çözüm biçimlerinin, insanlığın nereye varacağını çok iyi
gören bir seziĢten esinlendiğini de kabul etmek gereklidir. Ancak Ģu da var ki, ne bu aydın kiĢiler,
ne de gerçeklerin karĢı konmaz dürtüsü Batılı toplumların genç kuĢaklarına yeni bir ideal verecek
yeterlikte değildirler; bunun nedeni ise, bu fikirlerin ve bu olayların bilinçli düĢünce tarafından
henüz değerlendirilmemiĢ, kuramsal bir sistem içinde sağlam bir biçimde doğrulanmamıĢ
olmasıdır.
BaĢka bir deyiĢle, Batı düĢüncesi eriĢtiği hakikatlerin evrenselliğini duyurmak istiyorsa (ve
gerçekten, ileride görüleceği gibi, böyle bir sava hakkı da vardır) -bu tür sorunların incelenmesi ve
çözülmesi söz konusu oldu mu- kuramsal çalıĢmalarının temeli ve amacı olarak yalnız Batılı
toplumları, yüzyıllar süren bir evrim sonunda oluĢan Batılı insan ruhunu değil, tüm insan soyunda
beliren insan yaratılıĢını ele almak zorundadır. ĠĢte o zaman, yalnızca Ġ.Ö. 5. yüzyıl Atinalılarını göz
önünde tutmakla, Sokrates'in ne kadar yanıldığı çok daha iyi anlaĢılacaktır. Kritik der
Urteilskraft'ında(5) Kant estetik yargıların, varlığını önceden kabul ettiği tek ve ortak bir sağduyu
sayesinde olanaklı olduğunu ileri sürmekle aynı yanılgıya düĢmüĢtür. Kant sağduyunun insanın
evrensel yaratılıĢından ileri gelmeyip, belli bir forma mentis'in pratik ifadesi olabileceğini, bu forma
mentis'in de toplumun, mensuplarına bilinçli ve bilinçsiz yollardan verdiği belli bir eğitimle
meydana gelebileceğini düĢünmemiĢtir. Oysa gerçek durum budur; sağduyu tek değildir;
uygarlıkların sayısı kadar sağduyular vardır. Ġmdi, baĢvurulması istenen bu tek ölçütün evrensel ve
kendiliğinden var olan bir etken olmadığı; tersine etkilediği ve etkisinde kaldığı estetik duygu ile
aynı kaynaktan gelen ve aynı nitelikte olan bir etken olduğu sonucuna varılmalıdır. Sağduyunun,
denek taĢı görevini göreceği o quid'in bir bakıma ürünü olduğu savunulabilir.


www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

Sonuçta, belli bir insan topluluğunda oluĢmuĢ olan ve ortaya çıkan bir duyguya dayandığı için,
estetik yargı yalnız o toplum içinde bir anlam, bir değer taĢır, fakat bambaĢka bir eğitimin ve
uygarlığın egemen olduğu bir evrende o yargının hiçbir anlamı yoktur.
Batı düĢüncesinin kendi içine inatla kapanıĢının örneklerini manevi alanların tümüne yaymak,
böylece örneklerin sayısını sonu gelmeyecek biçimde çoğaltmak olanaklıdır. Burada zorunlu
sonucu çıkarmakla, yani bu koĢullar altında Batı evreni ile Batılı olmayan evren arasında herhangi
bir diyalog kurmaya olanak olmadığını söylemekle yetinelim. Batı düĢüncesi, yeni bir çaba
göstererek, kuramsal etkinlik alanını, tüm insanlığı kavrayacak biçimde geniĢletmedikçe, bu
diyaloğu kurmaya olanak sağlanamayacaktır.
Gerçekten, Batı düĢüncesi insan soyunu bir tüm olarak ele alırsa, kendi gerçek özünün ne
olduğunu anlamakta güçlük çekmeyecektir; çünkü onun gerçek özü, -içinde uzun bir evrimle
geliĢtiği, hayran olunacak, ama gene de sınırlı dünya bölümünde beliren özü değil- insanoğlunun
evrensel yaratılıĢı karĢısında ortaya çıkacak olan özdür.
Bu yolu tutmakla, Batı düĢüncesi, bir yandan Batılı toplumların öncülük ettiği manevi evrimin tüm
insan soyu için geçerli olan birtakım değerlerin saptanmasına götürdüğünü, böyle olunca da, bu
değerlerin bütün insanlar tarafından benimsenebilir olduğunu ortaya koyabilir; bir yandan da
bilinenden -yani bizzat kendisinden- yayılan ıĢığın yardımı ile bilinmeyeni, Batı'nın dıĢında kalan
bilinmeyen evreni açıklamak, böylece sorunlarını kavramak ve ona karĢı davranıĢını eriĢtiği bu
yeni anlayıĢa göre ayarlamak olanağını bulabilir.
Batılı olmayan evreni sistemli bir biçimde incelemek isteyen araĢtırıcının göstermek zorunda
kalacağı çifte çaba böylece belirmiĢ oluyor. AraĢtırıcı her Ģeyden önce, Batı uygarlığı karĢısında
(bu sözlerimizden belli bir tutumu benimsediğimiz anlaĢılacaktır) bir çok ortak özellikler gösteren
Batı dıĢı uygarlıkların ruhuna, bugüne kadar nüfuz edildiğinden daha derin bir biçimde nüfuz
etmek zorundadır. Bundan baĢka, Batı uygarlığının özünü araĢtırmak ve mutlak değerini, yani
bugün var olan ve geçmiĢte var olmuĢ olan uygarlıklara oranla taĢıdığı değeri ortaya koymak da
ona düĢmektedir. Çünkü bizzat olayların somut gerçekliği, bilgini Batı uygarlıkları ile öbür
uygarlıkları -hatta, A. Toynbee'nin yaptığı gibi, Batı uygarlıklarına bir prima inter pares değeri
verilse bile- (6) aynı düzey üzerinde incelemekten alıkoymakta; onda Batı uygarlığının kendine
özgü ve özünde bulunan bir üstünlük sayesinde öbür uygarlıklardan ayrıldığına iliĢkin bir duygu
uyandırmaktadır.
BaĢka nedenler olmasa bile, bilim ve teknik alanlarında, Batı uygarlığının öbür uygarlıklara oranla
çok ileri bir evrim noktasında bulunması ve bu gerçeği yadsımanın olanaksız olması bütün
toplumların bu üstünlüğü de facto teslim etmelerine neden olmaktadır. Ayrıca, Batı uygarlığının
kendisine tükenmez bir yaĢam gücü bağıĢlayan bir iç güçle hareket eder görünmesine karĢılık,
öbür uygarlıkları, tam tersine, ortadan kalkmamak için ve gururlarından özveride bulunmak
suretiyle kısmen bilinçli kısmen bilinçsiz -fakat kökeni bilinçli iradeden çok kendini koruma
içgüdüsünde aranılması gereken- bir BatılılaĢma çabasına düĢmüĢ oldukları sezisi de bu üstünlük
savını doğrulamaktadır (7).

2- Batılı olmayan evrendeki bunalım

Önce söylendiği gibi, bugüne kadar yapılagelenlerden çok daha ciddi ve çok daha sistemli bir
incelemeye giriĢse de, bilgin, araĢtırmalarının tümüyle düĢsel bir görüĢle sonuçlanmasını
istemiyorsa, ilintilik gerçeklerin somut yüzeyinde kalmak ve o gerçekleri tarih yönünden
yargılamaktan da, ideal değerlerini soyutlamaktan da vazgeçmek zorundadır; çünkü buna önce
iĢaret edilen iki çeĢit neden -tanıma konusunun böyle araĢtırmalara karĢı koyan niteliği ve tanıyan
öznenin yetersizliği- engel olmaktadır. Tersine, bilgin Batılı olmayan evrenin baĢlıca aksaklıklarını
günlük yaĢam düzeyinde, yaĢanan gerçeklerde arayıp bulmak için çaba göstermelidir. iĢte o
zaman, Batılı olmayan uygarlıkların, Batı uygarlığının etkisi altında, derin bir bunalım dönemi
geçirmekte olduğunu ve bu bunalımın nedenlerinin gene iki çeĢit olduğunu görmekte
gecikmeyecektir.
BaĢta bu uygarlıkların doğasına özgü nedenler gelir: bunların en önemlisi, bu toplumun kendi zihin
yapısını, toplumun maddi ve manevi görünümünü oluĢturan dogmalara uygun bir biçimde
oluĢturmasıdır. Böyle olunca bu zihin, her Ģeyi kendi son derece sınırlı açısından görür, yargılar ve
benimser. Bu nedenle o toplumda özgür bir zihin evreninin, insan onuru duygusunun oluĢması
beklenemeyeceği gibi, toplumsal ve siyasal özgürlüklerin de hiçbiri veya hemen hemen hiçbiri var

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

olamaz. Toplumsal, siyasal, ahlaksal ve ekonomik düzende, önce söz konusu edilen bilinçli
güçlerin bulunmayıĢı bu durumun bir sonucudur; bu yokluk sonucunda da, bir yandan, insan
tarafından denetim altına alınmayan ve serbestçe boĢanmak olanağını bulan doğa güçleri, bir
yandan da, keyfi davranıĢların ve kiĢisel çıkarların dinginsiz oyununa olduğu kadar, olayların doğal
akıĢına da hemen hemen tamamıyla terk edilmiĢ olan toplumun kendisi öyle koĢullar yaratırlar ki,
insan azla yetinmeye, tevekkül göstermeye ve her türlü savaĢım ruhundan yoksun olduğu için,
gerçekte kendisinin bizzat yarattığı o karĢı konulmaz yazgıya boyun eğmeye kendiliğinden razı
olur. ġu halde o aynı uygarlığın iç enerji kaynaklarına baĢvurmakla bir evrim yolunun açılması
hiçbir zaman beklenemez.
Gerçekten de -herkeçe bilinen bir benzetme ile- (8) tepesi keçiler tarafından kemirilen ağaçlara,
enine büyümeyi sürdüren fakat boyları bir daha hiç uzamayacak olan bodur ağaçlara benzeyen
uygarlıklar Batılı olmayan uygarlıklardır. Bu uygarlıklar güç doğumlarının belli anında belli bir
istikrara kavuĢmuĢ ve -birbirlerinden farklı olmalarını sağlayan- belli bir düzeni oluĢturmuĢ
oldukları halde, bütün çabalarını, yeni atılımlara değil, status quo'nun korunmasına
yöneltmiĢlerdir. Aralarındaki ortak karakteri oluĢturan da aslında budur. Daha aĢağı sınıflara
mensup soydaĢlarını sömürmek fırsatını veren bir düzenden yararlandıkları için, toplumun güçlü
sınıfları status quo'nun baĢlıca koruyucusudur. Böyle bir çevrede düĢünce dokunulmaz dogmalar
biçiminde kristalleĢir. AĢamadığı sınırlar içinde zorla tutulan ruh da, yaratıcılık gücünü
kaybetmediği için, toplumun fikirsel fetihlerini iĢleye iĢleye süse boğar, karmakarıĢık arabesklerle
donatır, fakat yeni fetihlere atılmaya cüret edemez; böyle bir etkinlik sonucunda ruhun son derece
inceldiği ve o kristalleĢmiĢ düĢünceye en kusursuz biçimini, en olgun ifadesini vermeyi baĢardığı
görülür.
Birbirini izleyen kuĢaklar sanki on bölü üç cinsinden bir aritmetik probleminin sonucun hep daha
doğru, daha yetkin bir hale getirme çabasındadırlar; daha baĢlangıçta elde edilen üç virgül üç'e
daha bir çok üçler eklemekten sanki usanmamaktadırlar; fakat bu insanlar sonucu 10/3 biçiminde
gösterip problemi kesin olarak çözmek, dolayısıyla yeni problemlere geçmek, bakıĢlarını yeni
ufuklara çevirmek gücünden yoksundurlar.
Hep daha ileri bir incelik ve yetkinlik düzeyine çıkmak için gösterilen bu sürekli ve kısır çabanın
sonu gelmeyecek gibi görünür; fakat en sonunda bezginlik ve yorgunluk belirtileri gösteren ruh,
ĢiĢip bünyesinde kanserli hücrelerin türemesine yol açar; bol sayıda üreyen bu hücreler
barındıkları vücudu tümüyle kaplar ve onu öldürecek hale gelirler. Ruhun ağır bir çarpıklığa
uğradığını gösteren kesin belirtiler artık ortadadır. Bu durumda -kadın-erkek eĢitliği davasını
umursamayıp, kendisini erkeğe tutsak eden geleneğe dört elle sarılan kadının örneğinde olduğu
gibi- insanların kendi köleliklerini canla baĢla savundukları görülür. Ya da sevdiğinin sağlığa
kavuĢmasını kurĢun dökmekle sağlamaya çabalayan bir insanın sergilediği görünüme dehĢetle
tanık olunur ve -gerektiğinde, kediyi kusturucu otları yemeye iten içgüdü gibi- içgüdülerin bile bu
biçimde iĢleyen bir insan muhakemesinden çok üstün olduğu kanısına varılır.
Ġradesiz, durgun, tembel ve kaygısız bir toplumun sergilediği dıĢ görünüĢ bu hastalığın tablosunu
tamamlar. Böyle bir toplumun iç yaĢamı (buna manevi yaĢam diyebilmek güçtür) bir kaç dogmaya
mekanik bir biçimde saygı göstermekten ileri gitmez; hatta bunlara dogma demek bile doğru
olmaz, çünkü o toplum dogmanın da, özgür düĢüncenin de ne olduğu bilincine eriĢmiĢ değildir;
bunlar daha çok geçmiĢ kuĢakların bir mirasıdır: toplum onları bilmeden benimser ve zihin
alıĢkanlıkları haline getirir. Bunun sonucu, hiçbir gücün koparıp atmaya yetmeyeceği bir kısır
döngüdür; bu kısır döngü, pratik alanda, olsun, kuramsal alanda olsun, insanı ''iğrenç bir hayvan
olmasa, domuza domuz demezlerdi'' (9) biçiminde muhakeme etmeye götürür. Bu çeĢit bir
muhakemeye dayanan yargıları ise mantık yolu ile çürütmek olanaksızdır.
Manevi yaĢamın var olmayıĢının pratik yaĢamda karĢılığı, en aza indirilmiĢ, en aza indirildiği için de
kitleleri sonsuz bir sefalet içinde yaĢamaya, doğa güçlerine ve egemen olanların iradesine boyun
eğmeye zorlayan bir etkinliktir (10).
Sonuç olarak bu ülkelerde insanın yaĢamı gerçekten -oralarda büyük R ile yazılan ve böyle
yazılmasında isabet olduğu yadsınamayan- Raslantının elindedir. Böylece, doğa, felaketler,
hastalıklar, yoksulluk ve hatta kendinden daha güçlü olan soydaĢları karĢısında çaresiz kalan
insan, bu keder verici ve düĢman çevrenin baskısı ile alınyazısına razı olarak ruhunun
derinliklerine çekilmeye, kendi içine kapanmaya zorlanmıĢ olur.
GörünüĢe göre, gerçek bir manevi yaĢama sahip olmayan, tarih görüĢü ve fikir yaĢamı
bulunmayan böylesine toplumlarda gözlem ruhu bile dağılıp gitmektedir (11), çünkü kiĢi, etkisine

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

karĢı koymadan katlandığı dıĢ evrene karĢı hiçbir ilgi duymaz olur. Dünyanın zevklerinden
vazgeçilip, bunlar, istense bile, artık elde edilir olmaktan çıktı mı, insanlara yalnızca bir bitki
yaĢamı kalır; böyle bir durumda tek manevi ıĢık, öbür dünya düĢüncesi ve bu düĢüncenin verdiği
umuttur.
Tek değilse de, baĢlıca kaygısı meditatio mortis (ahret düĢüncesi) olan böylesine toplumlarda, ilk
bakıĢta, günlük yaĢam gereksinmelerinin en aza indirilmiĢ olacağı sanılabilirse de, tersine, bu
çevrelerde doğal yaĢam gereksinmelerinin son derece kaba ve zorba bir biçimde belirdiğine ve
küçük bireysel çıkarların vahĢice düĢmanlıklara yol açtığına tanık olunur; bu savaĢım bütün Ģiddeti
ile patlak vermiyor, toplum yaĢamının yüzeyindeki kaygısız uyuĢukluğu bozmuyorsa, nedenini
kiĢilerin seçtiği silahta, asıl amaçlarını gizlemeyi ve iki yüzlülükle davranmayı yeğ tutmalarında
aramalıdır. Böylece savaĢım olabildiğince gürültüsüz ve patırtısız, ama gene de amansızca
yürütülmektedir.
Tanrının ya da insanların açık buyruğu ile, insancıl ve toplumsal idealler beslenmesine izin
verilmeyen yerlerde, insanların, daha yüksek çıkarların var olduğundan habersiz oldukları için,
davranıĢlarını ve yargılarını yalnızca kendi bireysel ve günlük çıkarlarına göre ayarladıkları
gözlenmektedir. Bunun sonucunda böyle bir çevrede kiĢinin bireysel ve günlük küçük çıkarı
yaĢam normu düzeyine yükselmekte; güzel ve iyi olana karĢı saygı duygusunun, ahlakça yükselme
isteğinin ve her çeĢit yaĢam felsefesinin yerini almaktadır.
Gerçekten, Batılı olmayan evrendeki toplum yaĢamı, insanca ideallerle yönlendirilmediği, insan-
ötesi ideallerce de dikkate alınmadığı için, doğal oluĢuna terk edilmiĢ olarak, istikrarını ve
dengesini kiĢilerin küçük çıkarlarının çatıĢmasında bulur; bu çıkarlar genellikle bitkisel ve
duygusal yaĢamın en kaba gereksinmelerini doyurmaya yöneliktir.
Toplum içindeki, hatta aile içindeki iliĢkilerin tümüne -yerine göre, bazen üstü kapalı, bazen açık
biçimde beliren, fakat daima acımasız olan- bir do ut des zihniyeti egemendir. Bu do ut des hiçbir
ahlaksal değere saygı göstermeyen, hatta Tanrı ile olan iliĢkilere bile el atan bir hoyratlıkla
uygulanmaktadır.
Batılı olmayan toplumları doğal bir ölüme itmiĢ ya da itmekte olan bu yapısal nedenlerin yanında
daha baĢka nedenler de vardır. Bunlar, Batılı olmayan evrenin bunalımını daha da ağırlaĢtırıp
yoğun hale getiren ve Batı uygarlığı ile iliĢki kurulmuĢ olmasından kaynaklanan dıĢ nedenlerdir.
Batılı olmayan toplumların kendilerini koruma içgüdüsünü harekete getiren etken Batı'nın siyasal,
ekonomik ve kültürel alanlarda yaptığı baskı ve gösterdiği yayılma eğilimidir. Geleceklerini
saptayıcı bilinçli bir görüĢle değil, daha çok (önce de dendiği gibi) kendilerini koruma içgüdüsü ile
hareket eden ve davranıĢlarına ona göre yön veren bu toplumlar, BatılılaĢmak için çabalarken,
sınırlı düĢüncelerinin karĢılarına diktiği aĢılmaz engelleri yıkacak ve yeni bir yaĢamın doğmasına
fırsat verecek olan Ģu, tanınması gerçekten güç ve Batı uygarlığına özgün gücün ne olduğunu
araĢtıracak yerde, kendilerini ölüme mahkûm eden tümörü koparıp atacak bisturiyi elde etmek ve
böylece, yüzyıllardan beri içinde yaĢadıkları hareketsiz ortamda bitkisel yaĢamlarını eskisi gibi
sürdürmek amacını güdüyorlar. Onun için bu toplumlarda Batı uygarlığının ruhuna, onun
kültürüne, kurumlarına, hatta, bir ölçüde, tekniğine bile bilinçli bir yaklaĢma çabasının sarf edildiği
göze çarpmıyor.
Bu ülkelerin, bilinçle ortaya konmuĢ olmayıp, iki karĢıt gücün -Batı'ya uymak zorunluluğu ile her
yenilik denemesine karĢı koyan passiv direncin- çatıĢmasından doğal olarak oluĢan ve gitgide ağır
basan sorunu; Batı'dan yalnızca mutlaka alınması gerekeni alabilmek, bunu yaparken de denetimi
elden kaçabilecek bir BatılılaĢma hareketine kapılmamak sorunudur. BatılılaĢma sorununu bu
açıdan gören ve bu yoldan çözmeye çalıĢan düĢünürlerin en özgünü Gandhi'dir. Sorunu enine
boyuna incelemiĢ ve geniĢ bir ilgi toplamıĢ olmasına rağmen, Hintli düĢünür, gerçeklerin gücünü
gereğince ölçemediği için tam anlamı ile olumsuz bir sonuca varmaktan kurtulamamıĢtır: Gandhi
ekonomi alanında BatılılaĢmaya engel olmayı tasarlamıĢ, bununla Hindistan'ın geleneksel
uygarlığını kurtaracağını ummuĢtur. Kendisi öldükten sonra, arkadaĢlarının tuttuğu bambaĢka yol,
onun düĢündüğü çözümün ne denli ütopik olduğunu yeteri kadar kanıtlamıĢtır (12).
Olanak bulsalar, Batılı olmayan toplumlar yalnızca silahlı kuvvetlerini Batılı biçimde yeniden
örgütlendirmeyi yeterli görecek, onunla yetineceklerdir (13); ama yalnız silahlı kuvvetlerin modern
biçimde donatımı ile yetinilmek istense bile, gene de tekniğe gerek vardır; teknik ise, verilerini
pratik alanda uyguladığı bilimden ayrılamaz. Modern donatım isteyen ülke, kapılarını tekniğe ve
bilime de açmak zorundadır. Ancak teknikle bilimin bir ülkede tutunup yer edebilmesi için daha bir


www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

çok koĢulların gerçekleĢmesi zorunludur sağlam temellere oturtulmuĢ bir ekonomi, sanayileĢme,
yeni bir yönetici örgüt, yeni kurumlar, yeni bir yaĢam ritmi baĢta gelen gereksinimlerdir.
Bu da yetmez: Bilim ancak uygun bir biçimde eğitim görmüĢ zihinlerde geliĢir; bilim zihniyeti ise
ödün vermeyecek bir akılcılık ister, özlü bir hümanist temele dayanır. ĠĢte bu gerçek, bu konuda
bunca eser yazılmıĢ olmasına rağmen (14), Batı'da bile gerektiği kadar yer etmiĢ değildir; Batılı
olmayan evren ise, bilimle hümanist zihniyet arasındaki iliĢki Ģöyle dursun, teknikle bilimin
arasındaki bağlantıyı bile güç kavrar görünmektedir. Nitekim, pragmatik gerçekler alanında yapılan
gözlemler, Batılı olmayan düĢünürlerde -aslında hiç de yersiz olmayan- bir kuĢkuyu, Batı'dan her
ithal edilen Ģeyin Batılı olmayan yeni kuĢakların zihinsel ve ahlaksal biçimlenimine dolaylı ve etkisi
ileride görülecek bir darbe olduğu kuĢkusunu uyandırmaktadır (15).
Bütün bunlar Batılı olmayan evrenin iç bunalımını daha da ağırlaĢtırmaktadır. Batı'dan ithal edilen
özgürlükçü kuruluĢlar, aslında sallantıda olan eski ahlaksal düzenin son artıklarını yere sermiĢtir;
buna karĢılık, bu toplumlar henüz yeni bir ahlak düzenine gereksinme duyacak zamanı
bulamamıĢlardır. Bütün alanlara büyük bir karmaĢa egemendir. Bilinçli düĢüncenin bir ürünü değil,
yalnızca bir ithal malı olan siyasal özgürlük bu ülkelerde dizgin tanımayan bir demagojiye yol
açmaktadır; ya da yalnızca adı var, kendi yok bir kavramdır. Son derece ilkel, kapalı bir
ekonomiden ulusal, hatta uluslararası çapta bir ekonomiye birdenbire geçilmesi, ekonomik
yaĢamda büyük bir dengesizlik yaratmıĢtır. Toplum yaĢamı, yeni ve modern olanla eski ve
geleneksel olan arasında süregiden çatıĢmanın etkisi ile alt üst olmuĢ durumdadır. Tarihsel
köklerinden koparılarak, baĢka iklimlere götürülüp dikilen Batılı kuruluĢlar sayesinde kurulan
özgürlük düzeni, sosyalist rejimin yerleĢmesinden önceki Çin'de olduğu gibi, birçok ülkelerde
korkunç bir ahlak bunalımına yol açmıĢtır.
Batı'nın siyasal, toplumsal ve ekonomik kavramları, doğup geliĢtikleri tarihsel çevre içinde
değerlendirilmedikleri, dolayısıyla -ideal değerlerini soyutlama olanağını verecek olan- felsefe
yönünden incelenmedikleri için, çok kaba bir biçimde anlaĢılmakta ve uygulanmakta, bu yüzden
de büyük sapıtmalara neden olmaktadır. Bunun en güzel örneği ulusçuluk kavramının Japonya'da,
Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan önce, taĢkın ve amansız bir militarizm biçiminde ortaya çıkmıĢ olmasıdır
(16).
Fakat gelenekçilikle yenicilik arasındaki karĢıtlığın özellikle eğitim ve kültür alanlarında belirgin ve
giderilmez olduğu gözlenmektedir; çünkü yaĢamın somut gerçekliği ve olayların doğal akıĢı,
toplumun manevi yaĢamından çok maddi yaĢamını daha çabuk ve daha derinlere inecek biçimde
etkiler; gelenekçi güçler ise kültür alanında daha canlı ve daha inatçı bir direnme olanağına
sahiptirler.
Gerçekten, düĢmanın askeri ve siyasal baskısından korunmak için, onun silahlarına karĢı aynı
ölçüde etkili silahlarla çıkmak gerektiği meydanda ise de, Sokratik kavramlarla insan hakları
bildirgesini esinleyen anlayıĢ arasındaki iliĢkiyi, ya da Sophokles'in tragedyalarının incelenmesi ile
-çağdaĢ bilimin son zaferi olan- atomun parçalanması arasındaki iliĢkiyi kavramanın çok daha güç
olduğu kesindir; çünkü Batılı olmayan evren hiç bilmemekte, Batı evreni ise, bildiği halde, pratikte
tümüyle unutur görünmektedir ki, insanlık tarihinde manevi özgürlük düzenini ilk kuranlar klasik
çağın büyük kiĢileridir; iĢte bütün ilerlemelerin baĢlıca kaynağını oluĢturan dignitas hominis -insan
onuru- kavramı ile, bu ulu kavramla, insan aklına duyulan sarsılmaz güven de bu manevi
özgürlükten ileri gelmektedirler.
BatılılaĢma zorunluluğu ile geleneklere -her çeĢit eleĢtiri yeteneğinden yoksun olmanın
uyandırdığı- körü körüne bağlılık duygusu arasındaki karĢıtlık, eğitim ve kültür alanında daha
Ģiddetle ortaya çıkıyorsa, bunun baĢka bir nedeni bu iki karĢıt gücün burada birbirini bilmezlikten
gelememesidir, birbirinin yanında yer alamamasıdır; çünkü okul, radyo-televizyon, tiyatro ve buna
benzer toplumsal kurumların programlarının saptanmasında, toplumun eğitim ve kültür sorunları,
hatta bizzat manevi evreni, sürekli olarak, somutluk kazanmaktadır. Bu nedenle eski ile yeni evren
arasındaki gizli savaĢım, kuramsal incelemelere hiç yeteneği olmayan en kaba kiĢilerin bile
gözünden kaçmamaktadır.
Böyle olmakla beraber, Batılı olmayan evren bir formülle ("eski gelenekçi zihniyet ve yeni Batı
tekniği" formülü ile) bu iki karĢıt güç arasında bir mondus vivendi, ödünlü bir uyuĢma çaresi
bulmuĢtur. Bu mondus vivendi, her iki tarafın kendi savları lehinde yeni tutamaklar arayıp
bulmasını gereksiz kılmakla, bugünkü bunalımın sürüp gitmesine neden olmaktadır (17). Uygarlıkla
kültürü iki ayrı Ģey gibi gören Alman kökenli bir kurama dayanan bu formülün hiçbir anlamı
olmadığı kesindi. Ne var ki bu, o formülün yaygın bir onay görmesini önleyememekte ve

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

çürütülmesini çetin bir sorun haline getirmektedir. Oysa, insan düĢüncesinin ve toplum etkinliğinin
ürünleri arasında tekniğin ayrı ve bağlantısız bir ürün olmadığı, tam tersine insan sorunlarına ve art
arda ortaya çıkıp toplumdan çözüm bekleyen zorunluluklara sımsıkı bir biçimde bağlı olduğu
kanıtlanmak suretiyle, bu formülün temelsizliği kolayca ortaya konabilir. Bu durumda böylesine
anlamsız bir ikiliğin uzun süremeyeceği ve Ģu iki seçenekten birinin gerçekleĢmesinin zorunlu
olacağı anlaĢılmalıydı: Ya toplumun gelenekçi tutumunun ağır basacağı ve tekniği ve teknikle
birlikte kabul edilmek zorunda kalınan kuruluĢları kendisine benzeteceği, kendine uyduracağı; ya
da -çok daha zayıf bir olasılıkla- tekniğin zamanla toplumun ruhunu uyuĢukluktan kurtaracağı ve
biraz olsun daha bilinçli bir BatılılaĢma dönemine geçilmesini sağlayacağı sonucuna varılması
gerekirdi.
Fakat bir formülü, hakikati ifade ediyor diye değil de, kendi iĢine geliyor diye benimseyen bir
zihniyetin böyle bir muhakemeyi benimsemesi beklenemez. Bu formül Batılı olmayan toplumların
iĢine geliyor, çünkü hazır bir formüldür ve Batı kökenlidir -yani sağlamlığı kuĢku götürmez ve
çürütülmesi güç bir formüldür-; aynı zamanda bu formül, yaratıldığı sanılan, gerçekte ise yalnızca
kabul edilip katlanılan bir durumu fikir düzeyinde kusursuz bir biçimde doğrular görünmektedir.
Bundan çıkarılacak sonuç Ģudur: EleĢtiri yeteneğinden yoksun ve belli dokunulmaz dogmaların
esiri olan zihniyetlerini atmak olanağını bulmadıkça, Batılı olmayan toplumların bugün içinde
bulundukları bunalımdan kurtulmaları olası değildir. ġu halde bugünkü bunalımın sona ermesi
daha baĢka, çok karmaĢık nitelikte bir sorunun, Batılı olmayan toplumların bugüne kadar hiç
dikkate almadıkları bir temel sorunun çözümlenmesine bağlıdır.
Ġnsan, yaratılıĢı itibarıyla soyut düĢünceden çok somut gerçeğin etkisine açık olduğundan, Batılı
olmayan toplumların yalın, yalın olduğu kadar temel bir sorunun ve bu soruna bağlı bütün öbür
sorunların çözümlenmesine zorunlu bir önkoĢul oluĢturan bir hakikati kavramaları belli bir süre
isteyecektir. Hakikat Ģudur: Ġnsanın oluĢturduğu ve örgütlediği toplumsal evren, onun iç evreninin
dıĢ görüntüsünden baĢka bir Ģey değildir; bu nedenle çağdaĢ uygarlığın, insanı kötü raslantıların
darbelerinden, hastalıklarından, doğanın kaba güçlerinden, iliĢki kurmak zorunda olduğu
soydaĢlarının keyfi davranıĢlarından korumakta gösterdiği büyük baĢarının nimetlerine bir gün
kavuĢmak istiyorlarsa, Batılı olmayan insanlar, bu uygarlığı yaratan insanlardaki zihinsel ve
ahlaksal biçimlenimi olduğu gibi benimsemek zorundadırlar.
Türk toplumunun bugün karĢılaĢtığı kültürel sorun ayrıntılı bir biçimde incelenirse, ileri sürülen
savın doğruluğu ortaya çıkacaktır. Gerçekten Türk toplumu, Batılı olmayan toplumlar arasında,
Atatürk'e borçlu olduğu, dikkate değer bir evrim düzeyine eriĢmiĢtir; çünkü Atatürk devrimi ona
düĢüncelerin özgürce ifade edilmesi için gerekli olan temel özgürlükleri sağlamıĢ ve böylece,
yalnızca yeti halinde bile olsa, bu ülkede zihin özgürlüğünü kurmayı baĢarmıĢtır.


III. TÜRKĠYE'NĠN KÜLTÜR SORUNU

1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri- Devrimin eylemci ve yaratıcı dönemi: Atatürk'ün manevi
portresi

Devrim dönemine ait belgelerin, anlaĢma metinlerinin ve baĢlıca yasaların incelenmesi ile
yetinildikçe, Türk devriminin meydana getirdiği büyük eseri doğru dürüst değerlendirmeye olanak
görülemeyeceği; bunun yanında, genel karargâhlarını kurmak için Ankara'ya ilk kez geldikleri
zaman, Türk ihtilalcilerini eyleme iten kahramanlık ruhuna nüfuz etmenin gerekli olduğu haklı
olarak gözlenmiĢtir (1). Öte yandan, Ankara'daki Türk ulusçularının ve baĢlarında bulunan Kemal
Atatürk'ün fikirlerinin ne denli ileri ve cüretli olduğunu anlayabilmek için, Osmanlı çağında ülkeye
egemen olan siyasal, toplumsal ve kültürel düzeni olduğu kadar, imparatorluğun son bir iki
yüzyılında giriĢilen yenilik hareketlerini de iyi bilmek gerekir. Türk toplumunu Ortaçağ'ın
karanlıklarından çağdaĢ uygarlığın ıĢığına çıkarmak amacını gütmüĢ olan Kemal Atatürk'ün fikir
alanında gösterdiği yüksek yaratıcı çabayı tam olarak değerlendirmenin baĢka yolu yoktur.
Bizans'ın Osmanlılar üzerindeki etkisinin niteliği ve niceliği sorunu çetin bir sorundur: çünkü
Ġstanbul'un alınmasından sonra baĢ gösteren dolaysız etkilerle, Osmanlıların daha önce,
Anadolu'da ve Anadolu'nun dıĢında, Bizans kuruluĢlarının etkisinde kalmıĢ birtakım devletlerle
iliĢki kurmaları nedeni ile aldıkları dolaylı etkilerin birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Üstelik


www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
www.kuyruksuz.com

gerçekten Bizanslı olan öğelerle , bizzat Bizans'ın Ortadoğu uygarlıklarından, özellikle Sâsâni
uygarlığından, devraldığı öğeleri ayırmak gereği vardır (2).
Bu sorunun çözümü yolunda bugün varılan sonuçlar ne olursa olsun, Romalılarla Osmanlılar
arasında bir benzerliğin var olduğu meydandadır: Romalılar, Yunanistan'ın fethine giriĢtikleri
zaman, gerek Etrüsk uygarlığının aracılığı ile, gerek Ġtalya'daki Yunan yerleĢmeleri ile aralarında
kurulan iliĢkiler yolu ile, Yunan kültürünün ana öğelerini esasen benimsemiĢ bulunuyorlardı. Aynı
biçimde, Osmanlılar da Ġstanbul'u fethederken Bizans'ın zihin yapısına çok benzeyen, demir
çember içine alınmıĢ dar bir zihin yapısının içine girmeye önceden hazırlıklı idiler. Çünkü onlar çok
önceden çeĢitli vesilelerle Bizanslılarla ve daha geniĢ ve derin bir biçimde, -binlerce yıldan beri
yakın ve Ortadoğu'yu egemenliği altında tutan ve ilk olarak Herodotos tarafından kesinlikle teĢhis
edilip Yunan ruhunun karĢısına çıkarılan (3) Doğu ruhu ile karĢılaĢmıĢ ve bunlardan
etkilenmiĢlerdi.
Bizans'ın zaptından sonra, Osmanlılar Bizans kuruluĢlarını bir ölçüde benimsemiĢ olsalar da, kendi
kuruluĢlarını Bizans'ta buldukları benzer ve daha geliĢmiĢ kuruluĢlar örneğince yeniden
örgütlemiĢ olsalar da olmasalar da, Ģu bir olgudur ki, Yunanistan'ın Roma üzerine yaptığı etkiden
farklı olarak, Bizans'ın kendini fethedenler üzerindeki etkisi olumsuz ve yıkıcı olmuĢtur. Yunan ve
Roma uygarlıklarının mirasçısı olmasına rağmen, Bizans Osmanlılara eski pagan kültürünün hiç bir
temel öğesini verememiĢ, hatta Anadolu'nun güneyindeki Hellenizm çağı devletlerinin Araplara
aktardıkları kültür öğelerinin en küçük bir parçasını bile aktaramamıĢtır. Sonuç olarak, Bizans'ın
doğulu ruhu, doğmakta olan Osmanlı kültürünü Denetim altına almıĢ ve Ġslam uygarlığının klasik
çağında Arapları Renaissance'ın eĢiğine kadar götürmüĢ olan fikir ve kültür hareketlerinin
Osmanlıların becerisi ile yeniden canlanması ve ileri atılımlar yapması olanağını ortadan
kaldırmıĢtır. ġurası kesindir ki Selçuklu ruhu, Osmanlı ruhuna oranla, çok daha az Bizanslı, çok
daha az Sâsânidir; Selçuklular, bugün genellikle anlaĢılan anlamı ile, Osmanlılardan çok daha az
Doğuludurlar. Osmanlı sanatı ile karĢılaĢtırıldığı zaman, Selçuk sanatı bunu en kesin bir biçimde
kanıtlamaktadır.
Osmanlı uygarlığının, hemen Bizans'ın fethi ile değilse de, fethinden pek az zaman sonra
duraklamasının ve uzun yüzyıllar sürecek olan bir gerileme dönemine girmesinin baĢlıca nedeni
budur. Ġslam skolastiği ile yeni bir güç ve dinamiklik kazanan birkaç bin yıllık Doğu ruhu, Osmanlı
toplumunun henüz pek genç ve yaĢam dolu vücudunu yıpratan bir zehir etkisi yapmıĢtır.
Hükümdarın aslında cömert ve babaerkil yaĢayıĢın gereği olarak, demokrat ve özgürlükçü ruhu,
Ġslam evreninin dünyasal ve ruhsal önderi olmanın verdiği güçle, kulları üzerinde ölüm-dirim
hakkına sahip, mutlak bir efendinin zorba gururuna dönüĢmüĢtür. Din bilginleri hükümeti
desteklemiĢ, hükümet de din bilginlerine dayanmıĢtır. Din bilimi tanınan tek bilim olduğu için,
ulema toplumun biricik bilgin sınıfını oluĢturmaktaydı. Bu sınıf toplum yaĢamını Kuran adına, daha
doğrusu Kuran'ı kendi yorumlayıĢına göre, yüzyıllarca denetim altında tutmuĢtur. Ulemanın
yorumu felsefe anlayıĢına aykırı, Ortodoks, kelimelerin anlamına bağlı, yalnızca seziden esinlenen
bir din anlayıĢına uygun düĢen; dogma haline gelmiĢ birtakım inançların dıĢına çıkamayan, belki
filolojiden ve tarihsel bilgilerden yararlanan, ancak asla filolojik ve tarihsel bir yorum olma amacını
gütmeyen bir yorumdu. Böyle bir yorumla toplumu yönetmiĢler, daha doğrusu mutlak bir
hareketsizliğe mahkûm etmiĢlerdir. Çiftçilikle hayvancılık hariç, her türlü dünyasal etkinlik
yasaklanmıĢ, toplumun heyecan ve hayal kaynakları kurutulmak pahasına betimleme sanatlarına
izin verilmemiĢti ve tıpkı Avrupa Ortaçağı'nda olduğu gibi, mimarlıktan da sadece ad gloriam dei
yararlanma yolu tutulmuĢtu.
Çıkarını kurulu düzenin korunmasında gören her iktidar gibi, bu egemen sınıfta her çeĢit yeniliğin
baĢ düĢmanı kesilmiĢ ve birçok olumsuz davranıĢları arasında, matbaanın Müslümanlarca
kullanılmasına 1729 yılına kadar engel olmuĢ ve böylece kültür alanında 289 yıllık bir gecikmeye
neden olmuĢtur.
Genellikle tarihçiler bu yılı, imparatorluk kurumlarının yenilenmesi uğrunda giriĢilen hareketin
baĢlangıcı olarak kabul ederler: 1729'u izleyen yıllarda birçok giriĢimlerde bulunulmuĢsa da, hepsi
kanlı bir biçimde bastırılmıĢtır. Bununla beraber, Osmanlı kuruluĢlarını yenileme isteği, devletin
varlığı söz konusu olduğu her dönemde eylemci bir güç olmasını bilmiĢtir. BaĢlangıçta,
uyruklarının dile getiremedikleri istekleri karĢılamayı arzulayan aydın bir hükümdarın ödününden
çok, koĢulların kabul ettirdiği birtakım yenilikler söz konusu olmuĢtur. Gerçekten Osmanlı toplumu
Batı'nın, ne anlamını ne de amaçlarını kavramasına olanak bulunmayan manevi ve maddi evrimine
karĢı hiçbir hayranlık ya da yakınlık duymuyordu. O yalnızca maddi yaĢamını tehdit eden

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi
Türk hümanizmi

Más contenido relacionado

Destacado

Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adamAvrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Chp Aydın
 
Islam dini ve islami bilgiler
Islam dini ve islami bilgilerIslam dini ve islami bilgiler
Islam dini ve islami bilgiler
Chp Aydın
 
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tanggaPersediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
UiTM Dungun
 
從建築到居家 打造全智慧化生活空間
從建築到居家 打造全智慧化生活空間從建築到居家 打造全智慧化生活空間
從建築到居家 打造全智慧化生活空間
advantech2012
 
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
advantech2012
 

Destacado (14)

Hürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanıHürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanı
 
What is FLL?
What is FLL?What is FLL?
What is FLL?
 
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adamAvrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
 
Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.net
Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.netKuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.net
Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.net
 
Islam dini ve islami bilgiler
Islam dini ve islami bilgilerIslam dini ve islami bilgiler
Islam dini ve islami bilgiler
 
Renewable Asset Risk Management
Renewable Asset Risk ManagementRenewable Asset Risk Management
Renewable Asset Risk Management
 
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tanggaPersediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
 
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk Management
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk ManagementQuantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk Management
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk Management
 
Robotics program at school
Robotics program at schoolRobotics program at school
Robotics program at school
 
Pitch deck template
Pitch deck templatePitch deck template
Pitch deck template
 
從建築到居家 打造全智慧化生活空間
從建築到居家 打造全智慧化生活空間從建築到居家 打造全智慧化生活空間
從建築到居家 打造全智慧化生活空間
 
再生能源解決方案
再生能源解決方案再生能源解決方案
再生能源解決方案
 
研華再生能源解決方案
研華再生能源解決方案研華再生能源解決方案
研華再生能源解決方案
 
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
 

Similar a Türk hümanizmi

Atatürk ‘ün ilkeleri
Atatürk ‘ün ilkeleriAtatürk ‘ün ilkeleri
Atatürk ‘ün ilkeleri
tugaypat
 
Chp Parti IçI EğItim Programi
Chp Parti IçI EğItim ProgramiChp Parti IçI EğItim Programi
Chp Parti IçI EğItim Programi
muratesen007
 
Batuhan Baypars Çağdaş Siyasi Akımlar
Batuhan Baypars   Çağdaş Siyasi AkımlarBatuhan Baypars   Çağdaş Siyasi Akımlar
Batuhan Baypars Çağdaş Siyasi Akımlar
Şaban Yıldız
 
Icabihal sayi 3
Icabihal sayi 3Icabihal sayi 3
Icabihal sayi 3
kolormatik
 
AtatüRkçüLüK 8.SıNıF Slayt
AtatüRkçüLüK 8.SıNıF SlaytAtatüRkçüLüK 8.SıNıF Slayt
AtatüRkçüLüK 8.SıNıF Slayt
derslopedi
 
8.1.1 güçlü avrupanın doğuşu ve osmanlı devleti
8.1.1  güçlü avrupanın doğuşu ve osmanlı devleti8.1.1  güçlü avrupanın doğuşu ve osmanlı devleti
8.1.1 güçlü avrupanın doğuşu ve osmanlı devleti
kadirelik11
 
Roberto Unger Hakkında Rapor by SFI.pdf
Roberto Unger Hakkında Rapor by SFI.pdfRoberto Unger Hakkında Rapor by SFI.pdf
Roberto Unger Hakkında Rapor by SFI.pdf
Suat Furkan ISIK
 

Similar a Türk hümanizmi (20)

Atatürk ‘ün ilkeleri
Atatürk ‘ün ilkeleriAtatürk ‘ün ilkeleri
Atatürk ‘ün ilkeleri
 
Ataturk ve yenilikcilik
Ataturk ve yenilikcilikAtaturk ve yenilikcilik
Ataturk ve yenilikcilik
 
Küreselleşme ve milliyetçilik
Küreselleşme ve milliyetçilikKüreselleşme ve milliyetçilik
Küreselleşme ve milliyetçilik
 
Insan toplum ve_iktisat
Insan toplum ve_iktisatInsan toplum ve_iktisat
Insan toplum ve_iktisat
 
10206
1020610206
10206
 
Ilkeler
IlkelerIlkeler
Ilkeler
 
Atatürk cumhuriyet
Atatürk  cumhuriyetAtatürk  cumhuriyet
Atatürk cumhuriyet
 
Cumhuriyetin Dusmanlari
Cumhuriyetin DusmanlariCumhuriyetin Dusmanlari
Cumhuriyetin Dusmanlari
 
Cumhuriyetin Düşmanları
Cumhuriyetin DüşmanlarıCumhuriyetin Düşmanları
Cumhuriyetin Düşmanları
 
Chp Parti IçI EğItim Programi
Chp Parti IçI EğItim ProgramiChp Parti IçI EğItim Programi
Chp Parti IçI EğItim Programi
 
Batuhan Baypars Çağdaş Siyasi Akımlar
Batuhan Baypars   Çağdaş Siyasi AkımlarBatuhan Baypars   Çağdaş Siyasi Akımlar
Batuhan Baypars Çağdaş Siyasi Akımlar
 
Sanayi sonrası toplumdan post modern topluma
Sanayi sonrası toplumdan post modern toplumaSanayi sonrası toplumdan post modern topluma
Sanayi sonrası toplumdan post modern topluma
 
Icabihal sayi 3
Icabihal sayi 3Icabihal sayi 3
Icabihal sayi 3
 
Siyasa hukumet terorizm
Siyasa hukumet terorizmSiyasa hukumet terorizm
Siyasa hukumet terorizm
 
AtatüRkçüLüK 8.SıNıF Slayt
AtatüRkçüLüK 8.SıNıF SlaytAtatüRkçüLüK 8.SıNıF Slayt
AtatüRkçüLüK 8.SıNıF Slayt
 
Atatürk devri eğitim
Atatürk devri eğitimAtatürk devri eğitim
Atatürk devri eğitim
 
8.1.1 güçlü avrupanın doğuşu ve osmanlı devleti
8.1.1  güçlü avrupanın doğuşu ve osmanlı devleti8.1.1  güçlü avrupanın doğuşu ve osmanlı devleti
8.1.1 güçlü avrupanın doğuşu ve osmanlı devleti
 
Roberto Unger Hakkında Rapor by SFI.pdf
Roberto Unger Hakkında Rapor by SFI.pdfRoberto Unger Hakkında Rapor by SFI.pdf
Roberto Unger Hakkında Rapor by SFI.pdf
 
Bunlar biz-siz
Bunlar biz-sizBunlar biz-siz
Bunlar biz-siz
 
Ataturk ve cumhuriyetcilik dusuncesi
Ataturk ve cumhuriyetcilik dusuncesiAtaturk ve cumhuriyetcilik dusuncesi
Ataturk ve cumhuriyetcilik dusuncesi
 

Türk hümanizmi

  • 1. www.kuyruksuz.com TÜRK HÜMANĠZMĠ I Nurer UĞURLU baĢkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıĢtır. Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.ġ. Aralık 1998 TÜRK HÜMANĠZMĠ I Prof. Dr. SUAT SĠNANOĞLU CGAZETESĠNĠN OKURLARINA ARMAĞANIDIR ĠÇĠNDEKĠLER Önsöz 7 I. GiriĢ: Sorun verilerinin oluĢup geliĢmesi 14 1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi 14 2- Atatürk devrimi; yeni bir hümanizm kaynağı 23 3- Tanıma kuramı 29 4- Bu giriĢi yazmamın nedeni 34 II. Batılı olmayan evrenin tarihsel ve fikirsel incelemelere aykırı düĢen niteliği. 35 1- Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden yapılan incelemelere karĢı koyan bir nitelikte olmasının nedenleri 35 2- Batılı olmayan evrendeki bunalım 42 III. Türkiye'nin kültür sorunu. 54 1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri. Devrimin eylemci ve yaratıcı dönemi: Aatürk'ün manevi portresi 54 2- Durgunluk dönemi ve devrimin ideolojik cephesindeki çelimsizlik 75 3- Batılıların modern Türkiye üzerindeki görüĢleri 78 4- ÇağdaĢ Türkiye'nin durumu ve manevi bunalımı 81 5- Benimsenmek istenen yeni ilkelere ve baĢlayan yeni yaĢayıĢa rağmen, öbür dünyaya dönük yazgıcı zihniyetin Türk toplumu üzerindeki egemenliğini sürdürmesi. 86 6- Bugünkü durumu yaratan nedenler. Devrimin üç yorumu 91 7- Üç yorumun yetersizliği. 98 8- Devrimin dördüncü yorumu 109 9- Yeni bir kültür bilinci edinme zorunluluğu 115 10- Okulun iĢlevi. Ortaöğretimin bugünkü durumu 116 www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 2. www.kuyruksuz.com 11- Manevi evrende dönüĢüm zorunluluğu; akılcı ve insancı temellere dayanan eğitim 122 Notlar 133 ÖNSÖZ Atatürk'ün ölümünden hemen sonra ülkenin manevi ve maddi geliĢmesinin vazgeçilmez koĢulu olan devrim ilkelerinden -halktan gelen ya da geldiği sanılan baskı karĢısında- ödün verilmeye baĢlandı. Kanımca o ilkeler gerçi devletçe kabul edilmiĢ ve onlara en uygun düĢen kurumlar kurulmuĢtu; ancak o ilkeleri gerçekten benimseyebilecek, o modern kuruluĢlarda kuruluĢ amaçlarına uygun ruhu yaĢatabilecek, zihniyet henüz oluĢmamıĢtı. Devrimin bugün büsbütün çöken ideolojik cephesi o günlerde de son derece çelimsizdi. 1945 yılında çok partili rejime geçiĢle ödünler arttı. Kitlelerin devrimin belli baĢlı ilkelerine yabancı kalmıĢ olması, yöneticileri ödün vermeye zorluyordu. Yöneticilerin kendileri verilen ödünlerle devrimin ne ölçüde sarsıldığının farkında değillerdi. Devrimin muhasebesi dönemine girildiğini ilan eden muhalefetin 1950'de iktidara gelmesi ile Türk toplumu, tuttuğu yolun bilincine ermek çabası ile, -oluĢamayan laik ahlakın eksikliğinde- eski ölçütlere baĢvurmuĢ ve yeni bir yön saptaması yaptığını, yapmak zorunda kaldığını anlamıĢtır. Eksik olan yalnız laik ahlakın oluĢması değildi; devrim hâlâ heyecan ve duygular düzeyinde yaĢıyordu. Atatürk'ün eseri tarihsel ve fikirsel düzeylerde sistemli bir biçimde değerlendirilmemiĢti. Öğretisi belli direktifler Ģeklinde, devrim kuruluĢlarında kopuk parçalar halinde yaĢıyordu. Bu eser Türk toplumunun manevi sorunlarının dinsel ilkelere dönülmekle çözümlenebileceği, Atatürk'ün gösterdiği çağdaĢ uygarlık düzeyine eriĢme amacının ise ekonomik etkenin ön plana alınması ile gerçekleĢeceği inancının kamuoyunda yaygınlaĢtığı yıllarda kaleme alındı. 1938'den beri ülkenin içine düĢtüğü bunalımların hep bu hayalci ve demagojik politikanın sonucu olduğunu hiç kimse düĢünemedi. Nitekim, dıĢ evrenin, yani bir toplumun siyasal, toplumsal ve ekonomik kurumlarının ve bu toplumun maddi olarak ortaya koyduklarının, -insan düĢüncesinin birer ürünü olmaları dolayısıyla- onun düĢünsel ve ahlaksal biçimleniminden kaynaklandığı gerçek ise, Türk toplumundan manevi evrenini olduğu gibi korumasını ve aynı zamanda çağdaĢ uygarlık düzeyine eriĢmesini istemek, baĢarısızlığa mahkûm bir politika izlemek demektir; toplumdan ilgilerine ve eylemine, sahip olduğu yaĢam felsefesinin reddettiği bir yön vermesini talep etmektir. Zihin yapısına iliĢmeden, hiçbir toplumda hiçbir önemli yenilik beklenemez. Atatürk bu hakikati biliyordu. Onun için devrimin insan aklına güvenen yeni bir toplum yaratmayı amaçladığını kesinlikle ileri sürebiliriz. Eserin amacı, devrimi sönmekte olan heyecanların düzeyinden fikir düzeyine aktarıp değerlendirmek ve Türk insanına eleĢtiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim sisteminin ilkelerini saptamaktır. Kitap, ülkemizin sorunlarının gerçek nedenlerine inemeyen, son bir iki onyılda cereyan eden olayları değerlendirecek ve kuramsal araĢtırmalara giriĢecek düĢünsel yetenekten yoksun bir ortamda yazıldı. O günden bugüne birçok yıl geçti; bu yıllar içinde bir dizi değiĢiklikler oldu. Ġnsan iradesinin egemen olamadığı olayların doğal akıĢı ile ortaya çıkan düzen, belli iĢ alanlarının, belli zümrelerin, belli fikir akımlarının oluĢmasına yol açtı. Ülkenin dinamik güçleri belli çıkarlar etrafında toplandı; bu çıkarlar ülkenin toplumsal, ekonomik ve siyasal yaĢamını etkilemekten geri kalmadı. Bunun sonucu olarak bugünkü kuĢak kaynağını ve kaynağındaki sorunları unuttu, dikkatini günün ve çıkarlarının ön plana ittiği sorunlara çevirdi. Atatürk devrimini yaĢatması, onun evrensel değerini kabul ettirmesi gereken bu kuĢak kitabımızda ele alınan sorunları büsbütün bir kenara itti ve her ilgisini, her yargısını -estetik olmayan ve ahlak dıĢı kalan eğitimi gereğince- ekonomik temellere oturttu. Bunun sonucunda Batı'nın etkisi ile, fikirsel gerekçesinden yoksun, hatta böyle bir gerekçeden habersiz, kaba bir kapitalizm anlayıĢı egemen oldu; bu anlayıĢın savunucuları -bizdeki koĢulların ne kadar farklı olduğuna bakmadan ya da aldırmadan- Batı'daki örneklere uyarak, dini iĢ çevrelerine destek olarak kullanmaktan çekinmediler. Her hareket bir karĢı hareketi davet eder kuralına uygun olarak, kısa zamanda karĢı akımlar belirdi. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 3. www.kuyruksuz.com 1961 Anayasası'nın yerleĢtirdiği daha geniĢ özgürlük rejimi yeni düĢüncelerin geliĢip yayılmasına olanak tanıdı. 1960 yıllarında önce aydınların, sonra kamuoyunun ilgisinin ekonomik sorunlar üzerinde odaklanması olumlu bir olgudur; ancak ilgilerin yalnız bir alana çevrilmesi, Türk toplumunun gerçeklerini tümüyle kucaklayan Atatürk düĢüncesinin anlaĢılmasını daha da güçleĢtirmiĢ oldu. Ekonomik etken öylesine bir önem kazandı ki bir yandan var olan siyasal partiler durumlarını ve tutumlarını ona göre belirlemek zorunda kaldılar, bir yandan da yeni partilerin kurulduğuna tanık olundu. Ekonomik etkenin bugünkü toplumların yaĢamında ön planı iĢgal ettiği herkesçe bilinmektedir; iĢgal etmesi de, kitlelerin kendi haklarına sahip çıktıkları bir çağda, doğaldır. Ancak ekonomik etkenin hiçbir toplumun yaĢamında tek etken olduğu kesinlikle ileri sürülemez. Özellikle Türk toplumu gibi evrimini ve geliĢimini gerçekleĢtirmek için önce düĢünsel ve toplumsal yapısını yenilemek zorunda olan, yani ekonomik olanaklardan çok fikir ve irade gücü ile disiplinli bir özveriye dayanmak zorunda olan toplumlar, ekonomik sorunlarını genel durum içinde değerlendirmedikçe onları eğitim, toplum ve kültür sorunları ile birlikte ele almadıkça, bir çözüme varamazlar. Ülkemizi 27 Mayıs 1960 müdahalesinden on bir yıl sonra yeni bir bunalıma düĢüren ve yeni bir askeri müdahaleyi kaçınılmaz kılan baĢlıca neden bu oldu. Sonuç olarak diyebiliriz ki 27 Mayıs müdahalesi olayların doğal akıĢına yeni bir yön veremedi, çünkü düĢünce daha yüksek bir bilinç düzeyine yükselemedi ve tarih perspektifinin yokluğu bugün dahi genel durumun irdelenip değerlendirilmesine olanak vermemektedir. Gerçekten, 1960 askeri müdahalesi kısa bir süre için Atatürk ruhunun yeniden canlanacağı izlenimini uyandırdıysa da, önce koalisyon hükümetlerinin, sonra iktidara gelen Adalet Partisi'nin tutumları, toplumumuzun kendini 1960'tan önceki gidiĢten kurtaramadığını kanıtladı. 12 Mart 1971 müdahalesinden sonra, 70'li yıllarda siyasal partilerin ve kamuoyunun Atatürk'ün bize gösterdiği doğrultunun tam tersi bir doğrultuya yöneldiklerine tanık olduk. Sağ ve sol Atatürk'ün milliyetçilik anlayıĢını reddetmekte birleĢtiler; milliyetçilik Atatürk ilkelerinden biri değilmiĢ gibi değiĢik bir milliyetçilik anlayıĢını vurgulamak amacı ile "Atatürk ilkeleri ve Türk milliyetçiliği" deyimi yayıldı. Atatürk'ün halkçılığından kuĢku duyuldu, devrimciliğinden söz edilmez oldu; ama özellikle laiklik ve devletçilik ilkeleri amansız saldırılarla büyük ölçüde hırpalandı. Sonuçta Ģehir ile kırsal kesim arasında ve toplumsal tabakalar arasında görülen fark derinleĢti. Demokratik kuruluĢların iĢlevlerini yapmalarına engel olunmakla, demokrasi büsbütün yozlaĢtırıldı ve her Ģeyden daha korkutucu ve üzücü olmak üzere gençlik sağ ve sol olarak ikiye bölündü, sonra her biri bir çok bölümlere ayrıldı; çok kan döküldü. 70'li yılların tarihe Cumhuriyet çağının en karanlık dönemi olarak geçeceğinden kuĢku duyulamaz. Bu akıl dıĢı, mantık dıĢı, sağduyudan uzak gidiĢ 12 Eylül 1980 müdahalesinde düğümlendi. Atatürk'ün öğretisinden uzaklaĢma hemen onun ölümünden sonra baĢladıysa da, 1938-1960 yılları arasında, ister devrim yolunda olsun, ister gerici yönde olsun, her tutum ve her davranıĢ Atatürk'ün ilkelerini hesaba katmak zorunda kalmıĢtır. Bu yıllarda Atatürk henüz duygular üzerinde, toplumun günlük yaĢamı üzerinde varlığını bütün gücüyle duyurmuĢ, her eylem Atatürk ilkeleri ölçüt alınarak değerlendirilmiĢtir. ancak 60'lı yıllarda Atatürk'ün gönüllerden ve zihinlerden silindiğine tanık olundu. Bu yıllarda "Batı tekniği, Doğu kültürü" formülüne uyularak, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'nun çalıĢması durduruldu; liselerde vaktiyle kurulan klasik koldan artakalan "küçük Latince" kaldırıldı; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde kurulduğu günden beri Batı dillerinin zorunlu yardımcısı olan Latince dersleri, 1968'de bir öğrenci eylemi bahane edilerek, seçmeli ilan edildi. Bu eserde açıklanan kuramın yer aldığı çerçevede baĢgösteren değiĢiklikler sayfa altı notlarla belirtildi. Bunlar çok değildir ve hepsi de Atatürk düĢüncesinden gitgide daha çok uzaklaĢıldığının birer kanıtıdır. 70'li yılların baĢında Ġmam-Hatip okullarının sayısının yetmiĢi bulması ve bu okullardan çıkanların ilkokul öğretmeni olmaları için yapılan giriĢimler daha o günlerde yöneticilerin üçüncü yorum yanlılarının etkisi altında kaldıkları izlenimini uyandırıyordu. Bugün Ġmam-Hatip okullarının sayısı 350'yi aĢtı: Türkiye'de artık iki tip okul -din okulu ile laik okul- gençlik üzerinde egemenlik kurmak için savaĢım veriyorlar. Kesin olan Ģudur ki politikacılarımız geçmiĢ deneyimlerden yararlanmasını bilememiĢler; aydınlarımız da Atatürk'ün düĢüncesini inceleyip açıklayacak ve geliĢtirecek yerde, ülkenin www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 4. www.kuyruksuz.com kendine özgü koĢullarına uyup uymadığına aldırmadan, dıĢarıdan hazır fikir sistemleri almayı yeğlemiĢlerdir. Burada artık yeni bir kitabın konusunu oluĢturacak yeni sorunlara geçmiĢ oluyoruz. Bu nedenle, bu yeni fikir akımlarının Atatürk'ün ölümünden sonra ortaya çıkan duruma -bu eserde açıklanan tez açısından- herhangi bir değiĢiklik getirmediğini ifade etmekle yetinmeliyim. Sol düĢünce Atatürk düĢüncesini değerlendirmekte dikkate değer bir çaba göstermiĢ değildir. Sol düĢünce de, eylem adamının ötesinde fikir adamını göremedi ve devrimin fesi çıkarıp Ģapkayı giydirmekten öteye gitmeyen bir baĢarı kazandığı görüĢünde -Atatürk devrimini küçümsemede- sağ düĢünce ile birleĢti. Böylece sağcıların gözünde Mustafa Kemal'in dinden kopmasını simgeleyen Ģapka solcu düĢünürlerin gözünde yeni bir simgesel değer kazandı: Bunlara göre, Ģapka toplumun yalnızca üst yapısında değiĢiklik yapan yüzeysel bir reformun simgesi oldu. Sonuç olarak, son yılların çok hareketli geçtiğini, olayların birbirini süratle izlediğini, ancak hiçbirinin düĢünce düzeyinde yankı uyandırmadığını ileri sürebiliriz. Bu kitapta ele alınan sorunların hiçbirine ne kuramsal düzeyde, ne de uygulamada yanaĢılmadı. 1971'de durum 1960'takinden çok daha çetindi. Bugün ülkeyi çıkmazdan kurtarmak için her zamankinden daha büyük bir ileri görüĢ, çok daha büyük bir azim, çok daha büyük bir çaba gerekmektedir. Bugünkü bunalımdan çıkabilmek için Atatürk'ün düĢüncesine baĢvurmak zorunluluğu vardır. Yeni Atatürkçü kuĢakları yetiĢtirme gereği vardır. Böyle bir uygulamaya geçilecek mi? Atatürk Enstitüsü, Atatürk'ün ölümünden hemen sonra kurulmalıydı. Kurulmadı. 50'lerde yaptığımız giriĢim sonuç vermedi. 1968'de Halkevleri örgütü içinde kurulmasına önayak olduğum Atatürk Enstitüsü'nde ancak üç yıl çalıĢabildik. 1971'de anlayıĢsızlık ve mali olanaksızlıklar yüzünden bilimsel kurulumuz topluca istifa etti. 12 Mart 1971'den hemen sonra, hükümetin isteği ile toplanan bir komisyon Atatürk Akademisi'nin tüzüğünü hazırladığı halde, akademi hiç bir zaman kurulmadı. Sorunlarımızın bilincine varmamız konusunda, 1950'lerde Batılı hümanistlerin yardımcı olabilecekleri görüĢünde idim. Ama çok geçmeden Batılı hümanistler kendi toplumlarının etkin yaĢamından uzaklaĢtırıldılar. Teknolojik çağın kurduğu düzen, onların kendi ülkelerindeki kurumların örgütlenmesine katkıda bulunmalarına, toplumun evrim sürecine yön vermelerine, kamuoyunun oluĢturulmasında etkili olmalarına engel olmaktadır. Epeydir bu görevi toplum bilimciler üstlendiler. ġimdi de teknologlar toplum bilimcileri bir kenara itmektedirler. Bize öyle geliyor ki yalnız ülkemiz büyük bir bunalım içinde değildir: Batı uygarlığının geleceği tehlikededir. Bu açıdan bakıldığında bu kitapta ortaya atılan ve incelenen sorunlar, kaleme alındıkları güne oranla, bugün çok daha büyük bir güncellik ve ivedilik niteliği sergilemektedir. Bu kitabın Türkçe olarak yayımlanmasında iki kiĢinin büyük rolü oldu: Bu iĢi gerçekleĢtirmeye beni sürekli olarak teĢvik eden Türk Tarih Kurumu Genel Müdürü Sayın Uluğ Ġğdemir ile Türkçe metnin baskıya hazırlanmasında bana büyük yardımı dokunan eĢim Necile Sinanoğlu. Ġkisine de teĢekkür ederim. Esere -değerli Türkolog Alessio Bombaci'nin yazdığı uzun makalenin baĢlığından ("L'Umanesimo Turco di Suat Sinanoğlu") esinlenerek- Türk Hümanizmi adını verdim. Ekim 1980 SUAT SĠNANOĞLU 1. GĠRĠġ: SORUN VERĠLERĠNĠN OLUġUP GELĠġMESĠ 1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi Ġki ayrı dünyayı (doğup büyüdükleri kendi dünyaları ile, öğrenim yıllarının bir bölümünü geçirdikleri Batı dünyasını) tanımıĢ olan insanların psikolojisi üzerine edindiğim deneyime dayanarak diyebilirim ki, yaĢamlarının birkaç yılını yabancı bir ülkede geçiren gençler yurtlarına, o yılların yarattığı bir iç dinginliğine kavuĢmuĢ olarak ve kendi ülkelerinde yapabilecekleri iĢlerle ilgili büyük düĢler kurarak dönerler. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 5. www.kuyruksuz.com Bu gençler gezip görmüĢler, okumuĢlar, kendilerini konuk eden ülkedeki düzenin kendi ülkelerinde kurulmuĢ olan düzenden çok üstün olduğuna inanmıĢlar, Batı evrenini özlenecek bir uygarlık düzeyine çıkartanın toplumsal, siyasal ve eğitimsel kurumlar olduğunu saptamıĢlardır. Aynı Ģeylerin kendi ülkelerinde de yapılabileceği kanısındadırlar. Ġleri sürmeye hazırlandıkları tutanaklar çürütülecek cinsten değildir. Gerçek onlardan yanadır. ĠĢe giriĢmelerini engelleyecek ne olabilir? Onlar bu düĢüncelerinin birer düĢ olduğunu anlayıncaya kadar çok zaman geçecektir. Yıllar boyu zihinlerinde oluĢturdukları tutamaklar vatandaĢlarını etkileyecek güçte değildir, çünkü o tutamaklar vatandaĢlarını etkileyecek güçte değildir, çünkü o tutamaklar baĢka bir mantığın, baĢka koĢulların, bambaĢka bir ruhun ürünüdürler. Sağduyuya seslenmeleri de yankı uyandırmaz, çünkü -ama bunun bilincine kendileri de varmıĢ değillerdir- sağduyu da, Batı'da baĢka, kendi ülkelerinde baĢka olan bir yaĢam deneyiminden, bir dünya görüĢünden kaynaklanmaktadır. Üstelik onlar, yeni bir biçim vermek istedikleri toplumun gerçekte kendine özgü bir düzeni olduğunun farkında değildirler; bilmezler ki bu düzen çağdaĢ yaĢamın gereksinimlerini karĢılayacak durumda değilse de, kolayca bir kenara itilecek cinsten de değildir; değildir, çünkü bu düzen, köklerini derinlere salmıĢ normlara ve bu normlardan daha çetin, daha aĢılmaz bir engel oluĢturan bir çıkarlar -kiĢisel ya da ortaklaĢa çıkarlar- örgüsüne dayanmaktadır. DüĢ kurma dönemini düĢ kırıklığı dönemi izler. Gençler genellikle bu aĢamadan öteye gidemezler. DüĢ kırıklığı birçoğunda eylem ve yenilik arzusunu söndürür; bu durum onları çoğunlukla asıl çevreleri olup hiçbir zaman kopmadıkları eski çevrelerine uymaya zorlar. O andan itibaren Batı'da geçirdikleri yıllar geçmiĢe karıĢır, gençlik anıları olur. Zevkli anılardır, ama, tıpkı orada edindikleri ve yalnızca teknik nitelikte olan bilgileri gibi, zihin habitus'larını zorlayacak, üzerinde iz bırakacak güce sahip değildirler. Daha baĢkaları vardır, bunlar içlerine kapanırlar ve kırılan ümitlerinin acılığını ömür boyunca içlerinde saklarlar. Bir bölümü, öğrenim yaptıkları ülkeye döner, orasını kendilerine yurt edinirler. KuĢkusuz Batı'da okuyan birkaç yüz ya da birkaç bin gencin, yetkilerini kıskançlıkla koruyan bir geleneğin yüzyıllardan beri yerleĢtirdiği bir düzeni kısa bir süre içinde değiĢtirmesi beklenemez. Ani değiĢiklikler beklenemez elbet; ancak Batılı olmayan dünyanın herhangi bir ülkesinde, Batı'da okumuĢ olan aydınların bir fikir akımının baĢına geçmeleri beklenebilirdi; ülkelerinin pragmatik düzeyde karĢılaĢtığı ve olayların zorlaması ile, irdelemeden ve anlayamadan çözmeye çalıĢtığı sorunlara bilincin ıĢığını tutabilirler, böylece sonradan yetersiz, elveriĢsiz ya da tümüyle yanlıĢ oldukları ortaya çıkacak birtakım önlemlerin alınmasını önleyebilirlerdi. Ama ne yazık ki bugüne kadar böyle bir giriĢime tanık olunmadı. Her türlü evrim ve ilerleme fikrine yabancı kalan Batılı olmayan toplumların durağan bir yapıya sahip olmaları, yeni fikirlerin etkisine açık olmamaları, hemen hemen tamamıyla gelenekler ve geçici çıkarlarca yönetilmeleri gibi nedenler, Batı'yı tanımıĢ olan aydınların gösterdikleri çabanın niçin etkisiz kaldığını açıklamaya yeterli nedenler değildir. BaĢka ve çok daha önemli bir neden vardır: o da, bu aydınların gerçekte kendilerinden beklenen tarihsel ödevin düzeyinde olmamalarıdır (1). Bu güçsüzlüğü yaratan nedenlerin ayrıntılı bir incelemesi bu giriĢin sınırlarını aĢar. En önemli nedeni anmakla yetinerek diyebilirim ki bu neden, gençlerin orta öğretiminin sonunda, çok kez de (kısa ya da uzun bir staj süresi için) yüksek öğrenimlerinden sonra yabancı ülkelere gönderilmeleridir. En gençleri aĢağı yukarı on sekiz yaĢındadır. On sekiz yaĢında ise bir insanın zihni biçimini almıĢtır; bu forma mentis, gencin içinde yetiĢtiği toplumun forma mentis'idir. Bundan sonra, yüksek öğretim kurumlarında ya da uzmanlaĢma kurslarında kendisine öğretilenleri, bir genç kendi yeteneklerinin ve düĢünsel ilgilerinin izin verdiği biçim ve ölçüde öğrenebilecektir. Zihin, oluĢmasını tamamlamıĢ, belli bir biçim almıĢtır; artık o, edineceği yeni bilgilere kendi biçimini veren bir kalıp olmuĢtur. Bu gençlerin baĢına, Pindaros'un baĢına gelen gelmektedir. Atina'da geçirdiği yıllar, Pindaros'a Ģiir ve müzik tekniği alanında çok Ģey öğretmiĢtir; Pindaros sanatını geliĢtirme olanağını bulmuĢtur. Ama Pindaros Atina'ya geldiği günkü Dor ruhlu bir saray ozanı kimliğini olduğu gibi korumuĢtur (2). Pers SavaĢları'nda Atina'nın üstlendiği Ģanlı tarihsel rolün büyüklüğünü hiçbir zaman anlayamamıĢ olan ya da çok geç anlamıĢ olan bir Thebailidir. Ġyon ruhunun içine hiçbir zaman girememiĢtir. Çünkü Pindaros Atina'ya on sekiz yaĢında (3), ya da herhalde, zihninin belli bir kalıba girmesinden sonra gelmiĢtir (4). Batılı olmayan öğrencilerin yabancı ülkelere çocuk yaĢta gönderilmelerini önleyen baĢlıca neden, psikoloji alanına ait olan bu gerçeğin hiçbir suretle göz önünde tutulmamasıdır. Oysa yaĢadığımız çağ, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimlerin altın çağıdır. Öte yandan on bir yaĢında bir çocuk için, anasından babasından ayrı, tek baĢına yabancı bir ülkede yaĢamanın çok zor olacağı da açıktır. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 6. www.kuyruksuz.com Ayrıca yabancı bir ülkeye gönderilen küçük bir çocuğun konuğu olduğu toplumun kültürünü her bakımdan benimseyeceği, ancak bu kez de kendi ülkesine yabancılaĢacağı haklı olarak hesaba katılmalıdır; bunun büyük bir sakınca oluĢturduğu kolay kolay reddedilemez. Kısaca, bilgisizlik ve pratik düzeyde karĢılaĢılan önemli güçlükler, Batılı olmayan toplumların Batı'ya öğrenci göndermekte gösterdikleri iyi niyeti büyük ölçüde boĢa çıkarmaktadır. Batı'ya gönderilen öğrencilerin ruh durumu konusunda diyecek bir Ģey daha var: arasına karıĢıp yıllarca yaĢadıkları yabancı toplum bu gençlerde genellikle dünyayı toz pembe görme eğilimini ve aĢırı bir iyimserlik uyandırır. Bu da onların yurt gerçeklerini yavaĢ yavaĢ unutmalarına neden olur. Somut bir örnek olarak Türkiye'yi alacak olursak, öğrenimini tamamlayıp ülkesine dönen gencin, burada karĢılaĢtığı gerçek durumla özlemin idealleĢtirdiği ülkesinin anısında canlanan görünümü arasındaki sert karĢıtlığı bütün acılığı ile duyduğu ve bunun vatandaĢlarının Batı'yı bilmemesinden ileri geldiğini düĢünerek teselli bulduğu görülür. Onu gönderen ya da yabancı bir ülkede öğrenim görmesine izin veren devlet olduğuna göre, kendi uzmanlık alanına giren konularda dile getireceği görüĢlere kulak verileceğinden emindir. Onun gözünde Türkiye Ģanlı bir tarihe sahiptir, fakat aynı zamanda ''Doğulu'' bir ülkedir; dinsel düĢüncenin geliĢmesine önemli katkıları olmuĢtur, skolastik kültürün temsilcisi olan değerli kiĢiler yetiĢtirmiĢtir; bu nedenle de dünya iĢlerine ilgi duymamıĢtır, betimleme sanatlarına yanaĢmamıĢtır ve kuramcılar, tarihçiler, düĢünürler -bir kelime ile yaratıcı insanlar- yetiĢtirmediği için, insan düĢüncesinin geliĢmesine katılmamıĢtır. Ancak -genç bu konuda hiçbir kuĢku beslememektedir- Türk toplumu, Atatürk devrimi sonucunda, bütün bu sorunların bilincine varmıĢtır ve hiçbir önyargıya kapılmadan, Batı uygarlığına kucağını açmıĢtır. Ama gerçeğin böyle olmadığını genç neden sonra anlayacaktır: bir toplumun zihin yapısını ve yaĢam normlarını oluĢturan eski inançları, kökleĢmiĢ alıĢkanlıkları söküp atmanın iĢlerin en zoru olduğundan kimse haberli değildir. Bu gençlerden birçoğunun karĢılaĢtıkları sorunun terimlerini gerçekten kavrayacak durumda olmadıkları ayrıca belirtilmelidir: pek çoğu o iki evreni karĢılaĢtırmalı olarak inceleyecek ve bu inceleme sonunda aralarındaki temas noktalarını saptayıp, bu noktalardan hareketle modern Batı düĢüncesinin geleneksel zihniyete nüfuz etmesini ve bu suretle onun değiĢip yenilenmesini sağlayacak yetenekte değildir. Tam tersine, hemen hepsi bu konulara yabancıdır. Ġki ayrı evreni tanımak ve bilmek çetin iĢtir; o iki zihniyeti kavrayabilmek, irdeleyecek güçte olmak gerekir; bu iki dünyada yalnızca düĢünceler ve duygular farklı değildir: iki değer sistemi çatıĢma halindedir. Ayrılık iki dünyanın değerler sistemindedir; iki ayrı insanlık anlayıĢı söz konusudur. Böyle bir bilinçlenme bir dizi soyut kavrama nüfuz edilmesini gerektirir: zihin yapısı, yaĢam normu, değerler sistemi, hatta kavram kavramı ve soyutlama kavramı bunlardan birkaçıdır. On sekiz yaĢına kadar zihin biçimlenmesi doğa ve matematik bilimlerine dayandırılmıĢ olan bir gençten bu kadarı beklenemez. Ġki yanlı bir yetersizlik söz konusudur: bir yandan idealist genç ayrıntılarla ilgili gözlemlerini ve tüm üzerine izlenimlerini fikre dönüĢtürmekte yetersizdir; öte yandan, yetkin ve hareketsiz bir toplum örneğine sadık kalıp evrim sürecine girmeyi arzulayan, durağan yaĢam geleneklerine sımsıkı bağlı kalıp Batı'nın dinamizmine özenen bir toplumun yetersizliği söz konusudur. KuĢkusuz Doğu ile Batı arasında kalmıĢ olan bu toplumun zihin yapısına nüfuz edebilmek ve onun -geri kalınmıĢlığın belli bir noktasından hareketle, uygarlığın manevi ve maddi en ileri aĢamasına eriĢmek çabasında olan her toplum gibi- kendi aydın sınıfından çok daha güçlü bir aydın sınıfına sahip olan ülkeler için bile aĢılması çok zor olan sorunlarla karĢılaĢtığını anlayabilmek için, yıllarca süren bir yaĢam deneyimine ve bundan da önemli olmak üzere, modernist öğretim kurumlarının tarih-dıĢı akılcılığını değil, filoloji, tarih ve felsefe düzeyinde yürütülen incelemelerle özümsenen hümanist değerleri temel edinen bir düĢünsel biçimlenime gereksinim vardır. Bugünkü durumda köy ve kasaba halkı yeniliklere kolay açılamayıp akıl-dıĢı ya da empirik inançlarına ve geleneksel ahlak anlayıĢına içtenlikle bağlıdır (5): buna karĢılık büyük kentlerin halkı derin bir ahlak bunalımı içindedir, çünkü eski eğitimin etkisinden kurtulduğu halde yeni bir ahlak anlayıĢı edinme fırsatı bulamamıĢtır. Toplumumuzun yeni bir düzen muĢtucusunu asla beklemediğini, kendince kurduğu düzen içinde kimsenin düĢünemeyeceği kadar mutlu yaĢadığını anlamak için düĢ kırıklıkları ve yanılmanın verdiği üzüntülerle dolu uzun yılların geçmesi gerekecektir. Neden sonra insan son derece karmaĢık, tümüyle karanlık ve mantık dıĢı bir zihniyetin sık ve sağlam ağına düĢtüğünü anlayacaktır. Bu zihniyet, her toplumsal düzenin temeli olduğu sanılan -zihin özgürlüğü ya da insan onuru gibi- kavramlara kesinlikle yabancıdır. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 7. www.kuyruksuz.com Bu toplum kendine özgü ve çok sağlam bir biçimde örgütlenmiĢtir; kendine özgü bir dünya görüĢü ve bir yaĢantısı vardır: bu dünya görüĢü ve bu yaĢantı Atatürk'ün devrimci çabasının sonucunda kurulan düzenden ancak bir ölçüde etkilenmiĢtir; gerçekte yaĢam anlayıĢı hâlâ geçmiĢin, yazgıcı zihniyetin egemenliği altındadır. Gerçi, çetin savaĢımları gerektiren durumlarda, Türk toplumu yaĢamın gerçekleri ile temas sonucunda edindiği eski erdemlerini yeniden bulabilen bir toplumdur; ancak belirli bir değerler sistemine dayalı bir yaĢamdan yoksun olan ve değerler sistemi kavramına eriĢmedikçe yoksun kalmaya mahkûm olan bir toplumdur. Her türlü dinsel önyargılardan arındırdığı ve böylece ahlaksal kaygılardan da uzak olduğunu sandığı günlük yaĢamında son derece karmaĢık ve son derece sefil bir karĢılıklı çıkarlar sistemine; ahlaksal değerleri, duyguları, hatta aile bağlarını hiçe sayan acımasız bir do ut des'e boyun eğen bir toplumdur. Bundan sonra, bilerek ya da farkında olmadan, durumu olduğu gibi kabul etmediyseniz ve oyunun kurallarına ayak uydurmadıysanız, sizin için infial ve isyan duygularının içinizde kaynaĢtığı bir dönem baĢlayacaktır. ġayet, olağan durumun dıĢında, Batı'da, sürdürdüğünüz öğreniminiz sırasında Yunan ve Roma toplumlarının ahlak ilkelerini ve düĢünsel biçimlenimini tanımak fırsatını, hümanist zihniyeti benimseme olanağını bulduysanız, iĢte o zaman okulda öğrendiklerinizle gerçek yaĢam arasındaki Ģiddetli karĢıtlık sizi bir an için olsun tedirgin etmekten geri kalmayacaktır. Bu durumda, insanın Sokrates üzerine düĢüncesi ne olabilir? Ona Ankara sokaklarında rastlasa, hâlâ haklı olduğunu ileri sürebilir mi? Ġnsan yaratılıĢı üzerine verdiği yargıların doğru olduğunu savunabilir mi? Ġnsanın onu -kötü bir adam olduğu için değil, tam tersine dünyaya aĢırı idealci bir açıdan, bu nedenle de tümüyle yanlıĢ bir açıdan baktığı için- gençleri doğru yoldan ayırmakla, onları aldatmakla suçlamaya kalkıĢması daha olası değil mi? Gerçek yaĢamın kazandırdığı deneyim, Sokrates'in insan yaratılıĢı üzerine görüĢlerini açıklarken göz önünde yalnızca çağının toplumunu, 5. yüzyıl Atinalılarını göz önünde tuttuğunu düĢündürmektedir. Ne var ki 5. yüzyıl Atinalıları insanlığın tümü değildir. Onlar kendine özgü küçücük bir toplum idiler: kendine özgü bir zihin habitus'una sahiptiler; bu sayede de içlerinden biri, Sokrates, genel kavramları bulgulamayı baĢarmıĢ ve insan yaratılıĢı üzerine dünyaca bilinen yargılarını açıklamıĢtır (6). Bu yargılar Batılı olmayan bir toplumda yaĢayan ve dolayısıyla 5. yüzyıl Atinalılarına özgü olan eğitim ve kültüre büsbütün yabancı olanlar için temelsiz ve dayanaksızdırlar. Çünkü onlar kendi ortamlarında durumun bambaĢka olduğunu -örneğin erdem yolunun dıĢında mutluluğun pekâlâ olanaklı olduğunu- gözleri ile görmektedirler. Gerçekten, çevrelerinde birçok insanın -ortada hiçbir inandırıcı neden yok iken, tam tersine kendilerine saygıyı yitirmeleri için pek çok neden varken- kaygısız ve mutlu yaĢadıklarına, yaĢamlarından memnun olduklarına tanık olmaktadırlar. Bu durumda, insanların temel ahlak anlayıĢına duydukları inancın sarsılması; onun yerini yılgınlık ve usanç yaratan bir görelik duygusunun alması doğaldır. Bu koĢullar altında baĢvurulabilecek tek manevi destek insanlığın büyük eğiticileridir. Onları tanımak için sürdürülen çalıĢmalar bu umutsuz kuĢkuculuk döneminin aĢılmasını kolaylaĢtırır. Sonra yeni bir bilinç, vaktiyle küçümsenilen insan tiplerinin küçümsenmeye değil, anlayıĢla karĢılanmaya layık oldukları bilinci, bu uzun deneyim süresinde yeni bir dönem baĢlatır. DavranıĢları ile periĢan düĢünceleri ile kiĢilik, onur duygusu, hatta karakter yoksunluğu ile sizi düĢ kırıklığına uğratmıĢ olan birçok insanın ruhça kötü kiĢiler olmadıkları, tersine özellikle kiĢisel çıkarları söz konusu olmadığı durumlarda, dünyanın en dürüst ve ağırbaĢlı insanının bile eĢsiz bir incelik örneği sayabileceği davranıĢlarda bulunabilecekleri bu dönemde göze çarpmaktadır. Ġnsan bunu ĢaĢkınlık ve kızgınlıkla saptamaktadır. Sonunda düĢünsel, ahlaksal ve estetik açıdan biçimlenim bulmamıĢ insanların -hiç olmazsa bu terimlerin Batılı anlamında- karakter, mantık, sağduyu sahibi olamayacakları anlaĢılabilmektedir. Bu insanlar ahlaksız değildir, ahlak dıĢıdırlar. Günlük yaĢamda, ahlak duygusundan yoksun görünmelerinin nedeni, eski ahlakın ahrete dönük asketik bir yaĢam için geçerli olup, yaĢamın nimetlerinden yararlanmayı isteyen ya da hiç olmazsa, yararlanmakta özgür olan çağdaĢ bir toplumu yönetme konusunda kesinlikle yetersiz kalmasıdır. Bu aĢamada artık, böyle bir toplumun kendisine yeni bilgiler ve yeni deneyimler, yeni kavramlar, yepyeni bir iç evren sunabilecek, Atatürk'ün açtığı çığırdan yürümesine yardımcı olabilecek kimselere kendiliğinden kulak vermesi beklenemeyeceği anlaĢılmaktadır. Bir yaklaĢım çabası zorunludur: bu topluma daha önce manevi sorunların niteliği ve önemi öğretilmek, böylesine konulara dikkati ve ilgisi çekilmek gerekir; bundan sonra bu sorunlar ortaya atılabilir ve toplumun bu sorunları baĢarıya ulaĢabilecek bir yetenekle incelemesi umut edilebilir. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 8. www.kuyruksuz.com Ancak toplumsal ortam o derece ilgisiz, anlayamadıkları fikirler karĢısında çıkarlarını ve inançlarını tehlikede görenlerin düĢmanca tepkisi o kadar Ģiddetlidir ki, ulusun geleceğinin büyük ölçüde öğretim ve kültür sorunlarının çözümlenmesine bağlı olduğu konusunda çok derin, sarsılmaz bir inanca sahip olmadıkça, kiĢi bu davasını savunamaz ve bunda direnemez. Zihinlerde ve gönüllerde böylesine sarsılmaz bir inancın yer edebilmesi için, somut gerçeklerin gözlenmesi ve incelenmesi, tarihsel olayların yargılanması ve sorunların kuramsal düzeyde değerlendirilmesi zorunludur. 2- Atatürk devrimi: yeni bir hümanizm kaynağı Yakın tarihimizin bizzat devrim ilkelerinin tehlikeye düĢtüğü izlenimi uyandıran karanlık bir döneminde, böyle bir inanç beni Atatürk devrimini inceleyip yorumlamaya itti. Hümanist değerler sistemi tarih bilincinin ıĢığında değerlendirilirse ya da baĢka bir deyiĢle, yeni kuĢaklara Batılı dünyanın yüzyıllar boyunca edindiği deneyimin doğrudan doğruya tanınmasına dayanan bir eğitim verilirse, ülkenin tümüyle BatılılaĢmasının sağlanabileceğini gördüm; buna ''Türk ulusunun insanlığın manevi geliĢmesine katılması'' demek daha doğru olurdu; gerçekten, yeni Türk toplumu klasik dünya ile modern dünya arasındaki iliĢkiler sorununu kendi açısından ele alacak olursa - ancak böyle bir inceleme ona Batı uygarlığının özünü kavrama olanağını verebilirdi-, Batılı dünyanın körü körüne taklidinden kurtulmakla kalmaz, yeni sonuçlara ulaĢabilir, sorunları yeni açılardan görebilirdi; çünkü Türk toplumunun yaĢadığı tarihsel dönem tümüyle özgün ve olağan dıĢı önem taĢıyan bir dönemdi. Toplumumuzun Avrupa örneklerince kurduğu kurumların ruhunu esas alarak, Atatürk'ün eserini fikir düzeyinde anlamaya çalıĢırken, araĢtırmam ilerledikçe, bu eserin önceleri hiç tahmin etmediğim ölçüde bir önem ve değer kazandığının farkına vardım. Gerçi Türk devrimi gelmiĢ geçmiĢ ihtilallerin en büyüğü, en radikali olma onurunu hümanist ruha borçluydu; çünkü ancak hümanist ölçütlerle değerlendirildiğinde bu sonuca varılıyordu; ama Türk devrimi hümanist düĢünceye olan borcunu, ona yaptığı çok daha büyük bir hizmetle kat kat ödemek durumundaydı. Nitekim, Türkiye'de büyük ölçüde hümanist ruhlu yeni bir temel eğitim uygulanacak olursa, Anadolu'da Türk hümanizmi adını taĢımaya layık bir fikir akımının oluĢması olanak buluyordu; bu büyük fikir akımı insanlığın manevi tarihinde yeni ve daha ileri bir aĢama oluĢturabilirdi; bu aĢama (insancıl değerler sisteminin doğuĢu, Batı'ya yayılması, Ortaçağ uykusundan sonra yeniden bulgulanması, Latin evreninde dal budak salması ve son olarak, Avrupa'nın tümünü kapsaması dönemlerine karĢılık olan) Yunanlılık, Romalılık, Ġtalyan hümanizmi, Fransız- Ġtalyan uyanıĢı ve Alman neo-hümanizmi aĢamalarına yeni bir aĢama olarak katılabilirdi. Türk hümanizmi insancıl değerler sisteminin yepyeni bir alana -ulu bir ırmak gibi akıp giden insanlık evriminin (Batı'nın baĢlattığı düĢünsel, ahlaksal ve estetik geliĢim sürecinin) kıyılarına itilip akıntı dıĢında kaldıkları için, bu ilerleyiĢe doğrudan doğruya bir katkıda bulunmamıĢ olan Batılı olmayan toplumlara- yayılmasını sağlayabilirdi. Ne var ki bu sorunlar daha baĢka sorunlara yol açıyordu; en önemlisi, Türkiye'de Batı'nın humanist eğitimine yer verilecekse, bu savı kuramsal düzeyde doğrulamak gerekiyordu; humanist eğitimin zorunluluğu kanıtlanmalıydı. Avrupalıların Klasik çağın araĢtırılmasını tarihsel, dinsel ya da ulusal nedenlere bağlamak, bazen de öz değerini ileri sürmek suretiyle oluĢturdukları gerekçeler (aslında bu değerlerin ne olduğunu açık ve inandırıcı biçimde dile getirmeyi hiçbir zaman baĢaramamıĢlardır) Batılı olmayan dünya için kesinlikle yeterli değildi. Bu durum beni, klasik dünyanın değerini modern dünya ile iliĢkileri açısından araĢtırmaya vakit ayırmıĢ olan bir dizi humanist, edebiyatçı, filolog ve filozofun eserlerini incelemeye itti. Yüzeysel bir inceleme bile, Batı uygarlığının ana çizgilerinin bu yazarlarda bulunacağını ortaya koymaya yetmektedir. Bu bakımdan Batı'nın çağdaĢ uygarlığının özü ve ruhu Hıristiyan dinidir savını durmadan, çoğu zaman çocukça kanıtlarla yineleyen yazarlar üzerinde durmaya değmeyecekti. Gerçekten, önyargılardan sıyrılmıĢ olmak koĢulu ile, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın toplumsal, siyasal, eğitimsel ve kültürel kurumlarına bir göz atmak bile, onların temelinde Hıristiyan düĢüncesinden değil, Yunan dünyasından kaynaklanan hemen hemen sınırsız bir zihin özgürlüğünün bulunduğunu görmeye yetecektir. Bu nedenle, çoğunluğu humanist, filolog, filozof olan ve Batı dünyasının yaĢam ve evrim kaynağını klasik çağın incelenmesinde, daha doğrusu Klasik çağa içtenlikle bağlanmakta gören bir dizi düĢünür üzerinde özellikle durmak gereğini duydum. Bu konuda Alman altın çağının büyük www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 9. www.kuyruksuz.com aydınlarının özel bir yer iĢgal etmeleri doğaldır; çünkü onların düĢüncesinde daha güçlü bir sistemli çaba vardır; bunun da nedeni, onların modern Batı'nın evrim tarihinde Ġtalyanlardan, Fransızlardan ve Ġngilizlerden sonra boy göstermeleri ve Klasik çağa bağlanmalarını alıĢılagelen lenguistik, geleneksel ve tarihsel gerekçelere dayandırma olanağından yoksun olmalarıdır. Fakat Batı dünyasının Klasik çağ düĢüncesini böylesine bir sebat ve inançla incelemesinin nedenlerini kuramsal düzeyde doğrulamayı; hatta bu giriĢimlerinde Yunan ve Roma uygarlıklarının tanınmasında baĢta gelen bilim olarak görünen filolojinin sınırlarını bile açık ve kesin biçimde saptamayı baĢaramadıklarına hayretle tanık oldum. Ġçlerinden birçoğu, filolojiye özgü bildikleri görevle bu bilimin uygulama alanı arasında bir uyumsuzluk görerek, onun ilgi alanını tarih ve felsefenin alanlarına taĢacak biçimde geniĢletme eğiliminde idiler. Böylece son derece önemli yeni bir sorun: Filoloji, tarih ve felsefe arasındaki iliĢkiler sorunu ortaya çıkmıĢ oluyordu. Kuramsal düzeyde gösterilen bunca çabanın bir sonuca varmadığı, çağımızın en parlak zekâlarından biri olan idealist filozof Croce'nin filolojinin değerini küçümsemesiyle, zihnin bu üç etkinlik biçimini tarihsel yargıda toplayıp filolojiyi belgeleri araĢtıran, saklayan ve sınıflandıran bilim olarak görmesiyle kanıtlanmaktadır. ÇağdaĢ uygarlığın özünü saptamak için giriĢtiğim araĢtırmalarda Batı düĢüncesi bana yardımcı olmayınca, öbür yandan topluma bu özün ne olduğunu açıklamak, bununla da kalmayıp onun mutlak bir insancıl değer taĢıdığını, böylece her insan toplumu için geçerli olduğunu göstermek durumunda olduğuma göre -gerçekten Batı'nın düĢünsel, ahlaksal ve estetik değerlerinin ülkemizde yerleĢmesinin sağlanmasında en önde gelen iki kuruluĢ olan klasik lise örneğince kurulacak bir ortaöğretim okulu ile humanist düĢünceyi ve kültür sorunlarımızı inceleyecek bir enstitünün kurulması için bu doğrulamayı yapmak zorunluluğu vardı- iĢte bu durumda -"Batı dünyasının uygarlıklar topluluğu" adı ile anmayı yeğlediğim- Batı uygarlığı üzerine kendi baĢıma bir araĢtırma yapmak zorunda kaldım; çünkü bu uygarlık ya da uygarlıklar topluluğu, bütün öbür uygarlıklardan farklı olarak, ĠÖ 9. yy'dan bu yana -sapmalar ve duraklamalarla da olsa- düz ve sürekli bir çizgi oluĢturduğu izlenimini veriyordu. Gerçekten, Batı uygarlığını öbür uygarlıkların yapısından ayıran özellik, onun temelinde bulunan tam bir ruh özgürlüğü idi; bu özgürlük sayesinde Batı dünyası (öbür kültür dünyalarından burada da farklı olarak) ereklerini kendi dıĢında aramıyor, kendi özü içinde bulunan ve hiç değiĢmeyen bir amaç, insanın doğal yeteneklerini özgürce geliĢtirme amacını güdüyordu. Ġnsan yaratılıĢını ve onun zihin ürünlerini incelerken Ģu kanıya vardım: Tarihsel gerçek bir kez oluĢtu mu, ne ise o olması nedeniyle doğal gerçeklerin zorunluluğundan (örneğin olduğu Ģey olan ve olduğu Ģey olduğu için, öyle olmaması ya da baĢka türlü bir Ģey olması olanaksızlaĢan bir kimya elementinin zorunluluğundan) hiç farklı olmayan bir zorunluluk niteliği kazanıyordu. Böylece, insan aklı otuz yüzyıl boyunca bilinçli olarak oluĢmuĢ olduğu gibi oluĢmuĢ bulunduğundan ve artık yeryüzünde değiĢik bir geliĢme evresi olamayacağından -çünkü insan zekâsının bulguladığı en büyük temel hakikatların yeniden ilk kez bulgulanamayacağı apaçıktı-, bu durumda insanlığın manevi evrimine etkin bir biçimde katılmak isteyen her toplumun, Batı'nın uzun süren ve karmaĢık bir yapı gösteren insancıl deneyimini geçirilen aĢamalar boyunca izlemekle ve onu somut tarihsel gerçekliği içinde incelemekle yükümlü olduğu ortaya çıkıyordu. Türkiye'de bu düĢüncelerin sonucunu göz önünde tutan bir eğitim sistemi kurulabilirse, Atatürk devriminin insanlık için sürekli bir kazanç oluĢturacağı, Atatürk'ün de tarihin göğünde birden görünen ve hiç iz bırakmadan kayıp giden yıldızlardan biri olmayacağı böylece anlaĢılmıĢ oluyordu; aynı zamanda ülkenin geleceği inanca altına alınacak; üstelik Türk ihtilali insanlığın fikir tarihinde yeni bir aĢamayı baĢlatacaktı: Türk hümanizminin Batılı olmayan toplumlara -çağdaĢ teknolojiye sahip çıkma ve Batılı kurumları taklit etme sayesinde- bağımsızlıklarını koruyabilmenin ötesinde, uygar evrenin insanlık için daha iyi bir yaĢam sağlama çabasına nasıl katılacağını öğretme durumunda olduğu, insanlığın manevi tarihinde yeni bir atılım dönemine geçiĢ oluĢturduğu ortadaydı. Ama bu atılıma götüren fikir akımına evrensel hümanizm de denebilirdi; çünkü Batılı olmayan uluslar, Atatürk devrimini örnek alan ve hiç olmazsa biçimsel olarak, anayasal yoldan, zihin özgürlüğünü amaçlayan bir temel ihtilali gerçekleĢtirdikten sonra, insancıl değerler sistemini özümseyebilirler ve -evrensel ölçüte dönüĢen- bu sistemi elde ettikten sonra, tüm edebiyatlarını, tüm tarihlerini, tüm zihniyetlerini yeniden değerlendirebilirlerdi; böylece yeryüzündeki bütün uluslar humanist biçimlenimin ortak paydasına indirgenmiĢ olurdu. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 10. www.kuyruksuz.com Ġnsancıllığı ideal edinen yeryüzündeki bütün ulusların kendilerine özgü biçimde insanlığın ilerlemesine katkıda bulunabilecekleri de söylenebilirdi; çünkü her biri baĢka bir tarihsel deneyim geçirdiği ve değiĢik bir toplumsal varlığa sahip olduğu, bu yüzden de değiĢik sorunlarla karĢılaĢtığı için, bu temel sorunlara zihin yapısındaki birliğin sağladığı aynı ruhla, ancak değiĢik bakıĢ açılarından bakmaları ve doğal olarak, her birinin kendine özgü sonuçlar çıkarması beklenebilirdi. Ülkemizde, örneğin klasik evrenle modern evren arasındaki iliĢkiler sorunu konusunda beliren durum da bundan farklı değildi: ÇağdaĢ dünyada klasik kültür ve klasik filolojinin rolü konusunda bizim, Fransız, Alman, Ġngiliz ya da Ġtalyan filologları ile aynı yargılara varamayacağımız kesinlikle anlaĢılıyordu. Batı dünyasına gelince, bu dünyanın kendi özü üzerine daha esaslı bir bilgiye sahip olması, insanlığın geri kalan bölümünün karĢısına bölgesel ayrılıklardan arınmıĢ olarak, tek yüzle çıkması ve oluĢturduğu değerler sisteminin evrenselliğine güvenerek, geleceklerini kurmak için çalıĢan Batılı olmayan toplumlara önderlik etmesi gerekiyordu. 3- Tanıma kuramı Her toplumun, insanlığın evrim sürecinin baĢlamasına ve sürüp gitmesine katkıda bulunan ulusların deneyimine dayalı bir zihin ve ahlak biçimlenmesini edinme zorunluluğunda olduğu kuramsal yoldan saptandıktan sonra, insanlığın geleceği sorununu bilinçli olarak ele alan ve - bilinçsiz olan ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin dıĢında kalan güçlerle denk bir kuvvet oluĢturdukları zaman- insan topluluklarını uygar toplumlara dönüĢtüren ve onların yaĢamına tam anlamı ile tarihsel bir karakter kazandırabilen bilinçli güçlerin birer parçacığı olmalarını sağlayacak eğitim ve öğretimin ne olduğunu ve nasıl verilmesi gerektiğini açıklamak kalıyordu. YaĢamın sağladığı somut deneyim bir büyük gerçeği öğretir: Buna göre, insanın zihni, önceden bu iĢe uygun bir biçimde eğitilmedi ise, dıĢardan formülleri, kavramları, bir kelime ile soyut olanı almaya -baĢka bir deyiĢle, duyulara ve aynı zamanda insanın aklına seslenen somut gerçeklerin dıĢında hiçbir Ģeyi algılamaya- elveriĢli değildir. Bu deneyim bana filolojinin, genellikle gözden kaçmıĢ olan, paha biçilmez değerini açıklamıĢ oldu. Batı eğitiminin temeli, sanıldığı ve sık sık dile getirildiği gibi, estetik değil, hiç olmazsa klasik tipteki okullarda, filolojiktir. Gerçi, öğretimde estetik eğitimle filolojik eğitimin özdeĢleĢtikleri kabul edilmelidir, çünkü orta dereceli okullarda filoloji iki klasik dilin öğretilmesi ve klasik çağın büyük edebiyat eserlerinin okutulması biçimini alır. Okullarda ise estetik duygunun eğitilmesini hemen hemen yalnızca edebiyat sağlar. Ancak filolojik eğitimden çok farklı bir Ģey olduğu vurgulanmalıdır. Filolojik eğitimin amacı gençlerin ruhunu gerçek olanla iliĢkili hale getirmektedir; edebiyat eseri ise en somut insancıllığı kapsar, çünkü onda ilintilik ya da özel gerçekle ideal ya da evrensel gerçek kaynaĢmıĢ durumdadırlar. Her çeĢit dogmacılığa götüren yolu kesen öğe, iĢte bu somutça insancıl olanı tanımaktı; bundan da filolojik eğitimin humanist biçimlenimin ve dolayısıyla, her tarihsel, felsefi ve bilimsel zihin yapısının temelini oluĢturduğu sonucu çıkıyordu. Ġnsan aklı somut gerçeği tanımadıkça tarihsel yargıya ya da felsefi kavrama eriĢemezdi, çünkü tarihsel yargıya varmak için olaylar arasındaki iliĢkiyi saptamak, felsefi kavrama eriĢebilmek için de -duygusal ve akılcı öğelerin iç içe olduğu- somuttan ideal değeri soyutlamak gerekiyordu. Böylece ortaya temel bir kuram çıkıyordu; daha önce söz konusu edilen aĢamalar boyunca yavaĢ yavaĢ oluĢan bu kuram, buraya kadar kat edilen yola öylesine parlak bir ıĢık tutuyordu ki, her Ģey yeni bir önem ve yeni bir anlam kazanıyordu. Türkiye'nin ve herhangi bir Batılı olmayan ülkenin kültür sorunlarının çözümünde, bundan böyle -tanıma kuramı ve ruhun tarihsel oluĢumu kavramı olması nedeniyle, ruh kuramı diye adlandırabileceğimiz- bu kuram yön verici egemen öğe olmalıydı. Bu kuram filolojinin ne olduğunu da kesinlikle ortaya çıkarmaktaydı; bu açıdan bakıldığında, filoloji, tıpkı tarih ve felsefe gibi, bir yandan özel bir bilim dalı, bir yandan da bir tanıma biçimi olarak görünüyordu. ġöyle bir denklem ortaya çıkıyordu: Filoloji ile filolojik tanıma arasındaki iliĢki, tarihle tarihsel tanıma ve felsefe ile felsefi tanıma arasındaki iliĢkilerin tıpkısıydı. Böylece filolojinin sınırları da kesinlikle belirlenmiĢ oluyordu; kimse artık filolojiyi ne küçümseyebilir, ne de tarih ya da felsefe ile karıĢtırabilirdi. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 11. www.kuyruksuz.com Üçüncü olarak, bu kuram ortaya yeni bir sav atıyordu: Buna göre, temel eğitim için filoloji, daha doğrusu klasik filoloji (bununla filoloji adını taĢıyan özel bilim dalı değil, klasik çağ eserlerine dayanan filolojik biçimlenim anlaĢılmalıdır) zorunluydu; çünkü klasik filoloji ile öbür filolojiler arasında öz farkı vardı. Bu fark, klasik filolojinin, incelediği evrenin en somut bir insancıllıkla dolup taĢan eserlerden yana zengin olmasından ve filoloji biliminin ve hatta filoloji kavramının doğmasına yol açan somut bir evren olmasından kaynaklanmaktaydı. O halde benim artık filolojik diyebileceğim, yani geniĢ ufuklu, her çeĢit insancıllığa açık ve insan aklına güven duyan bir ruhu oluĢturma gücü yalnız Yunan ve Latin filolojilerine özgü olmalıydı. AraĢtırmanın vardığı bu sonuçlara göre, Türkiye'de Yunanca ve Latincenin okutulmasının zorunlu olduğu kesin bir dille ileri sürülebilirdi. Temel kuram, ayrıca, mutlak gerekle Vico'nun -filolojik certum dediği arasında beklenmedik bir karĢılıklı bağ da kuruyordu. Gerçekten, dört tanıma kategorisinden geçerek -filolojik tanıma, tarihsel tanıma, felsefi tanıma ve historio-filozofik tanımadan geçerek- aĢama aĢama insanlığın manevi deneyiminin genel sentezine varılıyordu; bu sentez düĢünmekte olan bir ben duygusunu kuvvetle duyuruyordu; daha doğrusu sentez insanın kendi düĢüncesinin varlığını bilincinde duyma düzeyine ulaĢıyordu. Bununla gerçekler düzeyinde olsun, fikirler düzeyinde olsun her durağan ve her tarihsel an ortadan kalkıyor, böylece -atomun parçalanması ile maddenin yok olması gibi- düĢüncenin bütün önceki aĢamaları yok oluyordu. Ancak nasıl insan için atomun parçalanması değil, içinde yaĢadığı somut dünya gerekli ise, aynı biçimde onun için değerli olan -her defasında zihnin yeni bir çabası ile elde edilen ve en yüksek hakikatin düĢünen ben olduğunu duyuran- o güçlü sezgi değil, insanlığın manevi evrim tarihidir. Esasen unutulmamalıdır ki -kimya, fizik ve matematik bilimlerinin atomun parçalanmasını sağlamaları gibi-, bu yüksek bilince eriĢmeyi sağlayan da insanların otuz yüzyıllık tarih boyunca olgunlaĢan deneyimidir. Bu ruh kuramından eğitim sorunu ile ilgili bazı sonuçlar çıkarılabilirdi. Çünkü bu kuram, eğitimin amacını açıklıkla ortaya koymaktaydı. Ona göre diyebiliriz ki eğitimin amacı insana insan ruhunun bir gerçek olduğu bilincini kazandırmaktır; dört tanıma kategorisi (ve özellikle filolojik eğitim) sayesinde onu bilinçli güçlerin bir parçacığı yapmaktır; onu, bilinçsiz ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin denetiminden kaçan güçlere elden geldiğince karĢı koyma yeteneğine sahip, zihinsel, ahlaksal ve estetik yetkinliğe eriĢmiĢ bir birey kılmaktır. O bilinçsiz ya da insan iradesinin dıĢında kalan güçler her toplumda bol sayıda vardır. Bu güçler, toplumun manevi varlığı boĢ inançlardan, ilkel inanıĢlardan oluĢuyorsa, egemendirler; fakat -kuĢaktan kuĢağa çoğu zaman bilinçsizce aktarılan- bu aynı varlık aklın ıĢığı ile aydınlatılmıĢ ise, bir kenara itilmek ve yok olmak durumundadırlar. ġu halde eğitimin amacı, elden geldiğince bireyin ve toplumun yazgısını insanların bilinçli iradesinin denetimine bırakmaktır. Eğitimin amacı böylece saptandıktan sonra, bundan mantıksal olarak çıkan sonuç her toplumun bütün insanları için bir tek eğitim biçimi olduğudur. Gerçekten, orta dereceli öğretimde değiĢik tipte okulların bulunmasının pratik düzeydeki zorunluluğu, gençleri değiĢik mesleklere hazırlama gereksiniminden kaynaklanmaktadır; ancak okul içi ve okul dıĢı eğitimin gütmesi gereken ideal amaç, her insanı -aydın olsun, köylü olsun, iĢçi olsun- aynı insanlık ideallerine yöneltmek olmalıdır. 4 - Bu giriĢi yazmamın nedeni Bu giriĢ bölümünde, kitapta ele alınan hemen hemen bütün konulara dokunuldu. Bu sayfaların, ele alınan çeĢitli sorunlar arasındaki iliĢkilerin izlenilmesini ve hepsi de yaĢamsal önemde olan bunca sorunun aynı kitapta incelenmesinin nedeninin anlaĢılmasını kolaylaĢtıracağını düĢündüm. KuĢkusuz anlatımıma daha sistematik bir biçim verebilirdim; böylece eser belki daha açık olur ve mantıksal yapı bakımından daha büyük bir güç kazanabilirdi; ancak o zaman somut karakterini kesin olarak yitirirdi; çağdaĢ insanlığın canlı ve güncel sorunları ile ilginin kesilmesi ise, okuyucunun iĢlenen konuların anlamını kavramakta güçlük çekmesine neden olabilirdi. Bu kitap algıları zihnin çeĢitli iĢlemlerinden geçirerek bilgiç bir sistem kurma hevesi ile kaleme alınmadığına; hümanist yaĢam anlayıĢı ile Batılı olmayan dünyanın gerçekleri arasındaki çatıĢmanın ve bu çatıĢmanın yarattığı koĢulların bir ürünü olduğuna göre, anlatımı tarihsel çerçevesi içinde sürdürmem kanımca gerekliydi. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 12. www.kuyruksuz.com II. BATILI OLMAYAN EVRENĠN TARĠHSEL VE FĠKĠRSEL ĠNCELEMELERE AYKIRI DÜġEN NĠTELĠĞĠ I - Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden yapılan incelemelere karĢı koyan bir nitelikte olmasının nedenleri Batılı olmayan evreni bir bütün olarak kavrayan bir kuram bugüne kadar vücut bulmuĢ değildir; bunun en baĢta gelen nedeni Batılı olmayan evrenin, yaratılıĢının gereği olarak, sistemli bir araĢtırmaya, yani bu evrenin özünü ortaya koyacak ve böylece nedensel bağlantılarını ve ideal değerlerini saptayacak veya baĢka bir deyiĢle, bu evren hakkında tarihsel yargılar verecek ve onun felsefi kavramlarını bulup çıkaracak araĢtırmalara yaratılıĢı gereği aykırı düĢen bir nitelik taĢımasıdır. Batılı olmayan evrenin bu aykırılığını doğuran nedenler iki çeĢittir. Birinci çeĢit nedenler, zihnin kendine ait özgür bir dünyası olduğu bilincine eriĢmiĢ olup, bu bilinci kendi toplumlarında uyandıran kiĢilerin öğretisine yabancı kalmıĢ olan Batı dıĢı toplumlarda, bilinçli güçlerin bilinçsiz ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin denetiminden kaçan güçlere oranla hemen hemen yok denecek kadar zayıf olmasından doğmaktadır (1). Bilinçli güçler toplumları yalnız ilintilik gerçekler düzeyinde değil, -olayların akıĢına ve içinde doğdukları toplumun evrimine bilinçli olarak etki yapmaları itibarıyla- tarih düzeyinde de, -bilince eriĢmiĢ olan insan zihninin bir ifadesi olmaları itibarıyla- fikir düzeyinde de kavranılır ve anlaĢılır düzeye getirirler; bu yüzden Batılı olmayan bir toplumun tarihini, edebiyatını, sanatını, kuruluĢlarını ve toplumsal yapısını ne kadar incelerse incelesin, bilgin, zekâsı ve insanlık sorunları hakkındaki olgun deneyimi ile kavrayacağı ve belki de, birçok ince ve derin gözlem halinde belirteceği ilintilik gerçeklerin düzeyinin ötesine geçemeyecektir. Ne kadar geniĢ olursa olsun, bu evrenle ilgili deneyimi ve bilgisi onu yalnızca toplu bir görüĢe eriĢtirecektir; fakat o bu görüĢünü fikirlerin üstün düzeyinde açıklayıp doğrulamak durumuna gelemeyecektir. Hatta, bu toplu görüĢüne dayanarak birtakım olumlu savlar bile ileri süremeyecektir (2); tersine, Batılı olmayan evren üzerine bilgisi ve deneyimi birtakım yadsımalar ve çeliĢmelerden öteye gidemeyip dağılacaktır. Batılı olmayan evrenin bu aykırılık niteliğinin ikinci çeĢit nedenleri doğrudan doğruya birinci tür nedenlere bağlanır. Çünkü Batı'nın zihinsel, ahlaksal ve estetik değerlerine dayanmakla, bu değerlere ve bu değerleri yaratan ruha yabancı olan bir evren üzerine yargıya varmak ilk bakıĢta doğru değildir. Böyle olunca da, bilginin olumsuz savları bile temelsiz ve zihin karıĢtırıcı bir öznellik kazanmaktadır. Gazetecinin yalın izlenimi ile tarihçinin verdiği yargının ve kuramcının eriĢmeye çalıĢtığı kavrayıĢın aynı değeri taĢır görünmeleri ve bir dereceye kadar da, gerçekten öyle olmaları (çünkü gerek bu izlenimler, gerek bu yargı ve kavramlar hep bir kaynaktan, her çeĢit tarihsel ve fikirsel öğeden yoksun görünen pragmatik gerçeklerin ilintiliğinden doğmaktadır), bu öznelliği daha belirlemektedi (3). Batılı olmayan evren üzerine ileri sürülen görüĢlerin birbirinden son derece ayrı olması da bunun bir sonucudur. Bu görüĢler yüzeyde kalmakta ve sağlıklı olmayan sonsuz bir hayranlıktan en derin ve küçük düĢürücü -bu duyguyu uyandıranı da duyanı da küçük düĢüren- bir küçümsemeye varmaktadır. Fakat her ne kadar Batılı olmayan evrenin kuramcısının henüz ortaya çıkmamıĢ olması her Ģeyden önce araĢtırılan konunun kendi niteliği ile ilgili ise de, Ģu da kabul edilmelidir ki bizzat tanıyan özne, yani Batı düĢüncesi, Batı'nın bu görevini yerine getirecek yeterliği gösterememektedir. Bu konuda Batı düĢüncesinden baĢka bir tanıyan özne de söz konusu olamaz, çünkü, ilgili kavramları yaratmıĢ olmak nedeniyle, yalnız o,(4) olayların ve eserlerin akılcı bir irdelenimine giriĢip, Batılı olmayan evreni tarih ve fikir yönlerinden ele alan bir incelemeyi kendine konu edebilir. Gerçekten, Batı düĢüncesi, kendi manevi sınırlarının dıĢında kalan insanlığı bilmezlikten gelmekte direndiği için, Batılı olmayan evreni ve onun ivedi sorunlarını tanıma yönünde çok düĢük bir düzeyin ötesine geçmemiĢtir. Bu sorunlara ''temel sorunlar'' değil de ''ivedi sorunlar'' diyorsak, bunun nedeni o evrende ''temel sorun'', ''ilke sorunu'' gibi kavramların var olmayıĢında aranmalıdır. Batılı olmayan toplumların maddi durumuna olduğu kadar manevi ve kültürel durumuna gösterilen ilgi bakımından da, Batı evreni sosyalist evrene oranla çok geridedir. Bize öyle geliyor ki -A. Tonybee'nin kullandığı terminoloji ile söyleyelim- bu, tarihin Batı uygarlığının karĢısına çıkardığı yeni bir meydan okuyuĢtur; Batı uygarlığı da, yok olmak istemiyorsa, bu meydan okuyuĢa karĢı koymak zorundadır. Ancak bugün, Batılı olmayan ulusların eğitim ve kültür alanı gibi insanlığın geleceği için gerçekten yaĢamsal bir önem taĢıyan bir alanda, Batılıların tarihin bu meydan www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 13. www.kuyruksuz.com okuyuĢuna cevap vermeye azır olduklarını gösteren belirtiler kanımızca henüz pek zayıftır. Oysa, Batı düĢüncesi kendi -Avrupalı ya da Amerikalı- çevresine sıkıca kapanmaktan vazgeçerse, kuramsal etkinliğini Batılı olmayan evrenin sorunları üzerinde toplamaya yanaĢırsa, ta baĢlangıçtan beri, belirli uygarlık aĢamalarında birikinti su gibi yatan kitleleri -insanlığın büyük çoğunluğunu oluĢturan toplulukları- harekete geçirmeyi, büyük bir ırmak gibi akan evrim sürecinin akıntısına onların da katılmalarını kesinlikle sağlayabilir: aynı zamanda, kendi özü hakkında yeni ve çok yanlı bir bilince eriĢme olanağını bulur. Gerçekten, ruhumuzdan ve zihinsel alıĢkanlıklarımızdan ayrı bir ruhun ve zihniyetin ifadesi olan maddi ve manevi bir evren üzerine bir değer yargısına varmamız gerekiyorsa, ilkelerimizi yeniden ve özenle gözden geçirmek, değerlendirmelerimizi ve yargılarımızı yeni bir incelemeye dayandırmak, hatta düĢünsel ve ahlaksal değerler sistemimizin tümünü yeniden gözden geçirmemiz gerekir; çünkü biz bu değerleri incelemeden, çok kez de -üyesi olduğumuz toplumun manevi varlığının birer parçası olmaları dolayısıyla- farkında olmadan bilinçsizce benimsemiĢizdir. BaĢka bir deyiĢle, bizim geleneksel değerlerimizle ilgisi olmayan maddi ve manevi bir veri üzerine bir değer yargısı verilecekse, önce insanın yaratılıĢı ve amaçları nedir sorusuna cevap vermek gerekir; çünkü ancak bu soruyu cevaplandırmakla yargılarımız için bütün toplumların kabul edecekleri ortak bir temel bulabilir, yeryüzünde var olmuĢ olan ve var olan uygarlıklar arasında bir sıra kurma olanağını veren evrensel bir ölçüt ortaya koyabiliriz. Bunun dıĢında mutlak bir ölçüt kurmanın; çeĢitli uygarlıklara bağlı çevrelerin değerlendirilmesinde bizi tek yanlı, tek yanlı olduğu için de öznel görüĢlerden korumaya yeterli bir ölçüt saptamanın baĢka yolu yoktur. Bu durumda bile, yargının nesnelliği, insanın yaratılıĢı ve amaçlarının ne olduğu sorusuna verilecek cevabın nesnelliğine bağlıdır, çünkü, örneğin, mistik bir ruhla maddeci bir ruhun bu temel sorunu birbirinden çok farklı bir biçimde çözecekleri açıktır. Böyle olmakla birlikte, daha sonra görüleceği gibi, bu temel sorunun çözülmesi için sağlam bir nesnellik ölçütü vardır. ġimdilik Ģunu belirtmekle yetinelim: Batı düĢüncesi bu temel sorunu ortaya atmak Ģöyle dursun, kendinden memnun olmanın verdiği bir doygunluk ve huzur duygusu içinde tükenip gitmektedir. Her halde bu düĢünce kendini daha derin bir biçimde inceleyecek, bir tüm olarak ele alınan insanlığın evrensel düzeyi üzerinde kendi değerini doğru olarak biçecek bir araĢtırmaya giriĢebilecek olgunluğa henüz eriĢmiĢ görünmemektedir; tersine, çağımızın tarihsel koĢulları göz önüne getirilirse, Batı düĢüncesinin kendisine düĢen görevi üzerine alacak güçte olmadığı kabul edilecektir. KuĢkusuz, Batı'da gerçekten aydın ruhlu insanların sayısı az değildir; bunlar Batı evreninin karĢısına çıkan ve çözüm bekleyen kültür sorunlarının ne olduğunu görmektedirler. Üstelik, pragmatik düzeyde ileri sürülen birçok çözüm biçimlerinin, insanlığın nereye varacağını çok iyi gören bir seziĢten esinlendiğini de kabul etmek gereklidir. Ancak Ģu da var ki, ne bu aydın kiĢiler, ne de gerçeklerin karĢı konmaz dürtüsü Batılı toplumların genç kuĢaklarına yeni bir ideal verecek yeterlikte değildirler; bunun nedeni ise, bu fikirlerin ve bu olayların bilinçli düĢünce tarafından henüz değerlendirilmemiĢ, kuramsal bir sistem içinde sağlam bir biçimde doğrulanmamıĢ olmasıdır. BaĢka bir deyiĢle, Batı düĢüncesi eriĢtiği hakikatlerin evrenselliğini duyurmak istiyorsa (ve gerçekten, ileride görüleceği gibi, böyle bir sava hakkı da vardır) -bu tür sorunların incelenmesi ve çözülmesi söz konusu oldu mu- kuramsal çalıĢmalarının temeli ve amacı olarak yalnız Batılı toplumları, yüzyıllar süren bir evrim sonunda oluĢan Batılı insan ruhunu değil, tüm insan soyunda beliren insan yaratılıĢını ele almak zorundadır. ĠĢte o zaman, yalnızca Ġ.Ö. 5. yüzyıl Atinalılarını göz önünde tutmakla, Sokrates'in ne kadar yanıldığı çok daha iyi anlaĢılacaktır. Kritik der Urteilskraft'ında(5) Kant estetik yargıların, varlığını önceden kabul ettiği tek ve ortak bir sağduyu sayesinde olanaklı olduğunu ileri sürmekle aynı yanılgıya düĢmüĢtür. Kant sağduyunun insanın evrensel yaratılıĢından ileri gelmeyip, belli bir forma mentis'in pratik ifadesi olabileceğini, bu forma mentis'in de toplumun, mensuplarına bilinçli ve bilinçsiz yollardan verdiği belli bir eğitimle meydana gelebileceğini düĢünmemiĢtir. Oysa gerçek durum budur; sağduyu tek değildir; uygarlıkların sayısı kadar sağduyular vardır. Ġmdi, baĢvurulması istenen bu tek ölçütün evrensel ve kendiliğinden var olan bir etken olmadığı; tersine etkilediği ve etkisinde kaldığı estetik duygu ile aynı kaynaktan gelen ve aynı nitelikte olan bir etken olduğu sonucuna varılmalıdır. Sağduyunun, denek taĢı görevini göreceği o quid'in bir bakıma ürünü olduğu savunulabilir. www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 14. www.kuyruksuz.com Sonuçta, belli bir insan topluluğunda oluĢmuĢ olan ve ortaya çıkan bir duyguya dayandığı için, estetik yargı yalnız o toplum içinde bir anlam, bir değer taĢır, fakat bambaĢka bir eğitimin ve uygarlığın egemen olduğu bir evrende o yargının hiçbir anlamı yoktur. Batı düĢüncesinin kendi içine inatla kapanıĢının örneklerini manevi alanların tümüne yaymak, böylece örneklerin sayısını sonu gelmeyecek biçimde çoğaltmak olanaklıdır. Burada zorunlu sonucu çıkarmakla, yani bu koĢullar altında Batı evreni ile Batılı olmayan evren arasında herhangi bir diyalog kurmaya olanak olmadığını söylemekle yetinelim. Batı düĢüncesi, yeni bir çaba göstererek, kuramsal etkinlik alanını, tüm insanlığı kavrayacak biçimde geniĢletmedikçe, bu diyaloğu kurmaya olanak sağlanamayacaktır. Gerçekten, Batı düĢüncesi insan soyunu bir tüm olarak ele alırsa, kendi gerçek özünün ne olduğunu anlamakta güçlük çekmeyecektir; çünkü onun gerçek özü, -içinde uzun bir evrimle geliĢtiği, hayran olunacak, ama gene de sınırlı dünya bölümünde beliren özü değil- insanoğlunun evrensel yaratılıĢı karĢısında ortaya çıkacak olan özdür. Bu yolu tutmakla, Batı düĢüncesi, bir yandan Batılı toplumların öncülük ettiği manevi evrimin tüm insan soyu için geçerli olan birtakım değerlerin saptanmasına götürdüğünü, böyle olunca da, bu değerlerin bütün insanlar tarafından benimsenebilir olduğunu ortaya koyabilir; bir yandan da bilinenden -yani bizzat kendisinden- yayılan ıĢığın yardımı ile bilinmeyeni, Batı'nın dıĢında kalan bilinmeyen evreni açıklamak, böylece sorunlarını kavramak ve ona karĢı davranıĢını eriĢtiği bu yeni anlayıĢa göre ayarlamak olanağını bulabilir. Batılı olmayan evreni sistemli bir biçimde incelemek isteyen araĢtırıcının göstermek zorunda kalacağı çifte çaba böylece belirmiĢ oluyor. AraĢtırıcı her Ģeyden önce, Batı uygarlığı karĢısında (bu sözlerimizden belli bir tutumu benimsediğimiz anlaĢılacaktır) bir çok ortak özellikler gösteren Batı dıĢı uygarlıkların ruhuna, bugüne kadar nüfuz edildiğinden daha derin bir biçimde nüfuz etmek zorundadır. Bundan baĢka, Batı uygarlığının özünü araĢtırmak ve mutlak değerini, yani bugün var olan ve geçmiĢte var olmuĢ olan uygarlıklara oranla taĢıdığı değeri ortaya koymak da ona düĢmektedir. Çünkü bizzat olayların somut gerçekliği, bilgini Batı uygarlıkları ile öbür uygarlıkları -hatta, A. Toynbee'nin yaptığı gibi, Batı uygarlıklarına bir prima inter pares değeri verilse bile- (6) aynı düzey üzerinde incelemekten alıkoymakta; onda Batı uygarlığının kendine özgü ve özünde bulunan bir üstünlük sayesinde öbür uygarlıklardan ayrıldığına iliĢkin bir duygu uyandırmaktadır. BaĢka nedenler olmasa bile, bilim ve teknik alanlarında, Batı uygarlığının öbür uygarlıklara oranla çok ileri bir evrim noktasında bulunması ve bu gerçeği yadsımanın olanaksız olması bütün toplumların bu üstünlüğü de facto teslim etmelerine neden olmaktadır. Ayrıca, Batı uygarlığının kendisine tükenmez bir yaĢam gücü bağıĢlayan bir iç güçle hareket eder görünmesine karĢılık, öbür uygarlıkları, tam tersine, ortadan kalkmamak için ve gururlarından özveride bulunmak suretiyle kısmen bilinçli kısmen bilinçsiz -fakat kökeni bilinçli iradeden çok kendini koruma içgüdüsünde aranılması gereken- bir BatılılaĢma çabasına düĢmüĢ oldukları sezisi de bu üstünlük savını doğrulamaktadır (7). 2- Batılı olmayan evrendeki bunalım Önce söylendiği gibi, bugüne kadar yapılagelenlerden çok daha ciddi ve çok daha sistemli bir incelemeye giriĢse de, bilgin, araĢtırmalarının tümüyle düĢsel bir görüĢle sonuçlanmasını istemiyorsa, ilintilik gerçeklerin somut yüzeyinde kalmak ve o gerçekleri tarih yönünden yargılamaktan da, ideal değerlerini soyutlamaktan da vazgeçmek zorundadır; çünkü buna önce iĢaret edilen iki çeĢit neden -tanıma konusunun böyle araĢtırmalara karĢı koyan niteliği ve tanıyan öznenin yetersizliği- engel olmaktadır. Tersine, bilgin Batılı olmayan evrenin baĢlıca aksaklıklarını günlük yaĢam düzeyinde, yaĢanan gerçeklerde arayıp bulmak için çaba göstermelidir. iĢte o zaman, Batılı olmayan uygarlıkların, Batı uygarlığının etkisi altında, derin bir bunalım dönemi geçirmekte olduğunu ve bu bunalımın nedenlerinin gene iki çeĢit olduğunu görmekte gecikmeyecektir. BaĢta bu uygarlıkların doğasına özgü nedenler gelir: bunların en önemlisi, bu toplumun kendi zihin yapısını, toplumun maddi ve manevi görünümünü oluĢturan dogmalara uygun bir biçimde oluĢturmasıdır. Böyle olunca bu zihin, her Ģeyi kendi son derece sınırlı açısından görür, yargılar ve benimser. Bu nedenle o toplumda özgür bir zihin evreninin, insan onuru duygusunun oluĢması beklenemeyeceği gibi, toplumsal ve siyasal özgürlüklerin de hiçbiri veya hemen hemen hiçbiri var www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 15. www.kuyruksuz.com olamaz. Toplumsal, siyasal, ahlaksal ve ekonomik düzende, önce söz konusu edilen bilinçli güçlerin bulunmayıĢı bu durumun bir sonucudur; bu yokluk sonucunda da, bir yandan, insan tarafından denetim altına alınmayan ve serbestçe boĢanmak olanağını bulan doğa güçleri, bir yandan da, keyfi davranıĢların ve kiĢisel çıkarların dinginsiz oyununa olduğu kadar, olayların doğal akıĢına da hemen hemen tamamıyla terk edilmiĢ olan toplumun kendisi öyle koĢullar yaratırlar ki, insan azla yetinmeye, tevekkül göstermeye ve her türlü savaĢım ruhundan yoksun olduğu için, gerçekte kendisinin bizzat yarattığı o karĢı konulmaz yazgıya boyun eğmeye kendiliğinden razı olur. ġu halde o aynı uygarlığın iç enerji kaynaklarına baĢvurmakla bir evrim yolunun açılması hiçbir zaman beklenemez. Gerçekten de -herkeçe bilinen bir benzetme ile- (8) tepesi keçiler tarafından kemirilen ağaçlara, enine büyümeyi sürdüren fakat boyları bir daha hiç uzamayacak olan bodur ağaçlara benzeyen uygarlıklar Batılı olmayan uygarlıklardır. Bu uygarlıklar güç doğumlarının belli anında belli bir istikrara kavuĢmuĢ ve -birbirlerinden farklı olmalarını sağlayan- belli bir düzeni oluĢturmuĢ oldukları halde, bütün çabalarını, yeni atılımlara değil, status quo'nun korunmasına yöneltmiĢlerdir. Aralarındaki ortak karakteri oluĢturan da aslında budur. Daha aĢağı sınıflara mensup soydaĢlarını sömürmek fırsatını veren bir düzenden yararlandıkları için, toplumun güçlü sınıfları status quo'nun baĢlıca koruyucusudur. Böyle bir çevrede düĢünce dokunulmaz dogmalar biçiminde kristalleĢir. AĢamadığı sınırlar içinde zorla tutulan ruh da, yaratıcılık gücünü kaybetmediği için, toplumun fikirsel fetihlerini iĢleye iĢleye süse boğar, karmakarıĢık arabesklerle donatır, fakat yeni fetihlere atılmaya cüret edemez; böyle bir etkinlik sonucunda ruhun son derece inceldiği ve o kristalleĢmiĢ düĢünceye en kusursuz biçimini, en olgun ifadesini vermeyi baĢardığı görülür. Birbirini izleyen kuĢaklar sanki on bölü üç cinsinden bir aritmetik probleminin sonucun hep daha doğru, daha yetkin bir hale getirme çabasındadırlar; daha baĢlangıçta elde edilen üç virgül üç'e daha bir çok üçler eklemekten sanki usanmamaktadırlar; fakat bu insanlar sonucu 10/3 biçiminde gösterip problemi kesin olarak çözmek, dolayısıyla yeni problemlere geçmek, bakıĢlarını yeni ufuklara çevirmek gücünden yoksundurlar. Hep daha ileri bir incelik ve yetkinlik düzeyine çıkmak için gösterilen bu sürekli ve kısır çabanın sonu gelmeyecek gibi görünür; fakat en sonunda bezginlik ve yorgunluk belirtileri gösteren ruh, ĢiĢip bünyesinde kanserli hücrelerin türemesine yol açar; bol sayıda üreyen bu hücreler barındıkları vücudu tümüyle kaplar ve onu öldürecek hale gelirler. Ruhun ağır bir çarpıklığa uğradığını gösteren kesin belirtiler artık ortadadır. Bu durumda -kadın-erkek eĢitliği davasını umursamayıp, kendisini erkeğe tutsak eden geleneğe dört elle sarılan kadının örneğinde olduğu gibi- insanların kendi köleliklerini canla baĢla savundukları görülür. Ya da sevdiğinin sağlığa kavuĢmasını kurĢun dökmekle sağlamaya çabalayan bir insanın sergilediği görünüme dehĢetle tanık olunur ve -gerektiğinde, kediyi kusturucu otları yemeye iten içgüdü gibi- içgüdülerin bile bu biçimde iĢleyen bir insan muhakemesinden çok üstün olduğu kanısına varılır. Ġradesiz, durgun, tembel ve kaygısız bir toplumun sergilediği dıĢ görünüĢ bu hastalığın tablosunu tamamlar. Böyle bir toplumun iç yaĢamı (buna manevi yaĢam diyebilmek güçtür) bir kaç dogmaya mekanik bir biçimde saygı göstermekten ileri gitmez; hatta bunlara dogma demek bile doğru olmaz, çünkü o toplum dogmanın da, özgür düĢüncenin de ne olduğu bilincine eriĢmiĢ değildir; bunlar daha çok geçmiĢ kuĢakların bir mirasıdır: toplum onları bilmeden benimser ve zihin alıĢkanlıkları haline getirir. Bunun sonucu, hiçbir gücün koparıp atmaya yetmeyeceği bir kısır döngüdür; bu kısır döngü, pratik alanda, olsun, kuramsal alanda olsun, insanı ''iğrenç bir hayvan olmasa, domuza domuz demezlerdi'' (9) biçiminde muhakeme etmeye götürür. Bu çeĢit bir muhakemeye dayanan yargıları ise mantık yolu ile çürütmek olanaksızdır. Manevi yaĢamın var olmayıĢının pratik yaĢamda karĢılığı, en aza indirilmiĢ, en aza indirildiği için de kitleleri sonsuz bir sefalet içinde yaĢamaya, doğa güçlerine ve egemen olanların iradesine boyun eğmeye zorlayan bir etkinliktir (10). Sonuç olarak bu ülkelerde insanın yaĢamı gerçekten -oralarda büyük R ile yazılan ve böyle yazılmasında isabet olduğu yadsınamayan- Raslantının elindedir. Böylece, doğa, felaketler, hastalıklar, yoksulluk ve hatta kendinden daha güçlü olan soydaĢları karĢısında çaresiz kalan insan, bu keder verici ve düĢman çevrenin baskısı ile alınyazısına razı olarak ruhunun derinliklerine çekilmeye, kendi içine kapanmaya zorlanmıĢ olur. GörünüĢe göre, gerçek bir manevi yaĢama sahip olmayan, tarih görüĢü ve fikir yaĢamı bulunmayan böylesine toplumlarda gözlem ruhu bile dağılıp gitmektedir (11), çünkü kiĢi, etkisine www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 16. www.kuyruksuz.com karĢı koymadan katlandığı dıĢ evrene karĢı hiçbir ilgi duymaz olur. Dünyanın zevklerinden vazgeçilip, bunlar, istense bile, artık elde edilir olmaktan çıktı mı, insanlara yalnızca bir bitki yaĢamı kalır; böyle bir durumda tek manevi ıĢık, öbür dünya düĢüncesi ve bu düĢüncenin verdiği umuttur. Tek değilse de, baĢlıca kaygısı meditatio mortis (ahret düĢüncesi) olan böylesine toplumlarda, ilk bakıĢta, günlük yaĢam gereksinmelerinin en aza indirilmiĢ olacağı sanılabilirse de, tersine, bu çevrelerde doğal yaĢam gereksinmelerinin son derece kaba ve zorba bir biçimde belirdiğine ve küçük bireysel çıkarların vahĢice düĢmanlıklara yol açtığına tanık olunur; bu savaĢım bütün Ģiddeti ile patlak vermiyor, toplum yaĢamının yüzeyindeki kaygısız uyuĢukluğu bozmuyorsa, nedenini kiĢilerin seçtiği silahta, asıl amaçlarını gizlemeyi ve iki yüzlülükle davranmayı yeğ tutmalarında aramalıdır. Böylece savaĢım olabildiğince gürültüsüz ve patırtısız, ama gene de amansızca yürütülmektedir. Tanrının ya da insanların açık buyruğu ile, insancıl ve toplumsal idealler beslenmesine izin verilmeyen yerlerde, insanların, daha yüksek çıkarların var olduğundan habersiz oldukları için, davranıĢlarını ve yargılarını yalnızca kendi bireysel ve günlük çıkarlarına göre ayarladıkları gözlenmektedir. Bunun sonucunda böyle bir çevrede kiĢinin bireysel ve günlük küçük çıkarı yaĢam normu düzeyine yükselmekte; güzel ve iyi olana karĢı saygı duygusunun, ahlakça yükselme isteğinin ve her çeĢit yaĢam felsefesinin yerini almaktadır. Gerçekten, Batılı olmayan evrendeki toplum yaĢamı, insanca ideallerle yönlendirilmediği, insan- ötesi ideallerce de dikkate alınmadığı için, doğal oluĢuna terk edilmiĢ olarak, istikrarını ve dengesini kiĢilerin küçük çıkarlarının çatıĢmasında bulur; bu çıkarlar genellikle bitkisel ve duygusal yaĢamın en kaba gereksinmelerini doyurmaya yöneliktir. Toplum içindeki, hatta aile içindeki iliĢkilerin tümüne -yerine göre, bazen üstü kapalı, bazen açık biçimde beliren, fakat daima acımasız olan- bir do ut des zihniyeti egemendir. Bu do ut des hiçbir ahlaksal değere saygı göstermeyen, hatta Tanrı ile olan iliĢkilere bile el atan bir hoyratlıkla uygulanmaktadır. Batılı olmayan toplumları doğal bir ölüme itmiĢ ya da itmekte olan bu yapısal nedenlerin yanında daha baĢka nedenler de vardır. Bunlar, Batılı olmayan evrenin bunalımını daha da ağırlaĢtırıp yoğun hale getiren ve Batı uygarlığı ile iliĢki kurulmuĢ olmasından kaynaklanan dıĢ nedenlerdir. Batılı olmayan toplumların kendilerini koruma içgüdüsünü harekete getiren etken Batı'nın siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda yaptığı baskı ve gösterdiği yayılma eğilimidir. Geleceklerini saptayıcı bilinçli bir görüĢle değil, daha çok (önce de dendiği gibi) kendilerini koruma içgüdüsü ile hareket eden ve davranıĢlarına ona göre yön veren bu toplumlar, BatılılaĢmak için çabalarken, sınırlı düĢüncelerinin karĢılarına diktiği aĢılmaz engelleri yıkacak ve yeni bir yaĢamın doğmasına fırsat verecek olan Ģu, tanınması gerçekten güç ve Batı uygarlığına özgün gücün ne olduğunu araĢtıracak yerde, kendilerini ölüme mahkûm eden tümörü koparıp atacak bisturiyi elde etmek ve böylece, yüzyıllardan beri içinde yaĢadıkları hareketsiz ortamda bitkisel yaĢamlarını eskisi gibi sürdürmek amacını güdüyorlar. Onun için bu toplumlarda Batı uygarlığının ruhuna, onun kültürüne, kurumlarına, hatta, bir ölçüde, tekniğine bile bilinçli bir yaklaĢma çabasının sarf edildiği göze çarpmıyor. Bu ülkelerin, bilinçle ortaya konmuĢ olmayıp, iki karĢıt gücün -Batı'ya uymak zorunluluğu ile her yenilik denemesine karĢı koyan passiv direncin- çatıĢmasından doğal olarak oluĢan ve gitgide ağır basan sorunu; Batı'dan yalnızca mutlaka alınması gerekeni alabilmek, bunu yaparken de denetimi elden kaçabilecek bir BatılılaĢma hareketine kapılmamak sorunudur. BatılılaĢma sorununu bu açıdan gören ve bu yoldan çözmeye çalıĢan düĢünürlerin en özgünü Gandhi'dir. Sorunu enine boyuna incelemiĢ ve geniĢ bir ilgi toplamıĢ olmasına rağmen, Hintli düĢünür, gerçeklerin gücünü gereğince ölçemediği için tam anlamı ile olumsuz bir sonuca varmaktan kurtulamamıĢtır: Gandhi ekonomi alanında BatılılaĢmaya engel olmayı tasarlamıĢ, bununla Hindistan'ın geleneksel uygarlığını kurtaracağını ummuĢtur. Kendisi öldükten sonra, arkadaĢlarının tuttuğu bambaĢka yol, onun düĢündüğü çözümün ne denli ütopik olduğunu yeteri kadar kanıtlamıĢtır (12). Olanak bulsalar, Batılı olmayan toplumlar yalnızca silahlı kuvvetlerini Batılı biçimde yeniden örgütlendirmeyi yeterli görecek, onunla yetineceklerdir (13); ama yalnız silahlı kuvvetlerin modern biçimde donatımı ile yetinilmek istense bile, gene de tekniğe gerek vardır; teknik ise, verilerini pratik alanda uyguladığı bilimden ayrılamaz. Modern donatım isteyen ülke, kapılarını tekniğe ve bilime de açmak zorundadır. Ancak teknikle bilimin bir ülkede tutunup yer edebilmesi için daha bir www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 17. www.kuyruksuz.com çok koĢulların gerçekleĢmesi zorunludur sağlam temellere oturtulmuĢ bir ekonomi, sanayileĢme, yeni bir yönetici örgüt, yeni kurumlar, yeni bir yaĢam ritmi baĢta gelen gereksinimlerdir. Bu da yetmez: Bilim ancak uygun bir biçimde eğitim görmüĢ zihinlerde geliĢir; bilim zihniyeti ise ödün vermeyecek bir akılcılık ister, özlü bir hümanist temele dayanır. ĠĢte bu gerçek, bu konuda bunca eser yazılmıĢ olmasına rağmen (14), Batı'da bile gerektiği kadar yer etmiĢ değildir; Batılı olmayan evren ise, bilimle hümanist zihniyet arasındaki iliĢki Ģöyle dursun, teknikle bilimin arasındaki bağlantıyı bile güç kavrar görünmektedir. Nitekim, pragmatik gerçekler alanında yapılan gözlemler, Batılı olmayan düĢünürlerde -aslında hiç de yersiz olmayan- bir kuĢkuyu, Batı'dan her ithal edilen Ģeyin Batılı olmayan yeni kuĢakların zihinsel ve ahlaksal biçimlenimine dolaylı ve etkisi ileride görülecek bir darbe olduğu kuĢkusunu uyandırmaktadır (15). Bütün bunlar Batılı olmayan evrenin iç bunalımını daha da ağırlaĢtırmaktadır. Batı'dan ithal edilen özgürlükçü kuruluĢlar, aslında sallantıda olan eski ahlaksal düzenin son artıklarını yere sermiĢtir; buna karĢılık, bu toplumlar henüz yeni bir ahlak düzenine gereksinme duyacak zamanı bulamamıĢlardır. Bütün alanlara büyük bir karmaĢa egemendir. Bilinçli düĢüncenin bir ürünü değil, yalnızca bir ithal malı olan siyasal özgürlük bu ülkelerde dizgin tanımayan bir demagojiye yol açmaktadır; ya da yalnızca adı var, kendi yok bir kavramdır. Son derece ilkel, kapalı bir ekonomiden ulusal, hatta uluslararası çapta bir ekonomiye birdenbire geçilmesi, ekonomik yaĢamda büyük bir dengesizlik yaratmıĢtır. Toplum yaĢamı, yeni ve modern olanla eski ve geleneksel olan arasında süregiden çatıĢmanın etkisi ile alt üst olmuĢ durumdadır. Tarihsel köklerinden koparılarak, baĢka iklimlere götürülüp dikilen Batılı kuruluĢlar sayesinde kurulan özgürlük düzeni, sosyalist rejimin yerleĢmesinden önceki Çin'de olduğu gibi, birçok ülkelerde korkunç bir ahlak bunalımına yol açmıĢtır. Batı'nın siyasal, toplumsal ve ekonomik kavramları, doğup geliĢtikleri tarihsel çevre içinde değerlendirilmedikleri, dolayısıyla -ideal değerlerini soyutlama olanağını verecek olan- felsefe yönünden incelenmedikleri için, çok kaba bir biçimde anlaĢılmakta ve uygulanmakta, bu yüzden de büyük sapıtmalara neden olmaktadır. Bunun en güzel örneği ulusçuluk kavramının Japonya'da, Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan önce, taĢkın ve amansız bir militarizm biçiminde ortaya çıkmıĢ olmasıdır (16). Fakat gelenekçilikle yenicilik arasındaki karĢıtlığın özellikle eğitim ve kültür alanlarında belirgin ve giderilmez olduğu gözlenmektedir; çünkü yaĢamın somut gerçekliği ve olayların doğal akıĢı, toplumun manevi yaĢamından çok maddi yaĢamını daha çabuk ve daha derinlere inecek biçimde etkiler; gelenekçi güçler ise kültür alanında daha canlı ve daha inatçı bir direnme olanağına sahiptirler. Gerçekten, düĢmanın askeri ve siyasal baskısından korunmak için, onun silahlarına karĢı aynı ölçüde etkili silahlarla çıkmak gerektiği meydanda ise de, Sokratik kavramlarla insan hakları bildirgesini esinleyen anlayıĢ arasındaki iliĢkiyi, ya da Sophokles'in tragedyalarının incelenmesi ile -çağdaĢ bilimin son zaferi olan- atomun parçalanması arasındaki iliĢkiyi kavramanın çok daha güç olduğu kesindir; çünkü Batılı olmayan evren hiç bilmemekte, Batı evreni ise, bildiği halde, pratikte tümüyle unutur görünmektedir ki, insanlık tarihinde manevi özgürlük düzenini ilk kuranlar klasik çağın büyük kiĢileridir; iĢte bütün ilerlemelerin baĢlıca kaynağını oluĢturan dignitas hominis -insan onuru- kavramı ile, bu ulu kavramla, insan aklına duyulan sarsılmaz güven de bu manevi özgürlükten ileri gelmektedirler. BatılılaĢma zorunluluğu ile geleneklere -her çeĢit eleĢtiri yeteneğinden yoksun olmanın uyandırdığı- körü körüne bağlılık duygusu arasındaki karĢıtlık, eğitim ve kültür alanında daha Ģiddetle ortaya çıkıyorsa, bunun baĢka bir nedeni bu iki karĢıt gücün burada birbirini bilmezlikten gelememesidir, birbirinin yanında yer alamamasıdır; çünkü okul, radyo-televizyon, tiyatro ve buna benzer toplumsal kurumların programlarının saptanmasında, toplumun eğitim ve kültür sorunları, hatta bizzat manevi evreni, sürekli olarak, somutluk kazanmaktadır. Bu nedenle eski ile yeni evren arasındaki gizli savaĢım, kuramsal incelemelere hiç yeteneği olmayan en kaba kiĢilerin bile gözünden kaçmamaktadır. Böyle olmakla beraber, Batılı olmayan evren bir formülle ("eski gelenekçi zihniyet ve yeni Batı tekniği" formülü ile) bu iki karĢıt güç arasında bir mondus vivendi, ödünlü bir uyuĢma çaresi bulmuĢtur. Bu mondus vivendi, her iki tarafın kendi savları lehinde yeni tutamaklar arayıp bulmasını gereksiz kılmakla, bugünkü bunalımın sürüp gitmesine neden olmaktadır (17). Uygarlıkla kültürü iki ayrı Ģey gibi gören Alman kökenli bir kurama dayanan bu formülün hiçbir anlamı olmadığı kesindi. Ne var ki bu, o formülün yaygın bir onay görmesini önleyememekte ve www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 18. www.kuyruksuz.com çürütülmesini çetin bir sorun haline getirmektedir. Oysa, insan düĢüncesinin ve toplum etkinliğinin ürünleri arasında tekniğin ayrı ve bağlantısız bir ürün olmadığı, tam tersine insan sorunlarına ve art arda ortaya çıkıp toplumdan çözüm bekleyen zorunluluklara sımsıkı bir biçimde bağlı olduğu kanıtlanmak suretiyle, bu formülün temelsizliği kolayca ortaya konabilir. Bu durumda böylesine anlamsız bir ikiliğin uzun süremeyeceği ve Ģu iki seçenekten birinin gerçekleĢmesinin zorunlu olacağı anlaĢılmalıydı: Ya toplumun gelenekçi tutumunun ağır basacağı ve tekniği ve teknikle birlikte kabul edilmek zorunda kalınan kuruluĢları kendisine benzeteceği, kendine uyduracağı; ya da -çok daha zayıf bir olasılıkla- tekniğin zamanla toplumun ruhunu uyuĢukluktan kurtaracağı ve biraz olsun daha bilinçli bir BatılılaĢma dönemine geçilmesini sağlayacağı sonucuna varılması gerekirdi. Fakat bir formülü, hakikati ifade ediyor diye değil de, kendi iĢine geliyor diye benimseyen bir zihniyetin böyle bir muhakemeyi benimsemesi beklenemez. Bu formül Batılı olmayan toplumların iĢine geliyor, çünkü hazır bir formüldür ve Batı kökenlidir -yani sağlamlığı kuĢku götürmez ve çürütülmesi güç bir formüldür-; aynı zamanda bu formül, yaratıldığı sanılan, gerçekte ise yalnızca kabul edilip katlanılan bir durumu fikir düzeyinde kusursuz bir biçimde doğrular görünmektedir. Bundan çıkarılacak sonuç Ģudur: EleĢtiri yeteneğinden yoksun ve belli dokunulmaz dogmaların esiri olan zihniyetlerini atmak olanağını bulmadıkça, Batılı olmayan toplumların bugün içinde bulundukları bunalımdan kurtulmaları olası değildir. ġu halde bugünkü bunalımın sona ermesi daha baĢka, çok karmaĢık nitelikte bir sorunun, Batılı olmayan toplumların bugüne kadar hiç dikkate almadıkları bir temel sorunun çözümlenmesine bağlıdır. Ġnsan, yaratılıĢı itibarıyla soyut düĢünceden çok somut gerçeğin etkisine açık olduğundan, Batılı olmayan toplumların yalın, yalın olduğu kadar temel bir sorunun ve bu soruna bağlı bütün öbür sorunların çözümlenmesine zorunlu bir önkoĢul oluĢturan bir hakikati kavramaları belli bir süre isteyecektir. Hakikat Ģudur: Ġnsanın oluĢturduğu ve örgütlediği toplumsal evren, onun iç evreninin dıĢ görüntüsünden baĢka bir Ģey değildir; bu nedenle çağdaĢ uygarlığın, insanı kötü raslantıların darbelerinden, hastalıklarından, doğanın kaba güçlerinden, iliĢki kurmak zorunda olduğu soydaĢlarının keyfi davranıĢlarından korumakta gösterdiği büyük baĢarının nimetlerine bir gün kavuĢmak istiyorlarsa, Batılı olmayan insanlar, bu uygarlığı yaratan insanlardaki zihinsel ve ahlaksal biçimlenimi olduğu gibi benimsemek zorundadırlar. Türk toplumunun bugün karĢılaĢtığı kültürel sorun ayrıntılı bir biçimde incelenirse, ileri sürülen savın doğruluğu ortaya çıkacaktır. Gerçekten Türk toplumu, Batılı olmayan toplumlar arasında, Atatürk'e borçlu olduğu, dikkate değer bir evrim düzeyine eriĢmiĢtir; çünkü Atatürk devrimi ona düĢüncelerin özgürce ifade edilmesi için gerekli olan temel özgürlükleri sağlamıĢ ve böylece, yalnızca yeti halinde bile olsa, bu ülkede zihin özgürlüğünü kurmayı baĢarmıĢtır. III. TÜRKĠYE'NĠN KÜLTÜR SORUNU 1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri- Devrimin eylemci ve yaratıcı dönemi: Atatürk'ün manevi portresi Devrim dönemine ait belgelerin, anlaĢma metinlerinin ve baĢlıca yasaların incelenmesi ile yetinildikçe, Türk devriminin meydana getirdiği büyük eseri doğru dürüst değerlendirmeye olanak görülemeyeceği; bunun yanında, genel karargâhlarını kurmak için Ankara'ya ilk kez geldikleri zaman, Türk ihtilalcilerini eyleme iten kahramanlık ruhuna nüfuz etmenin gerekli olduğu haklı olarak gözlenmiĢtir (1). Öte yandan, Ankara'daki Türk ulusçularının ve baĢlarında bulunan Kemal Atatürk'ün fikirlerinin ne denli ileri ve cüretli olduğunu anlayabilmek için, Osmanlı çağında ülkeye egemen olan siyasal, toplumsal ve kültürel düzeni olduğu kadar, imparatorluğun son bir iki yüzyılında giriĢilen yenilik hareketlerini de iyi bilmek gerekir. Türk toplumunu Ortaçağ'ın karanlıklarından çağdaĢ uygarlığın ıĢığına çıkarmak amacını gütmüĢ olan Kemal Atatürk'ün fikir alanında gösterdiği yüksek yaratıcı çabayı tam olarak değerlendirmenin baĢka yolu yoktur. Bizans'ın Osmanlılar üzerindeki etkisinin niteliği ve niceliği sorunu çetin bir sorundur: çünkü Ġstanbul'un alınmasından sonra baĢ gösteren dolaysız etkilerle, Osmanlıların daha önce, Anadolu'da ve Anadolu'nun dıĢında, Bizans kuruluĢlarının etkisinde kalmıĢ birtakım devletlerle iliĢki kurmaları nedeni ile aldıkları dolaylı etkilerin birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Üstelik www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.
  • 19. www.kuyruksuz.com gerçekten Bizanslı olan öğelerle , bizzat Bizans'ın Ortadoğu uygarlıklarından, özellikle Sâsâni uygarlığından, devraldığı öğeleri ayırmak gereği vardır (2). Bu sorunun çözümü yolunda bugün varılan sonuçlar ne olursa olsun, Romalılarla Osmanlılar arasında bir benzerliğin var olduğu meydandadır: Romalılar, Yunanistan'ın fethine giriĢtikleri zaman, gerek Etrüsk uygarlığının aracılığı ile, gerek Ġtalya'daki Yunan yerleĢmeleri ile aralarında kurulan iliĢkiler yolu ile, Yunan kültürünün ana öğelerini esasen benimsemiĢ bulunuyorlardı. Aynı biçimde, Osmanlılar da Ġstanbul'u fethederken Bizans'ın zihin yapısına çok benzeyen, demir çember içine alınmıĢ dar bir zihin yapısının içine girmeye önceden hazırlıklı idiler. Çünkü onlar çok önceden çeĢitli vesilelerle Bizanslılarla ve daha geniĢ ve derin bir biçimde, -binlerce yıldan beri yakın ve Ortadoğu'yu egemenliği altında tutan ve ilk olarak Herodotos tarafından kesinlikle teĢhis edilip Yunan ruhunun karĢısına çıkarılan (3) Doğu ruhu ile karĢılaĢmıĢ ve bunlardan etkilenmiĢlerdi. Bizans'ın zaptından sonra, Osmanlılar Bizans kuruluĢlarını bir ölçüde benimsemiĢ olsalar da, kendi kuruluĢlarını Bizans'ta buldukları benzer ve daha geliĢmiĢ kuruluĢlar örneğince yeniden örgütlemiĢ olsalar da olmasalar da, Ģu bir olgudur ki, Yunanistan'ın Roma üzerine yaptığı etkiden farklı olarak, Bizans'ın kendini fethedenler üzerindeki etkisi olumsuz ve yıkıcı olmuĢtur. Yunan ve Roma uygarlıklarının mirasçısı olmasına rağmen, Bizans Osmanlılara eski pagan kültürünün hiç bir temel öğesini verememiĢ, hatta Anadolu'nun güneyindeki Hellenizm çağı devletlerinin Araplara aktardıkları kültür öğelerinin en küçük bir parçasını bile aktaramamıĢtır. Sonuç olarak, Bizans'ın doğulu ruhu, doğmakta olan Osmanlı kültürünü Denetim altına almıĢ ve Ġslam uygarlığının klasik çağında Arapları Renaissance'ın eĢiğine kadar götürmüĢ olan fikir ve kültür hareketlerinin Osmanlıların becerisi ile yeniden canlanması ve ileri atılımlar yapması olanağını ortadan kaldırmıĢtır. ġurası kesindir ki Selçuklu ruhu, Osmanlı ruhuna oranla, çok daha az Bizanslı, çok daha az Sâsânidir; Selçuklular, bugün genellikle anlaĢılan anlamı ile, Osmanlılardan çok daha az Doğuludurlar. Osmanlı sanatı ile karĢılaĢtırıldığı zaman, Selçuk sanatı bunu en kesin bir biçimde kanıtlamaktadır. Osmanlı uygarlığının, hemen Bizans'ın fethi ile değilse de, fethinden pek az zaman sonra duraklamasının ve uzun yüzyıllar sürecek olan bir gerileme dönemine girmesinin baĢlıca nedeni budur. Ġslam skolastiği ile yeni bir güç ve dinamiklik kazanan birkaç bin yıllık Doğu ruhu, Osmanlı toplumunun henüz pek genç ve yaĢam dolu vücudunu yıpratan bir zehir etkisi yapmıĢtır. Hükümdarın aslında cömert ve babaerkil yaĢayıĢın gereği olarak, demokrat ve özgürlükçü ruhu, Ġslam evreninin dünyasal ve ruhsal önderi olmanın verdiği güçle, kulları üzerinde ölüm-dirim hakkına sahip, mutlak bir efendinin zorba gururuna dönüĢmüĢtür. Din bilginleri hükümeti desteklemiĢ, hükümet de din bilginlerine dayanmıĢtır. Din bilimi tanınan tek bilim olduğu için, ulema toplumun biricik bilgin sınıfını oluĢturmaktaydı. Bu sınıf toplum yaĢamını Kuran adına, daha doğrusu Kuran'ı kendi yorumlayıĢına göre, yüzyıllarca denetim altında tutmuĢtur. Ulemanın yorumu felsefe anlayıĢına aykırı, Ortodoks, kelimelerin anlamına bağlı, yalnızca seziden esinlenen bir din anlayıĢına uygun düĢen; dogma haline gelmiĢ birtakım inançların dıĢına çıkamayan, belki filolojiden ve tarihsel bilgilerden yararlanan, ancak asla filolojik ve tarihsel bir yorum olma amacını gütmeyen bir yorumdu. Böyle bir yorumla toplumu yönetmiĢler, daha doğrusu mutlak bir hareketsizliğe mahkûm etmiĢlerdir. Çiftçilikle hayvancılık hariç, her türlü dünyasal etkinlik yasaklanmıĢ, toplumun heyecan ve hayal kaynakları kurutulmak pahasına betimleme sanatlarına izin verilmemiĢti ve tıpkı Avrupa Ortaçağı'nda olduğu gibi, mimarlıktan da sadece ad gloriam dei yararlanma yolu tutulmuĢtu. Çıkarını kurulu düzenin korunmasında gören her iktidar gibi, bu egemen sınıfta her çeĢit yeniliğin baĢ düĢmanı kesilmiĢ ve birçok olumsuz davranıĢları arasında, matbaanın Müslümanlarca kullanılmasına 1729 yılına kadar engel olmuĢ ve böylece kültür alanında 289 yıllık bir gecikmeye neden olmuĢtur. Genellikle tarihçiler bu yılı, imparatorluk kurumlarının yenilenmesi uğrunda giriĢilen hareketin baĢlangıcı olarak kabul ederler: 1729'u izleyen yıllarda birçok giriĢimlerde bulunulmuĢsa da, hepsi kanlı bir biçimde bastırılmıĢtır. Bununla beraber, Osmanlı kuruluĢlarını yenileme isteği, devletin varlığı söz konusu olduğu her dönemde eylemci bir güç olmasını bilmiĢtir. BaĢlangıçta, uyruklarının dile getiremedikleri istekleri karĢılamayı arzulayan aydın bir hükümdarın ödününden çok, koĢulların kabul ettirdiği birtakım yenilikler söz konusu olmuĢtur. Gerçekten Osmanlı toplumu Batı'nın, ne anlamını ne de amaçlarını kavramasına olanak bulunmayan manevi ve maddi evrimine karĢı hiçbir hayranlık ya da yakınlık duymuyordu. O yalnızca maddi yaĢamını tehdit eden www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.