1. 2008 Küresel Krizi ve Türkiye
I- ABD’deki Finansal kriz ve Türkiye’nin Krizi
2008 yılı ikinci yarısında dünyayı da etkilemeye başlamış olan finansal krizin kaynağı,
ABD’de finans kesiminin 2007’nin ilk yarısında ortaya dökülen sorunlarıydı. Olayın
gerisinde, düşük gelirli ABD vatandaşlarına, 2002 sonunda FED kısa vadeli faiz oranını %1’e
çektiğinde, düşük faizlere güvenip yaygın ipotekli ev kredisi açılması yatıyordu. Kredi
verilirken bunlara faizlerin değişebileceği bağlantılı bilgi verilmemişti. FED faiz haddini
yükseltmeye geçince 2004 sonunda, bir kısım borçlular kredileri ödeyemez duruma girmeye
başlamış, finansal sarsıntı tekiklenmişti.
Büyük boylu yatırım bankaları, onların tahvilleştirdikleri kağıtları sigortalayan şirketler,
bunlara en üst derecede güven gösteren “rating” kurumlarının birlikte karıştığı bir zincirde
2006 sonunda patlak vermişti olay. “Toksik maddeler” denen bu tahvillere piyasalarda yatırım
yapanlar, ABD’deki yatırım bankalarını ve sigorta şirketlerindeki sarsıntıyı izleyerek, finansal
krizin etkilerini ilk hissedenler oldular. İngiltere ve İsviçre gibi Avrupa’da yatırım bankacılığı
bulunan ve bu ABD’li tahvillere yatırım yapan bankalar, finansal krizin ilk sirayet alanını
oluşturdular; zaten benzer bir ipotekli kredi krizini İngiltere kendisi de yaratmıştı. Japonya
bunları izledi. Yani, finansal kriz ilk aşamada küresel piyasalardaki bu “toksik” maddeler
yoluyla yayıldı.
Türkiye’de yatırım bankacılığı olmadığı gibi bu “toksik madde” denen tahvillere ticaret
bankaları yatırım da yapmadıkları için, bankacılık sistemi bundan doğrudan etkilenmedi.
(Ancak bir yatırım bankası olan Lehman Brothers’ın Türkiye’de bireylere satış yapmış olduğu
duyumlar arasında yer aldı.) Doğrudan etkilenmese de, dolaylı etkiler 2007 sonuna doğru
hissedilir değişmeler yaratmaya başladılar.
Finansal piyasa etkisinden önce Türkiye’de reel kesimdebir duraklama başlamış, GSYİH
büyüme hızı 2007’de %4.5’a düşmüştü. Tarımdaki şiddetli gerilemeyi (%-7.3), imalat
sanayiyindeki ve inşaat sanayiyindeki yavaşlama (sırasıyla %5.4 ve %5) tamamlayınca,
GSYİH’daki artış da 2002 ile başlayan dönemin en düşük büyümesine çekilmişti. (Tablo I).
Oysa 2007’de dünyada henüz reel kesimde ciddi bir duraklama yoktu; finansal krizi olanca
şiddetiyle yaşayan ABD, İngiltere ve Japonya %2, Avro alanı ülkeleri %2.6 oranında
büyürken, dünya da %3.7 oranında büyümüştü. ABD de dahi üç otomotiv devinin (General
Motors, Ford, Chryler) sorunlarının ortaya dökülmesi 2008’i bekledi, yani finans krizi reel
kesimi hemen etkilemedi. Gelişmekte olan ülkeler ise 2002 sonrası “bol fon, ucuz kredi”
döneminin yüksek büyüme hızını sürdürüyorlardı; Çin (%11.9), Rusya (%8.1), Arjantin
(%8.7), Endonezya (%6.3), Hindistan (%9), bu ülkelerin de henüz finansal krizin reel kesime
etkisine girmediklerinin tanıkları oldular. “Decoupling” diye kriz yazınına giren, artık
gelişmekte olan ve dünya gelirinde giderek artan pay alan ülkelerin, gelişmişlerin krizlerinde
etkilenmek bir yana, bunları dengeleyici bir rol oynayacaklarını savunan kuram, henüz
gözden düşmemişti. Gözde olmasına kanıt ise 2007 yılında bunların büyük boylularının
yüksek büyüme hızlarını sürdürmüş olmalarıydı. Nitekim, rakamların gösterdiği gibi, bunlar
arasında hiç biri Türkiye gibi ciddi büyüme hızı kaybına uğramamıştı.
2. Demek ki, Türkiye ABD’nin finansal krizinden bağımsız, kendine özgü bir süreç yaşıyordu.
Bu süreç, reel kesimin büyümesini baskı altına almıştı. Sorun, kendi içinden
kaynaklanmaktaydı. ∗
II- İmalat Sanayinin ve tarımın kriz karşısındaki sorunları
İmalat sanayiyi Türkiye’de büyüme hızını sürükleyen temel üretim kesimi olarak kabul edilir.
Nedeni, tek başına GSYİH’da en büyük payı aldığı gibi (%22-25 arası) diğer kesimleri de
(başta genel sanayi içindeki kesimler ile ulaştırma, ticaret, finans gibi hizmetler, hatta tarımı)
peşinden sürüklüyor olmasıdır. Bu sürekleyici kesim, 2000’lerde IMF ile 17. stand-by
anlaşmasının (Aralık 1999) imzalanmasını izleyen dokuz yılda, (Haziran 2008’de 19. stand-
by tamamlandı) iki dış etkiye eşanlı olarak tabi oldu. Biri, IMF’nin bol kaynak sağlayan (IMF
kotasının katkat üstünde olan) fakat şartları her yeni anlaşma için giderek ağırlaşan
programlarıydı. Üstelik bu programlar temelde, 90’ların yüksek enflasyon oranını (yılda %70
gibi) tek haneli bir rakama indirmek amacını ve bunun için bilinen klasik antienflasyonist
IMF reçetesini de içeriyordu: Döviz çapası başta, para ve maliye politikaları, KİT’leri
özelleştirme ya da kapatma gibi önlemlerdi. İkincisi ABD’nin 2001’deki krizini atlatırken,
dünyaya da atlatmak için uyguladığı para ve maliye politikaları ve giriştiği savaşlarda
(Afganistan ve Irak savaşları) dünyaya saldığı düşük faizli fonlardı; bu da döviz çapasının ve
para/maliye politikaları vb...nın desteği olarak gündeme girdi. Fonları cezbetme yollarının
başında, dibe vuran borsa endeksi (IMKB 100: 8000), Hazine kağıtlarında yüksek reel faiz ve
doğrudan yatırımlar için özelleştirme ve tanınan avantajlar geliyordu. Yaşanan küresel fon
bolluğu ve sağlanan kârlılık olanakları ile fon girişleri hızla arttı. Etkilerin başında YTL’nin
değerlenmesi geldi, üretim kesimleri, başta imalat sanayi giderek YTL/dolar kurunda aşırı
değerlenmenin etkilerine tabi oldu. Şubat 2001 krizinde 1.1 YTL / dolara inen TL dış değeri
ile önemlice dış fazla sağlanmıştı; 2004’e gelindiğinde oysa 1.42 YTL/dolar iken olması
gereken 1.68 YTL/dolar, 2007’de ise sırasıyla 1.33 YTL/dolar ve 1.71 YTL/dolardı. Yani bu
ikisinin arası giderek açılıyordu. 2001 krizinde dibe vuran borsa (IMKB 100 endeksi 8000)
fonlar için hisse fiyatlarında artış ve YTL/dolar değeri yükselmesi beklentisiyle fon çekerken,
IMF’nin yüksek reel faiz ile düşük kur politikası da Hazine kağıtlarına, mevduata dış fonları
çekiyordu; özel reel kesim ise dışardaki düşük faizli fonları doğrudan dış borç alarak
kullandığı gibi, bankalar da borçlanıp içerde bol tüketim ve ev inşaatı kredisi veriyordu.
Ayrıca YTL/dolar kuru değerlenmesi (faiz farkı yanında) bir de “kambiyo kârı” sağlıyordu.
İşte 2008’in ilk yarısında da süren bu tablo imalat sanayiyini haksız dış rekabet ile karşı
karşıya bıraktı. Ayrıca, Türkiye’de mamul mallar üzerindeki gümrük vergisi oranı ortalama
%1.1 kadar iken AB’da %1.6 hammaddeler üzerinde %10’u aşması, (Dünya Bankası 2008
verileri) efektif koruma oranını birincilerde negatif düzeye indiriyordu. Bu ikisi (aşırı değerli
YTL ve negatif efektif koruma) üstüste binince, imalat sanayiyi kendisini korumak için özgün
yollar geliştirdi: Bunların biri, ucuz dolarla Asya’dan girdileri ithal edip, basit işlemden
geçirip, pahalı avro ile AB’a ihraç etmekti. Yani, imalat sanayinde giderek, bir kısmında
yüksek oranda girdi ithali ve içerde yaratılan katma değeri düşerken, talep yokluğundan diğer
kısmında faaliyetini durduran girdi üreticileri ile iki farklı yönde değişim ortaya çıktı. Bunun
bir kanıtı 2003-2007 arası, toplamda AB’a ihracat payının sadece bir iki puan düşerken,
ithalat payının %50.7’den %42.5’a gerilemesi (DPT, 2008) buna karşılık Asya’nın ithalatta
giderek artan payıdır (%20’den %26’ya). Bu olanağı yaratan uzunca bir süre avronun dolara
karşı değer kazanıyor olmasıydı. Bir diğer kanıt ise, 2003-2007 dönemini kapsayan beş yıllık
dönemde toplam ithalat tam 2.4 kat artışla 69.3 milyardan 170 milyar dolara çıkarken imalat
sanayi ithalatının bunda %80’e yakın pay almasıdır. (Tablo II). İmalat sanayi üretim artış hızı
∗
Bu süreci şu yayınlarımızda inceledik: “Küreselleşme ve İmalat Sanayiyimiz”, Doğan Kargül’e Armağan
içinde, ISO 2009 (çıkacak); Türkiye Ekonomisinde Krizler (Kısım III), 2. baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2008; Tanzimat’tan 21. yy’a Türkiye Ekonomisi, (Bölüm 13) İBÜ, 2009 (çıkacak).
3. düşerken ithalat payının da giderek düşmesi buna bir diğer kanıttır. İmalat sanayi ithal miktarı
endeksi 2003-2007 arası 100’den 175’e, 2008’in ilk yarısında 180.9’a çıkmıştı. Oysa 2003-
2007 arası imalat sanayi katma değeri artışı (sabit fiyatlarla) bunun yaklaşık yarısı kadardı
(%38.5); yani, girdi ithali katma değerin artışını katlayarak büyümüştü.
Bu tabloya göre, imalat sanayiyi 2007’de toplam 170 milyar dolar tutarındaki ithalatın 123.6
milyar doları girdilerden (ara mallar) oluşurken, bunun da başlıca pazarıdır. Ara mal ithalatı
beş yıllık dönemde, toplam ithalat artışına koşut olarak 2.46 kat artmıştı. Daha doğrusu, girdi
ithalatı artışı, toplam ithalat artışını sürükleyen başlıca etken olmuştu.
İmalat sanayiyinin alt kesimlerinde, Türkiye’nin en düşük katma değerli kesilerinin yer aldığı
, 1998 Girdi Çıktı tablosu üzerinde yapılan bir çalışmada ortaya kondu (G. Şenesen, 2005).
Yukarıdaki çözümleme, 2003-2007 arasındaki “hızlı büyüme” döneminde, “toplam çıktıda
katma değer payının düşmesi” anlamında bu kesimde verimsizliğin giderek arttığını
gösteriyor.
Ancak, bu bağlamda bir diğer, çok zaman gözden uzak kalan bir olguya da değinmek
gerekmektedir. Bu da bir kısım kamu imalat tesislerinin kapatılıp, tasfiye edilmiş olmasıdır.
2000’lerin başında toplam imalat sanayiyi katma değerinde kamu kesiminin %20 gibi
azınsanmayacak bir payı bulunuyordu. Bunlar önemli ölçüde kendi girdilerini de üreten
(SEKA gibi), kimi zaman da yerli girdi üreticileriyle bütünleşik çalışan (EBK, SEK gibi)
tesislerdi. Birinci tipteki tesisler toptan tasfiye edilirken, yerini alanlar ithal girdiye
başvurdular (kağıt hamuru ithaline dayalı kağıt sanayiyi gibi). İkinci tiptekiler özelleştirildi;
ne var ki, bu ikinciler ya satınalanlarca tasfiye edilip, toprakları satıldı (bir kısım EBK
tesisleri gibi) ya satınalanlar girdi üretenlerle bütünleşmek yerine girdi ithaline geçtiler (SEK
tesislerini satın alan bir kısım üreticilerinin ithal süt tozu ile çalışmaları gibi). Diğer bir
deyişle, 2000’lerin başında yaşanan IMF programlı süreç bir yandan yarattığı göreli fiyat
çarpıklığı, bir yandan getirdiği özelleştirme / tasfiye süreçleriyle de imalat sanayininin ithal
girdi bağımlılığını artırdı.
Belirtelim ki, tarımda da durum farklı değildir, ithal girdi bağımılığı aynı yollardan artmıştır.
Anadoluya yayılmış tohum ıslah istasyonları tasfiye edilirken bunlarda geliştirilen tohumlar
yerini giderek “genetik dönüşümlü” ithal tohumlara, hayvan ırklarını ıslah çiftliklerinin
faaliyeti ile birlikte damızlık üretimini durdurma yoluna sokulurken damızlık hayvan ithali
artmaktadır. Bunun imalat sanayi boyutuna iyi bir örnek, KİT statüsünde havadaki azot
yoluyla üretim yapan Kütahya Azotlu Gübre tesisidir; bu tesis tasfiye edilmiş, ana kimyasal
maddeler ithaline dayalı yeni özel tesislere ve ithalata yerini bırakmıştır. IMF programının
KİT statüsündeki bütünleşik tesisleri “tasfiye” ettirmesi dikkat çeker boyutlardadır. Ancak
toplam ithalatta tarım kesimine ilişkin ithal payı, kesimin katma değer payının altındadır.
Kısacası, IMF programı reel kesimi çeşitli yollardan girdi ithaline mahkum ederken, önemli
iki sonuç ortaya çıkmış bulunuyor: Biri, dikiş tutturulamayan cari işlem açıklarıdır; giderek
büyüyen cari işlem açıklarının 2008’de GSYİH’nın %8.5’u (%5 üst risk sınırıdır) gibi tarihsel
bir doruk yapmasının beklenmesidir. İkincisi de önemli ölçüde bu dış açıklardan kaynaklanan
(bir kısmı spekülatif amaçlı dış borçlanmadır) kaynaklanan dış borçların katlanarak büyümüş
olmasıdır. Türkiye, 2006 yılı itibariyle dış borcu GSYİH’nın %50’ni (tehlike sınırı sayılır)
aşan 15 gelişmekte olan ülke arasında yer alıyordu. 2008 sonu itibariyle herhalde ilk on
arasına yerleşmiş olacaktır.
4. İşte ABD’den yansıyan ve reel kesime 2008’de intikal eden krizi Türkiye bu üç risk
faktörüyle karşılamaktadır. Biri girdi ithaline bağımlı kılınmış tarım ve imalat sanayiyidir;
diğer ikisi ise dış açıklar ve dış borçların yarattığı risklerdir.
III. Dünya Krizi Nasıl Yansıyor / Yansıyacak?
Dünya krizinin ilk yansıması, 2008’in ikinci yarısında Avrupa’ya ihracatın, özellikle son
çeyrekte, hızla düşüşe geçmesi işsiz sayısı artarken üretimin daralması, petrol ve diğer
hammadde fiyatlarının çıktıkları doruktan hızla düşüşe geçmesi ile yansıdı; bu arada bir diğer
yansıma etkisini çıkan fonların etkisiyle dolar fiyatının artışa geçmesiyle hissettik. Bu arada,
yerli bankaların kredi vermekten kaçındıkları haberi bir diğer etki oldu. Tüketici güven
endeksi düşüşlerine koşut olarak tüketim harcamalarının da azalışa geçmesi, ikinci turda
yeniden üretim daralması ve işsizlik haberlerinin ortaya dökülmesini getirdi. 2008’in ilk on
ayına ilişkin bilgilere göre GSYİH büyüme hızı %2’ye düşürülürken, imalat sanayi için rakam
%0.7’e inmişti.
Finans piyasaları, 1999-2001 krizinden, farklı olarak çılgın iniş çıkışlar yaşamadı. Fon
çıkışları yavaş seyretti; dolar fiyatı normal bir düzeltme süratıyla 1.69 YTL/dolara
yükseldikten sonra 1.6 – 1.65 YTL/dolarda karar kaldı. Borsa endeksi (IMKB 100) 2007’deki
50 bini aşan doruktan sürekli aşağı doğru seyretmiş 30-35 bin arasına düşmüştü); 2008’e
gelindiğinde artık 25 bin dolayındaydı. Ayrıca, vadesi gelen dış borçların çevrilmesinde de bir
sorun çıkmadı, yurt içi bankalarda da bir sarsıntı olmadı. Yani, daha önce yaşanan finansal
krizlerden farklı bir tablo ortaya çıkmıştı. Bir finansal krizden ziyade bir reel ekonomi
(imalat) krizi yaşıyorduk.
Görünüşe göre, yansıyan finansal krizi, Türkiye kendi zayıf noktalarına dönüşen başta imalat
sanayi ve onu izleyerek inşaat ile tarım, kendi reel sektöründe hızla düşen üretim, batan
şirketler ve fırlayan işsizlik ile yaşayacaktır. Buna, 2008 ortasında başlayan perakende ticaret
firmaları çöküşü eşlik etmektedir. Bankalar bunun paralelinde geri dönmeyen krediler, başta
tüketici kredileri, inşaatçı ve KOBİ kredileri ile sarsıntı yaşayacaktır. Gerçi hükümet KOBİ
tanımını imalat sanayi dışına çıkararak bir “kredilendirme” projesi açıkladı. Ancak bunun
yaraya ne ölçüde merhem olacağı belli değildir.
2009’da Türkiye’yi bekleyen ilk ve öncelikli dev sorun dış açığın karşılanması ve dış borç
ödemelerinin çevrilmesidir. Dünya pazarı fon bolluğundan fon kıtlığına girmiştir; öyle ki
doğrudan yatırım beklentisi çok düşmüş, borsaya hazine kağıtlarına yeni fon girişleri yerini
çıkışlarına bırakmıştır; dış bankalardan artan faizlerle dahi kredi bulmak zordur. Petrol ve
hammadde fiyatları ile reel kesimde üretim azalışı iç tüketim ve yatırım harcamalarındaki
daralma, TL/dolar fiyatındaki artış ile tamamlanıp ithalatı aşağı çekecektir. Ne var ki, mal
ihracat gelirleri gibi bir takım hizmet gelirleri (turizm, taşıma, müteahhitlik başta) de
düşecektir. Yani dış ilişkilerden kaynaklanan giderler gibi gelirler de 2009 da hızla düşecektir.
Kanımızca, hükümet bu fırsatı kullanıp içeride girdi sanayilerini bir “ithal ikamesi” planı
çerçevesinde canlandırmalı, tarımı destekleyip yeni iş olanakları ve üretim artışı sağlamalıdır.
Stratejik bir plan çerçevesinde, her türlü devlet desteğinin kabul edilebilir olduğu bu yeni
ortamda gerçekleştirilmesi olanaklıdır artık böyle bir projenin. Neoliberalizmin sonu gelirken
köprüleri, yolları satma, İstanbulu finans merkezi yapma projeleri yerini üretim kesimleri
sağlıklı hale getirme projelerini uygulamaya koyma çok daha yerinde olacaktır.
5. Kaynakça
TÜİK: Ekonomik Göstergeler 2007 ve 2008, Ankara
DPT: Temel Ekonomik Göstergeler 2007 ve 2008, Ankara
Dünya Bankası (World Bank): World Development Indicators 2007 ve 2008
G. Şenesen: TÜSİAD 2005, İstanbul
Tablo I
Türkiye’de GSYİH ve Reel Kesimde
Büyüme Hızı (%): 2003 – 2008
Yıllar Tarım (%) İmalat S. (%) İnşaat S. (%) GSYİH (%)
2003 -2.2 8.4 7.8 5.3
2004 2.7 11.9 14.1 9.4
2005 6.6 8.2 9.3 8.4
2006 1.3 8.4 18.5 6.9
2007 -7.3 5.4 5.0 4.5
2008* - *0.7 - *2.0
* İlk 10 aylık tahmin
6. Tablo II
İmalat Sanayi Zincirleme Üretim Endeksi, özel imalat KKO., Im.
S. İthalat miktar endeksi
Yıl İmalat S. Özel İm. S. İm. S. İthal Toplam Toplam İthalat
Zincirleme KKO Endeksi İthalatta İm. S. (milyar dolar)
Endeks (%) (%) 2003 = 100 Payı
(%)
2003 9.3 75.3 100.0 80.3 69.3
2004 10.4 79.9 126.0 82.5 97.5
2005 4.8 78.8 149.2 80.7 116.8
2006 5.5 79.7 155.6 79.1 139.6
2007 4.4 80.8 175.5 78.8 170.0
2008* 5.0 80.1* 180.9 76.4 105.8
* İlk 6 ay; 10. aya gelindiğinde KKO (kapasite kullanma oranı) %73’e inmişti, büyüme hızı
da 0.7’ye.